YAZARLAR

Grafik içerik

Bir kıvılcıma bakıyor, değil mi? Nasıl çıkmıştı sahi Birinci Cihan Harbi? Maskeyi takanlar mı, indirenler yüzünden mi?

Guy Debord'un 'Gösteri Toplumu'nun yerini adeta 'Gönderi Toplumu'nun aldığını, İnternet Dünyaya geldiğinden beri zaten hepimiz biliyorduk. İletişim aygıtlarının bahşettiği karantinaya da zaten hepimiz kendi rızamızla ya dahil, ya da hariçtik. İşimize geleni listemize hep ekledik ve çıkardık.

İnsan Kaymakları'nın iki dudağıyla ürettiği nice özgeçmişle beliren belirsiz özgeleceklerimizle, milyonlarcamız, ekran işsizi şimdi. Tıpkı bileğiyle, alın teriyle yutkunan yüz milyonlarca emekçi gibi. Bu ne anlama geliyor peki?

Bir nevî dijital aylaklık mı bekliyor bizi? Aksine... İyi tarafından bakacak olursak, İnternet denen muamma, kendi hakikatiyle bizi daha yeni yeni yüzleştiriyor.

Durumun aciliyetinden ötürü, sorduğumuz sorular, aldığımız yanıtlardan daha kıymetli. Zaten bu durumun farkında olan kimi aklı evveller, bildiğiniz gibi yıllardan beri boş ekranlarda sorduğumuz soruları kendi inisiyatifleri doğrultusunda maddi manevî sömürüp, duruyor. Değil mi?

Son yıllarda bu öyle bir hal almış durumda ki, artık kelimeler değil, görseller de İnternet arama motorlarında sorgulanabiliyor. Tıpkı telefonlara sesle soru sorduğumuz gibi...

Peki bir verinin sorgulanması başka ne anlama geliyor? Öncelikle bir veri, ya bir kişiyi, ya bir kişiler arası iletişim ağını, ya temsil etmekte olduğu maddi manevi veya siyasi bütünlüğü temsil ediyor, simgeselleşiyor. Kişiselleştikçe pornografikleşiyor.

Bir veri niye sorgulanır olsun ki? Hakkında peşin hüküm mü veriliyor? Kullanılıp, sonra hiç tükenmiş olmamışçasına yok mu sayılıyor? Belki, sigara veya içki misali, tüketilen ürün miktarı nicelikte ne kadar artarsa, ekrana bağımlılık da (içerikle) o kadar arsızlaşıyor, arsızlaştıkça yalınlaşıp anlamsızlaşıyor ve kişi, kendini o ekranın, kafasında kurduğu iktidarın hükümdarı zannediyor.

Ama analitik zekâsını sağduyu ile kullanabilen eğitimli azınlık da, en sevdikleri ve sevmedikleri ayrımı yapmaksızın, verilere bambaşka türlü de muamele edebiliyor. Doğrudaki yanlışın, yanlıştaki doğrunun kâşifi olup, ikisine de hürmette kusur etmiyor...

Aslına bakılırsa sosyal medya, her an - gerçek hastaları tenzih ederek - hepimizi bir manada da şizofrenikleştiriyor. Günün belli anlarında, belli kimseler gibi davranmadığımızı kim söyleyebilir?

Bunun birbirimize karşı yarattığı doyumsuzluk, unutkanlık ve duyarsızlığın verdiği sorumsuz tahripkârlık, fiziksel ilişkiler ve çelişkiler dünyasına hiç bir şey vadetmiyor. Aksine, dijital ilkel insanın doğumunu müjdeliyor. Baltanın, taşın ve öfkenin yerini belli emojiler, kısaltmalar, kesinti veya sözde önderlikler alıyor.

Sadece Dünya, yaşadığı fiziksel tarihin akabinde kendi gayrımeşru suretleriyle avunup, duruyor. Bundan, tarihin her türlüsü nasibini alıyor. Son günlerde küresel çapta maruz kaldığımız pandemi sebebi ile kültür ve sanat kurumları da, bir önceki yazımda maruz kaldığınız gevezeliğimde bahsettiğim gibi kapılarını ardına kadar açmış bulunuyor.

Hatta bir umuttur diyerek, 'canlı' yayınlarla açılışlar, fuarlar, yarışmalar ve sempozyumlar düzenleniyor. Bu koşullarda müzelerin, fiziksel manâda sanat eserlerinin nasıl tecrübe edileceklerini doğrusu epey merakla bekliyorum. Bienallerin nasıl evrileceği, galerilerin küratörlerle ve sanatçılarla ne türlü organizasyon polemiklerine maruz kalacağını düşünüyorum.

Örnek olarak sergi veya film 'önizleme'lerini vereyim... Kime, neye göre önizleme olacak? Veya bir yapıt ya da etkinlik hep belli sayıda kişi ya da çerçeveyle mi bize dayatılacak.... Hoş, hayatımıza teknolojinin girmesiyle yeni müzik, yeni sinema, yeni video sanatı ve bilumum örneği de eklenmedi ve müze - kurum koleksiyonlarına alınmadı değil.

Bunun ürettiği tarihin deneyselliğiyle doğal gidişatına sözüm yok... Ancak şu durumda fiziksel kültür kalelerinin kendilerini İnternette hangi sermaye ile rekabete sokacakları, oldukça merak uyandırıcı. Vicdan, şeffaflık yeni sermaye birimleri mi meselâ? Akla 'bağışlanan' arşivler geliyor, değil mi? Ne kabahatleri varsa... Bu ne anlam taşıyor peki? Zaten kapital olan bilgi, bir nevî maske takarak yeniden kapitalize oluyor.

Niye böyle söylüyorum? Çünkü bilginin de, imgenin de, sesin de yemekler gibi 'fast' ve 'slow', yani hızlı veya yavaş tüketildiği bir çağ bu. Herşeyin bir maliyeti ve sınıfsallığı var. İşin ilginç yanı, Dünyanın en devrimci, reformist, kucaklayıcı, eşitlikçi içeriğini de arkanıza alsanız, insanlar bu içerikte doğrudan bir çıkar bulmadıkça, umurlarında bile olmuyor.

Bu durumda sürü psikolojisi kendini yine belli ediyor ve neredeyse hangi haber, kültür, sanat kaynağını açsanız, bir kenarında sizi 'en çok okunma sayısı', 'okunma süresi', ya da ücretsiz okunma limiti gibi nazik uyarılar karşılıyor.

Bağımsızlığın bedeli çok ağırdı. Şimdi iyice ağırlaştı. Terabaytlar kaldırır mı bunu? Yaklaştığından endişe edilen su, İnternet veya elektrik kesintileri peki?

Bunu hepimiz öğrenmiş bulunuyoruz. Öyle ki, kendimiz gibi yaşayabilmemiz bile şu günlerde başkasının bizimle ilgili vereceği dolaylı karara dolaysız olarak bağlı. Durum basit, değil mi? Yaşamak istiyorsak, yaşatmak durumundayız. Yaşatmak istiyorsak da, yaşamamız şart.

Bunları söylememin sebebi, ulus ötesi medyada bir süredir telaffuz edilen 'grafik içerik' ifadesi. Kimi kanallar, paylaşmayı göze aldıkları, çünkü toplum yararı gözettikleri 'aşırı içerikli' bilgi, görüntü ve sesleri editoryal tercih ile yayımlamadan önce, bunun 'aşırı grafik içerik'le dolu olduğu konusunda bizi uyarıyor.

Türkiye gibi ülkelerde ise bu popüler medya ve internet üzerinden damıtılarak, kitle kültürüne şırıngalanıyor. Bu da bir 'ucuzluk' ve gürültü kirliliğine vesile oluyor. Çünkü izleyici, kendini bu olayların içerdiği sıradışı haz tüketiminden alıkoyamıyor. Bu da çoğunlukla kişinin, günlük hayatında - şu sıralarda da çokça evlerde - tıkılı kaldığı Dünyadan kendini deşarj etmesi için bir vesile oluyor. Her şeyi son dakikaya getiren bir ülkede TV'ler ve sosyal medyada da sürekli 'SON DAKİKA' haline maruz kalmak ise, Dünyanın düştüğü şu son dakika vakasında Türkiye'yi absürd bir normalliğe eriştiriyor. Bu hissi zaten spor, video oyunları ve sinema ile konserler de ezelden beri bize veriyor. Bangır bangır yaşıyor çünkü Türkiye. Kimse kimseyi işitmeden konuşuyor. Sadece mikrofon sırasını bekliyor.

Bu faaliyetlerin en uygar koşullarda düzenlenenleri klasikten sayılırken, en aşırı uçta olanları da kendilerince kendi dokunulmazlıklarını, hatta soylu ayrıcalıklarını sürdürüyor. Hani bir tabir vardır ya, bileni bilen biliyor... Bu durum da medyanın kendi burjuvazisini ve proleteryasını, ya da öteki tüm sınıfları ya da radikallerini biteviye üretiyor. Medya, kendi komedyasını da, anti-medyasını da, antibiyomedyasını da üretiyor. Toplumun kendisi gibi sürekli evriliyor. Ya da devriliyor. Yani biz en bağımsızız diye yola çıkan medya veya temsilcisi, çok geçmeden ilgili içeriğin faşist bayraktarına bürünüyor. Kendi aleyhine tek laf ettirmiyor. Kendi mecrasının dışında bir dünyayı yok sayıyor. Bu da onu eleştirdiği ötekiyle aynılaştırıyor.

İşte bu yönüyle her izleyici de, tükettiği medya ile aidiyet seviyesi nezdinde bir nevi gönüllü iletişim uzmanına dönüştürülerek, türlü abonelikler, elektro-rozet metotlarıyla, yine alabildiğince totaliter ve kapitalist kafayla yönetilen medyaların meta-hissedarlarına dönüştürülüyor. Bu durumu içerik üretici herkesin de sömürdüğü biliniyor. Bundan 'parsayı' toplayan medya starları olduğu ve olacağı, İnternet üzerindeki takipçi ve tık sayılarıyla zaten gözümüzün önünde duruyor.

Borsaların dibe vurduğu şu günlerde medyanın nereye vurduğu belirsiz, bunu zaten biliyoruz. Ancak insan işte, Godot gibi umudu bekliyor. Ama sonunda kazanan hem o ekranlar, hem o ekranlara reklam verenler, hem de o ekranların sahipleri ve bu içeriği üreten telekomünikasyon tröstleri oluyor.

Tüm bu sözlerin geldiği yerde içimden şunu hayal etmek geliyor... Acaba bu durum, yani bu iletişim pandemisi, İnternet, cep telefonlarının, televizyonun, hatta radyonun var olmadığı bir Dünyada yeniden yaşansaydı, daha önce olduğu gibi arkasından yine bir Dünya Savaşı mı patlak verirdi?

Bunu söylüyorum, çünkü maskeler yüzünden bile şu ara karşı karşıya gelen Dünya ülkelerinin, ellerinde bulundurdukları silah ve cephaneleri zaten az çok biliyor olmalıyız. Hatta şu aşamada en çok Kuzey Kore'de olup biteni merak ediyorum örneğin. Bu pandemiyi ulusça, yani medikal önlemler bazında mental çerçevede nasıl aşmaktalar? Tekil bir grafik içerikle, böylesi ülkelerin yurttaşları bu türlü krizlerle nasıl hemhal oluyorlar?

Bir kıvılcıma bakıyor, değil mi? Nasıl çıkmıştı sahi Birinci Cihan Harbi?

Maskeyi takanlar mı, indirenler yüzünden mi?

Değerli vaktinizi aylak sorularıma ayırdığınız için teşekkür ederim.