YAZARLAR

Ne içindeymişiz, serginin…

İzleyici, İngiliz sanatçı Christopher Page’in Dolapdere’deki Dirimart’ta 30 Ekim’e kadar sergilenen yapıtlarını tükettiğini sandığı sırada, sergi de ziyaretçileri daha bir duyarsızca besliyor. Hakikati ve ona sahip olduğunu zanneden kişi ya da kişiler, esere her bakışında yeniden ölüp, tam da bu sebeple gezdiği sergiyle tekrar diriliyor. Tabiri caizse, Narkissos’un ayağı sonsuza kadar Simurg’a takılıyor.

İstanbul Dolapdere’de, Hazer Özil direktörlüğünde hizmet veren 20 yıllık sanat galerisi Dirimart’ta (Müzenin Sönümlenen Işığı - dirimart) 30 Ekim’e kadar dokuz ayrı çalışması ve mekâna müdahalesiyle, 1984 doğumlu genç İngiliz sanatçı Christopher Page’in (‘Resim Galerisi’ndeki Kısık Aydınlık/Fading Light in the Picture Gallery) sergisi yer alıyor.

Kayıtlı nüfusu 18 milyonu geçen megapolde, kişi başına en az 14 serginin düştüğü mevcut imge-metin-ziyaret-izlenim izdihamında Page’in sergisi, yaşamsal bir ironi ile bu endüstriyel kültür üretimi üzerine ‘sayfayı’ hınzırca çeviriyor ve olanca renkliliği, işçiliği ve kamuflaj etkisiyle mevcut atmosfere tekrar sinmeyi deniyor.  

Galerinin Türkçesiyle, basına ve kamuoyuna ‘Müzenin Sönümlenen Işığı’ başlığıyla tanıtmayı seçtiği sergi, çıkışta, hani kalın bir kitabı bitirdikten sonraki o yalnızlık, okuduklarına karşı sorumluluk ve ‘Hayır, şimdi şöyle bir şey var…’ deyip kendi kendinizle çakırkeyif giriştiğiniz, yazılanların hepsini doğru anlamaya dair malûm bitkinlik hissini bu kez görsel olarak çağrıştıran, apaçıklılığındaki kurnazlıkla izleyiciyi daha da uyaran bir etki vadediyor.

Sergi, evvelâ mekânı, tüm deneyim -yapıtın asıl izleyici ve eyleyicisi olarak kendi kendiyle muhabbete bırakıyor. Derken tümü 2022 tarihli yapıtlar mekânda ‘belirmeye’ başlıyor. Page, tümü tuval üzerine yağlıboya eserleri ‘Pastoral’, ‘Manzara’, ‘Öğle Sonrası’ veya ‘Geçen Gece’, ‘Kış Bahçesi’ ya da ‘28 Ekim’ gibi ifadelerle nitelemeyi yeğliyor.

.

Mekân yerine geçtikten sonra izleyiciler, mekândaki her bir eserden seçtikleri nezdinde, o hayali koltukları arıyor. Bu tıpkı, hani zaten aynı uçağa binen ‘business class’takilerin kibirli binişlerini takiben, daha iki dakika bile geçmeden ‘ekonomi sınıfı’ izleyicilerin yerlerini ararken onları mütebessim şekilde teker teker izlemesine, 'business class’takilerin ise, bu sefer köşeye sıkışıp, onların art arda ama ekonomik bakışlarından gözlerini kaçırmaya çalışmalarına benziyor.

Çok geçmiyor; izleyiciler ile kendi kendileri arasında çetin bir iktidar savaşına giren yapıtlar, galerideki yer ve vazifelerini tüm görsel ikâmetgâhlarıyla daha da metanetle alıyor:

Londra’daki Ben Hunter (Christopher Page (Works) | Ben Hunter) sanat galerisiyle de temsil edilen Page, bir bakıma sanat tarihindeki ‘Op-Art’, ‘Zero’, ‘Sürrealizm’, ‘Empresyonizm’ ve ‘Minimalizm’ ile ‘Foto-realizm’, ‘Kavramsal Sanat’ veya felsefedeki ‘Simulasyon’ mefhumu gibi, hani ‘ plastik sanatlar’ deyip kesip attığımız o kuramsal ve pratik paletteki bilumum modern ve postmodern ‘renk’ ile de muzipçe selâmlaşıyor.

Dorset’te yaşayan ve çalışan sanatçı, katmanlar-kavramlar arası görsel lezzetiyle adeta İstanbul’da pişirdiği bir tepsi Karaköy böreğini andıran kara delik etkili eserleriyle, galeri içerisinde, ellerindeki dijital kelepçelerden akan sabırsız enerjiyle, birer sinek tutarsızlığında oradan oraya uçuşan izleyicilerin algısını alabildiğince doyuruyor.

Dirimart’ın, iç mimarisi ve bilhassa süpürgeliklerine yaptığı geometrik, optik ve grafik müdahalelerle de bu oyunun kurallarıyla oynadıkça tadını daha fazla çıkaran, eserlerinde bir örümcek işçiliği, titizliği, güzelliği ve sabrıyla çalışan Page’in çalışmaları, hem mekânın hem sanat eserinin hem izleyicinin ve hem de o eseri mülkiyetine geçirenin varlık ve işlev sınırlarını, her bir izleyici nezdinde art arda test ediyor.

.

Duyuların algıyla aralarındaki samimiyeti de münazaraya açan, böylece eserini bir nebze daha kamusallaştıran Page, bu ‘gözalıcı’ eserlerinde, gölgenin, intibanın, önyargının, bilinçaltında türeyen ‘güzel’ ve ‘çirkin’in kök saplarını, galerinin iç yüzeyinden kavramsal bir hasılat misali topluyor. Yapayın ürettiği hakikatten doğan yapayın meşruiyetini imtihan ediyor.

Bunda, sanat, şiir ve deneme dergisi ‘Effects’in de editörlerinden biri olan Page’in kişisel sanat tarihinde kilometre taşı sayılan, Vezüv Yanardağı'nın M.S.79’da üzerini örttüğü, Roma İmparatorluğu’na bağlı antik Pompeii kentine çıktığı gezinin de etkisi bulunuyor. Galerideki devasa pencerelerin teşhir ettiği mahşerî, ‘pastoral’ güzellik, Fransız felsefeci Jean Baudrillard’ın sözüyle, ‘kötülüğün şeffaflığı’ karşısında aslen ve çoktan ne kadar hipnotize olduğumuzu -olmayanlar için ise buna ne kadar razı olduğumuzu- yeniden hissettiriyor. Bu şeffaflık, bu suç ortaklığı o kadar yüzsüz bir hal alıyor ki, sanatçının ‘İnanılmaz Görünüm’ ve ‘Öndeki-Dahili’ ya da ‘Dahili-Halen Mevcut’ gibi ‘yalancı ayna’ları, biz galeriden gidene kadar zerre sır vermiyor. Suretler, aynaların aslıyla asla kat’a baş edemiyor.

Page’in çerçeve, paspartü, süpürgelik, şöminelik, duvar ve pencerelerinin boca ettiği bu topyekûn resim aynı zamanda, artık her biri birer pencere büyüklüğündeki TV ve bilgisayar monitörleri ile telefon ekranları karşısında nasıl uyuştuğumuzun da sadist-mazoşist bir alegorisi haline geliyor. İlk bakıştaki tembelliğiyle esasında en şiddetli eylemi üreten ‘yapıt’ hakkında nasıl bir tutum alacağını öngöremeyen izleyici, Page’in yapıtlarını tükettiğini sandığı sırada, sergi ziyaretçileri çok daha duyarsızca besliyor. Hakikati ve ona sahip olduğunu zanneden kişi ya da kişiler, esere her bakışında yeniden ölüp, sergiyle tekrar diriliyor.

Tabiri caizse, Narkissos’un ayağı, her seferinde Simurg’a takılıyor.