YAZARLAR

Avrupa yalanlar liginde ‘yarı final’ heyecanı

Tarabya Kültür Akademisi’nin şiddet, ırkçılık ve nefret dili üzerine kitapları bulunan siyaset bilimci misafiri Dr. David Ranan, dünya ve Türkiye’ye bakışını özetlediği röportajında, “Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde Türkiye’yi anlıyorum, tıpkı bir evlilik vaadi ardından başkasına gideceğinizi söylemenize benziyor” diyerek, uyarısını güncelliyor: “Ukrayna, savaştan bağımsız birçok sorunla mücadele ediyor. AB’li politikacılar bunu biliyor, onun için bu tür vaatler yanıltıcı oluyor..."

İdaresi Almanya’nın Ankara’daki Büyükelçiliği’ne ait olan, küratörlüğünü ise Goethe Enstitüsü’nün üstlendiği, Almanya Federal Meclisi’nin girişimi ile 2011’de hayata geçen Tarabya Kültür Akademisi (Kultur Akademie Tarabya) 11’nci yılına girdi. 

Boğaziçi kıyısında bir vapur iskelesi sıklığını yaşatan kültürler arası trafiğiyle Akademi, 2012’den bugüne, yüzden fazla yaratıcı zihnin, basın, kültür ve sanat alanından aydının Türkiye ve Almanya üzerinden bir araya gelerek, yeni ‘okuma ve yazma’ kaynakları üretmesinin önünü açtı.

Konuk sanatçı, yazar ve akademisyen programıyla bu yılki akademik program, edebiyat dalında Daniela Danz, görsel sanatlar alanında Mehtap Baydu, Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ile, film alanında Ute Freund ve Rûken Tekeş’in yanı sıra, tiyatro ve edebiyatta Thomas Köck ve yine edebiyatta Rebekka Endler ile zenginleşti.

Hayata geçişinden bugüne, Salt Galata, Pera Müzesi ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi birçok kuruluşla da omuz omuza çalışan Akademinin ‘açık havada hızlı randevu -  Speed Dating’ metodu ile Türkiye’den sanatçı, yazar, eleştirmen ve gazeteciler ile kültür yöneticilerini Almanya Büyükelçiliği Tarabya Yazlık Rezidansı’nda bir araya getirdiği programında geçen hafta yer alan misafirlerden biri de İngiliz yazar, kültür ve siyaset bilimi uzmanı Dr. David Ranan oldu.

Dr.David Ranan

Akademi konuk sanatçı programı dahilinde Ağustos 2022’den bu yana İstanbul’da bulunan, yaşamını Almanya ve İngiltere arasında sürdüren (David Ranan: August 2021) Ranan, Almanya’yı terk edip Filistin’e yerleşen bir ailenin ferdi olarak, İsrail’de büyüyüp, öğrenim görmesinin ardından, kariyerine iktisat bilimci olarak başladı. Yaklaşık 40 yıl evvel İngiltere’nin başkenti Londra’ya taşınan Ranan’ın ‘Dilin Şiddeti’ (2021) ve ‘Müslüman âleminde Anti-semitizm’ üzerine eğildiği İngilizce ve Almanca basılmış kitapları da (2018) bulunuyor.

Ranan’ın öteki yapıtları arasında, ‘Ölmeye Değer bir yurt mu?’ adıyla İsrail’deki askeri söylem ve genç neslin ahlâk anlayışını işlediği ‘A Land to die for?’ (A Land to Die For? Soldier Talk and Moral Reflections of Young Israelis: Ranan, David: 9780955413384: Amazon.com: Books) ve Dünyada iktidarı tartışılan Hıristiyan Katolik Kilisesi kurumunun ‘şifreleri’ üzerine eğildiği (Double Cross: The Code of the Catholic Church: Ranan, David: 9780955413308: Amazon.com: Books) diğer çalışmaları da dikkat çekiyor. 

Biz de, 76 yaşındaki İngiltere Kralı Charles’ın Mayıs ayındaki resmî taç giyme törenini sabırla beklediği, milliyetçiliğin dünyadaki hemen her sandıktan başını sürekli çıkardığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’ncü yılına koşarken laiklik, ifade özgürlüğü ve demokrasiyi sürekli tartışmak durumunda kaldığı, ayrımcılığın ise artık bir dünya ‘trend’i halini aldığı bu koşullarda, kendisiyle dertleşiyoruz...

Dr. Ranan, dünyada ayrımcılık gittikçe artıyor mu, fikriniz, gözleminiz nedir?

 

Ayrımcılık oldukça geniş kapsamlı bir terim. Bugün, geçmişte olduğundan daha az ayrımcılığa maruz kalıp kalmadığımızdan ayrıca kuşkuluyum. Ama bugün ‘daha fazla’ olarak niteleyebileceğimiz şey, çok daha fazla malûmat: Kitle iletişim araçları, sosyal medya derken, gerçek zamanda olduğundan çok daha fazla şeyi biliyor durumdayız. Birisi ayrımcılığa maruz kaldı diyelim; bunu kalktı ve Facebook’ta beyan etti, ardından paylaştı ve sonra, ve sonra… arkadaşları buna tepki verdi, iyi bir de lobisi de vardı diyelim… Bu yönde de başlıkların konusu oldu, tamam. En ufak bir ayrımcılık ile ilgili bir haber sosyal medyada büyük yankı uyandırıyor. Ne yazık ki çok fazla ayrımcılık var. Bununla birlikte bugün yüzyıl öncesinden daha fazlası olduğunu sanmıyorum

Eğer oturup düşünmeye başlarsak, kim kime karşı ayrımcılık gözetiyor, temeli nedir? Genellikle bu , insan doğasının kendinin ötekinden daha iyi olduğuna her daim kendini inandırma hissine yönelik arzusundan ileri geliyor. Kendinizden sonra en yakın çevreniz ailenizdir. Kişinin kendi dini birçokları için önemli bir çemberdir. Birçok din 'kendi Tanrılarının' benzersizliğini yaymakla meşgul. Ve pek çoğu kendi halklarının diğer halklardan da iyi olduğuna ikna olmuş durumda. Hem din 'için' hem de halk 'için' savaşmaya hazır olma isteği çok hızla oluşur. Kendimizi iyi hissetmek istemekten kaynaklanabilecek bu tür inançları beslediğimizde, çok fazla acıya neden oluyoruz.

Bence bu durum sadece psikolojik gereksinimlerimiz söz konusu olduğunda işe yarar bir hal arz eder. Eğer bu konuda yeterince samimi isek, aslen insanın çaresizliğinin onu yoldan çıkarabileceğini biliriz. Ama bu da yetmez. Sadece çaresiz durumda olmak bize yetmez.

Çaresizlik özellikle politikacılar tarafından suistimal edilir. Hedeflerine ulaşmak için insanların zayıflıklarını kullanırlar. Örneğin bir ülkede ekonomik sorunlar olduğunda , hükümet yanlış giden her şeyi diğerlerine, ya yabancılara, çoğu zaman sorumlu tutulabilecek azınlıklara yükler. Ne yazık ki, birçok insan bu propagandaya inanır. Önyargılar derinleşir, ayrımcılık da öyle.

Bir örnek vereyim: Dün Katar’da iş yapan bir kimseyle konuştuk. Kendisine oradaki Filistinli azınlığın durumunu sorduğum zaman bana, orada başarılı olduklarını, istedikleri pozisyona erişebildiklerini ve para ve kudret kazanabildiklerini söyledi. Bunun üzerine kendisine, bunun çok ilginç olduğunu, çünkü tarihsel bağlamda bu söylemin aslen Yahudilere yönelik olarak dillendirildiğini belirttim. Kendi toplumlarındaki, ülkelerindeki sorunlarla uğraşmak yerine, kendi başarısızlıklarını sözde 'içlerindeki düşmana' yüklerler. Çünkü, neticede hepimiz basit insanlarız. Hepimiz radyo dinleyip, gazete kupürlerini okuyoruz. Buna karşılık kanaat önderleri gelip, bize ‘avantajı kaptırdığımızı’ söyleyince de, onlardan nefret etmeye başlıyoruz.

Halen Krallar ve Kraliçeler çağındayız… Peki bu tür bir iktidar halen meşru, yararlı mı?

Hangi kral ve kraliçelerden söz ettiğine bakar: Britanya’dan söz ediyorsan, benim Almanya vatandaşlığımın yanı sıra İngiltere vatandaşlığım da bulunuyor. Bizim bir Kraliçe’miz vardı, yaşlılık sebebiyle öldü ve şimdi de onun oğlu ki hiç de o kadar genç olmayan bir kimse, nihayet Kral oldu. Tabii ki çok demokratik değil Bu yalnızca temsilî bir rol. Bu durumu Hollanda, Belçika, Birleşik Krallık ve şu an anımsayamadığım birkaç ülke için de söyleyebiliriz. Gerçek bir güce sahip olmasa bile, Almanya Cumhurbaşkanı demokratik yollarla seçilir.

Peki bu durum Ortadoğu için de geçerli mi?

Hayır. Ortadoğu’da Krallar, Şeyhler mevcut. Onlar çoğunlukla aşiretlerden geliyorlar. Her biri esasen bir ülkeyi idare eder halde bir aşireti temsil etmekte. Bu başka bir hikâye ki, bu en basit haliyle demokratik olmayan bir yapıya tekabül ediyor. Bir aşiret ele geçirinceye dek, başka bir kabile ülkenin iktidarını elinde bulunduruyor.

Dünya medyası, insanlık ve demokrasinin seviyesinden ne ölçüde sorumlu kılınmalı?

Medyadaki dostlarıma bunu söylediğimde hoş karşılamıyorlar ama bana fikrimi soracak olursanız, medyanın günümüzdeki sorunlar karşısında çok büyük mesuliyeti bulunuyor. Gazeteci olan birçok arkadaşım var. Onların zaman baskısı ortada. Günlük gazete yetiştirmek durumundalar. Haftalık gazetelerin de bir son teslim zamanı var. Ama ben bir siyaset bilimci, bir araştırmacı olarak, kitabım adına tüm gün çalışarak, aradığım cümlenin doğrusunu, kesin kaynağını bulana dek çalışabilirim. Oysa, onların bunu yapabilecekleri bir zamanları yok. Bunun neticesi olarak genellikle onların yazdıkları da bir temele oturmuyor. Şimdi, bu da bizi ‘ürün’ün / haberin şu kaçınılmaz parçasına getiriyor: ‘Nasıl ifade ediyorsun?’

Zaman baskısı, tembellik, siyasi baskı ve ekonomik çıkarlar nedeniyle medya işlerinin gerektirdiği araştırma yönünden sıklıkla vazgeçer. Hükümet veya diğer sözcüler kendilerine ne söylediyse, tarihi doğrulamadan ve gerçekleri kontrol etmeden yayınlıyorlar. Bu medya tüketicilerinin neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmelerini çok daha zor hale getiriyor.

Çok değil, 20 yıl evvel Türkiye Avrupa Birliği’ne çok daha yakındı. Ancak gerek Türkiye gerekse Avrupa Birliği açısından, koşullar son derece değişmiş gibi. Bu konular hakkındaki fikirleriniz nedir?

Avrupa Birliği’nin ne kadar büyük olup olmaması gerekliliği, yine büyük bir soru işareti. Yıllar evvel Britanya Başbakanı Margaret Thatcher, Avrupa Birliği’nin genişlemesinden yana olduğunu beyan etti. Bunu çok istiyordu. Ama bunun ardındaki gerekçe şuydu: AB’yi zayıflatabilmek. Thatcher, kudretli bir AB’den yana olmadı. O sırada AB’de 12 üye bulunuyordu. Yine o sırada politik sistemler, ekonomiler birbirinden o kadar da ayrı düşmemişti. Bazı AB ülkelerinde Avrupa için daha federal bir yapıya doğru ilerlemek üzere baskı uygulandı. Güç tek tek ülkelerden AB'ye aktarılacaktı. Thatcher, İngiliz egemenliğinin diğer ülkelerin büyüklüğü nezdinde daha az güce sahip olmasına karşıydı ve federal bir yapıyı kesinlikle reddetti. Federalleşmeyi zorlaştıracağını bildiği için AB'nin genişlemesini savunma yolunu seçti.

Ardından bu genişleme süreci, demokratik yapıları ve ekonomik yapıları zayıf ülkelerini de AB’ye dahil etti. Bazen, kimi ülkelerdeki yolsuzluk seviyesinin son derece yüksek olduğu da görüldü. Ve neticesi, bugün maruz kaldığımız karmaşaya da bir nebze zemin hazırladı. Bu konuda size somut bir örnek veremem ama herkes bunun böyle olduğunun da farkında.

Türkiye' ye gelince, NATO çıkarları nedeniyle ABD, AB’ye katılım sürecinde Türkiye hükümetini desteklemesi için Avrupa'ya büyük baskı yaptı. Hatırladığım kadarıyla, o yıllarda Türkiye’nin AB üyesi olmaması için direten ülkelerin başında, Fransa geliyordu. İnancım o ki, başından beri zaten bu sürecin bir işe yaramayacağı ortadaydı. Bu adil değildi, çünkü temelde Türkiye’ye kimi konularda, aslen hayata geçirmeyi dahi istemedikleri kimi sözler verildi.

Üye olmak, ülkelerin AB'ye katılmadan önce sistemlerini, yasalarını ve politikalarını AB'nin katı kurallarına uyarlamak zorunda olduğu uzun bir süreçtir. Tüm süreç, artık AB üyesi olmak istemeyen Türkiye'yi aşağılama niteliğinde yürütüldü. Bu tıpkı sizin bir hanıma evlilikten bahsettikten sonra, onun da kendini mümkün mertebe en güzel hale sokup evliliğe hazırlanması ama ardından sizin yine çıkıp da başkasına gideceğinizi ona söylemenize benziyor.

AB şimdi aynısını Ukrayna’ya yapıyor! Ukrayna, savaştan bağımsız - en azı yolsuzluk diyebileceğimiz- birçok sorun ile boğuşuyor. AB adaylığına gerçekten hazır değil. Tamam, Ukrayna’ya yardım etmeliyiz, evet Rusya’dan gelen bu öfke korkunç! Bu, Ukrayna için bir trajedidir ve dünyanın geri kalanı adına da tehlike arz etmektedir. Ama bunu, Ukrayna’yı AB’ye dahil etmeden de yapabiliriz. Buna gerek yok. Kendilerine ekonomik yardımda vb. bulunabiliriz. Ama, Ukrayna henüz AB ile aynı seviyede değil, 100 yıl geride. Avrupalılar 20 -30 yıllık bir süreçten bahsediyorlar. Bu anlamsız bir vaat. Çok maliyetli ve zarar verici bir süreç haline gelebilir. Evlenmek istemediğiniz bir kadına evlilik vaadinde bulunmayın. Peki kimi yanıltmaya çalışıyoruz?

AB’ye dahil ol(a)mamış Türkiye ve oradan çıkmış Britanya, aynı cenahta mı size göre?

Bana öyle gelmiyor ancak Türkiye’nin inanılmaz bir jeopolitik konumu var, malûmunuz. Boğaziçi, Rusya… İnanılmaz… Türk hükümeti de bunu bir avantaj olarak değerlendirmek uğruna son derece akıllıca hareket ediyor. Mülkiyetinizin avantajını korumakla mükellefsiniz, yoksa tersini değil. Türkiye’nin kendine özgü sorunları var; Rusya ile ilişkileri… İngiltere’nin sorunları ise apayrı.

İngiltere AB'den ayrıldı ve şimdi yeni ortaklıklara girmesi gerekiyor. Eğer evlilik metaforuna bağlı kalırsak, bu uzun yıllar sonra eşinden boşandıktan sonra piyasaya geri dönen ve kendini daha çekici kılmak için spor salonuna giden bir adam gibi. Şimdi İngiltere'nin piyasa neler sunmasını görmesi gerekiyor. Ancak o kadar çok değil.

Tamam İngiltere çabalıyor ama bu konuda başarılı da olamıyor, aşağı yönde gidiyor, bu onların kabahati. Ve elbette, aşağı inişe de 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra başladılar. Büyük Britanya'nın sömürgelerinin sırtından zenginleştiği dönem sona erdi. Bence Brexit kararı, hani piyasalardaki o ‘biz yabancılardan daha iyiyiz’ zihniyeti inanılmaz seviyede aptalca, milliyetçi bir hareketti.

Tarabya Kültür Akademisi’nde yaklaşık üç aydır bulunmaktasınız. Nasıl bir çalışma ve hedef içerisindesiniz?

Dediğim gibi ben bir siyaset bilimciyim ve burada başladığım, gelecek yıllarda da sürmesini umduğum projem, diaspora toplulukları ve onların vatanları arasındaki gerilimlerin kökenleri üzerine kurulu. Yahudiler önemli diaspora toplulukları oluştururlar. Ayrıca ben bir Yahudiyim ve doğal olarak işimin bir kısmı Yahudi diasporasını içeriyor. Türkiye'deki cemaat elbette çok küçük.

Buna karşılık diğer Yahudi topluluklarını ele aldığımızda, onların İsrail’i destekleyip desteklemedikleri, bunu niye ve hangi değerlere göre tercih ettikleri, bu bağlamda bilişsel uyumsuzluğun (cognitive dissonance) var olup olmadığı gibi unsurları ele alıyorum. Ama sanıyorum aynı durumu Almanya’daki veya ABD’deki Türk diasporası da deneyimliyor. Daha önceki projelerimden biriyle alakalı olarak, Almanya’da o kesimlerden kimi bireylerle de, örneğin genç Türk ailelerle görüşmelerim olmuştu. Onların davranışsal modellemeleri ise umuyorum ki gelecek yıldaki çalışmalarıma dahil olacak.

Türkiye, yüzüncü yılını kutlama eşiğinde. Gerek Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kurulduğu sırada, gerekse günümüzde ‘Ulus - devletler’in de sayısı yine giderek artışta. Gözleminiz nedir?

Ulus devletlerde gördüğümüz hareket bir yere gitmiş değil. Eski imparatorlukların devri artık bitti. Ama yine de dönüp, meselâ geçmişin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na veya Osmanlı İmparatorluğu’na baktığınızda, ‘öteki’ne dair kabulün, hoşgörünün daha fazla olduğunu görüp, etkilenebilirsiniz. Bir ülkeden diğerine rahatça geçildiğini görebiliyorsunuz. Artık durum böyle değil ve herkes ‘Biz kendi halkımızdan ibaretiz,’ deme derdinde. Evet tamam, insanların kendi kendilerini yönetmeye elbette hakları mevcuttur. Ancak bunun karşılığında ödeyeceğimiz bedelin adı da nasyonalizmdir. Milliyetçiliktir. Bu, asla yok olmayacak bir hastalıktır. Eğer bedeninize bir kere sirayet ettiyse orada kalan bir virüstür.

Bu durum karşısında yapabileceğimiz en önemli şey bu virüsün şiddet içerikli olmamasına dikkat edebilmektir. İnsanların bakış açılarını değiştirebileceğimize inanmıyorum. Ama bakış açılarının da, birer şiddet eylemine dönüşmemesi gerekiyor. Bana göre, en önemli şey budur. Biz sıklıkla önyargılardan bahsediyoruz. Bence başta da söylediğim üzere bizler sadece vakit kaybediyoruz, çünkü insanlar hep, kendilerini ötekinden üstün görmeye meyilliler. İnsanlar hayatlarını önyargılarla sürdürüyorlar.. Ve önyargılara karşı mücadele, gerçekten vakit kaybı. Bu noktada gerçekten yapmamız gereken şey, şiddeti önlemektir. Bakın, eski Yugoslavya’da insanlar bir aradaydı; iyi komşuları vardı ve ardından politikacılar onları birbirlerine düşürmeye başladı. Ve her şey şiddete dönüştü. Oysa onlar iyi komşulardı. Eğer şiddetin gelmekte olduğunu fark edebilirsek, hemen devreye girmeli ve bu konuda uyarımızı derhal tekrar edebilmeliyiz.

Günümüzün en kirletilen, yorgun tabirlerinden biri, demokrasi. Geleceğinden umudunuz var mı?

Evet ama, tekrar etmem gerekirse, bunu da ancak şiddetten kaçınıp, onu önleyerek sağlayabiliriz.