YAZARLAR

Dönülmez akşamın ufkunda

Dönülmez akşamın ufkundaki AKP, kendi eliyle yarattığı yönetilemezlik krizini değil çözmekten, krizin ardındaki sebepleri tahlil etme iradesi göstermekten dahi aciz; böylece kendi kaçınılmaz sonuna doğru adım adım yol alıyor.

AKP’nin İstanbul’da CHP kurmaylarını bile şaşırtan açık ara yenilgisinin ardından yandaş basının kendilerine gazeteci, akademisyen, analist diyen kadroluları yenilgiyi seçmenin seçimin tekrarlanmasına verdiği tepki ile açıklamanın konforlu sularında, işlerine kaldıkları yerden devam edebilecekleri düşüncesiyle hareket ediyor olmalılar. Öyle değil mi ama, “biz zaten seçimin yenilenmesini istememiştik, CHP istedi” diyerek yenilginin suçunu yenene yüklemek, o da olmadı yapılan onca hizmeti görmeyip bir kalemde ve durduk yere mührü “karşı tarafın adayına” basmak yoluyla nankörlüğünü tescilleyen seçmeni suçlamak, bir süreliğine daha kaçınılmaz sonu görmezden gelmelerini kolaylaştıracak. Nitekim, 24 Haziran sabahı ve sonrasında yandaş televizyonlarda konuşulanlara bakınca, kimilerinin hâlâ bu ilk şokun yenilgiden tüm sandıkların yeniden sayılması yerine seçimi tekrarlama kararı alan YSK’yı, olmadı milletin iradesinin tecelli bulmasına -sandıkların yeniden sayılmasına- itiraz eden CHP’yi sorumlu tutma yoluyla atlatılabileceğini düşündüklerini gördük. Öyle ki, İstanbul’daki toplam 31 bin 124 sandıktan yalnızca 51’nin yeniden sayılması yaklaşık 10 gün sürmüşken, tüm sandıkların yeniden sayılması makul ve olabilir bir şeymiş gibi seçmenin aklı ve duygularıyla alay etmeye devam ediyorlardı. Ama işte, ne olduysa olmuş, YSK seçimin tekrarlanmasına hükmetmiş, seçmen de İmamoğlu’nun yaşadığı mağduriyete tepki olarak, sırf bu yüzden, yani tamamen duygusal sebeplerle, gidip oyunu İmamoğlu’na vermişti. Hal böyle olunca, AKP’nin yalnızca İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de, Adana’da, Antalya’da, Bolu’da ve Mersin gibi büyük şehirlerde yaşadığı hezimetin, insanların gündelik hayatlarını giderek çekilmez hale getiren kötü kent yönetimiyle, betonlaşma ve rant sevdasıyla, krizi derinleştiren ve krizin yükünü yoksulların sırtına atan kötü(cül) ekonomi politikasıyla, komşuyu komşuya düşman etmek ve böylece mahalleleri, sokakları yaşanamaz hale getirmekten başka bir işe yaramayacak düşmanlaştırıcı dille ilişkisini kurmaya da gerek kalmıyordu. Böylece yerel yönetimlerin kaybı bir tür seçim kazası olarak değerlendirilip merkezi yönetim lehine birkaç yasal düzenleme ve CHP’li belediyeleri çalıştırmayacak önlemlerle geçiştirilebilecekti.

Daha ilk günden, AKP’nin bu seçim yenilgisini dikkate alacağı ve baş aşağı gidişi durduracak önlemlerle baskıcı yöntemler ve politikalarında göreli bir rahatlamaya gideceği beklentileri de boşa çıkmış oldu. CHP’nin cumhurbaşkanının tarafsızlığını sağlayacak bir anayasa değişikliği için referanduma gidilmesi yönündeki iyi niyetli ve temiz kalpli önerisinin kabul görmeyeceğinin baştan belli olması bir yana, yenilgideki payları parti içinde de konuşulan Süleyman Soylu ve Berat Albayrak’ın görevden alınıp alınmayacağı bile hala tartışma konusu. Diğer yandan, Erdoğan partisinin MYK toplantısında seçimi kazanan İmamoğlu’nun görevden alınmasını istediğini açıkça dile getiriyor. Böylece, sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi, parti eğer fabrika ayarlarına dönerse krizin atlatılabileceğini düşünenler ilk günden bu beklentilerinin gerçek hayatta bir karşılığının olmadığını gördüler. Zira Erdoğan ve yakın çevresi, atılacak en küçük bir geri adımın mutlak yenilgiyle sonuçlanacak bir düşüşe yol açacağından endişe ediyor olmalı.

Aslında, yandaş medyada seçim sonuçlarına verilen tepki, -küçük mızırdanmaları saymazsak- bu geri adım beklentisinin gerçekte bir karşılığının olmadığını daha 24 Haziran sabahı ortaya koymuştu. Uzun süredir yandaş medyanın gediklileri ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında adeta bir kozmik bağ mevcut. Erdoğan’ın öngörmediği herhangi bir şey söylemedikleri gibi, Erdoğan da onları şaşırtacak, bocalatacak çıkışlar yapmıyor ne zamandır. Bu nedenle, eğer 24 Haziran sabahı bu organizmanın en uç uzuvları seçim sonuçlarını doğru oku(ya)mayıp bir tür inkâr taktiğiyle yenilginin sebeplerini ve sonuçlarını geçiştirme yoluna gidiyorsa, olası sonu görmezden gelmeye ve böylece gerçek bir hesaplaşmayı ertelemeye yönelik aynı taktiğin en tepede de benimsendiği anlaşılıyor.

Dahası, belki görüntüyü kurtarmaya, bakın işte bir yanlışlık varsa düzeltiyoruz, demeye yönelik küçük hamleler dışında iktidarın baskı, korkutma ve yıldırma yoluyla yönetme politikasından geri adım atmayacağı anlaşılıyor. Beyaz Show’a katılarak “çocuklar ölüyor, sessiz kalmayın” dediği için -üzerinden zaman geçince unutuluyor, dilerseniz o videoyu tekrar izleyin, gerçekten sadece bunun için mi bebeği ile hapse girdi diye sormadan edemiyor insan- bir tür lince maruz kalan ve tutuklanan Ayşe öğretmen beraat ediyor örneğin. Ne ala, demek ki ülkede hâlâ adil karar verebilen mahkemeler var, dedirtiyor insana. Oysa aynı gün başka bir mahkeme yaklaşık iki yıldır tutuklu bulunan Osman Kavala’nın tutukluluğuna devam kararı veriyor. Aynı davada, Yiğit Aksakoğlu’nun tutuksuz yargılanması kararı çıkıyor. Bu arada sadece bir tiyatro oyunu yazıp oynadıkları için “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçlaması” ile Mehmet Ali Alabora, Pınar Öğün ve Meltem Arıkan da yargılanıyor. “Bağımsız yargı” bu haldeyken, bir yargı reformu paketiyle her şeyin düzeltileceği vaadi yine geçtiğimiz hafta içinde dolaşıma sokuluyor.

Bütün bu makyaj hamleler bize iki şey söylüyor: Birincisi, dönülmez akşamın ufkundaki AKP, kendi eliyle yarattığı yönetilemezlik krizini değil çözmekten, krizin ardındaki sebepleri tahlil etme iradesi göstermekten dahi aciz; böylece kendi kaçınılmaz sonuna doğru adım adım yol alıyor. İkincisi, iktidarın baskıcı politikaları altında ezilen, işlerini yapamaz hale getirilen, işten çıkarılan gazetecilerin, sırf barış istedikleri için ihraç edilen, tutuklanan, pasaportları, özgürlükleri ve anayasal hakları gasp edilen, sivil ölüme mahkum edilerek insanlıktan çıkarılan bizlerin, hiçbir makul gerekçe, delil olmaksızın hapiste tutulan ve eninde sonunda beraat edecekleri bilinse de günlerinden gün, ömürlerinden ömür çalınan, bir tür rehin alma politikasına kurban edilen onlarca siyasetçinin, hak savunucusunun, gazetecinin, akademisyenin ve artık demokrasinin ne denli kıymetli bir şey olduğunu daha iyi anlamış olan tüm muhalif bloğun beklediği “güzel günler”, AKP’nin İstanbul’u kaybetmesiyle gelmeyecek. Evet, 23 Haziran’da bir şey oldu. Devamını getirmek, birilerinin baş aşağı gitmekte olduğunu idrak etmesi ve buna yönelik geçici önlemler almasında değil, bizim elimizde.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.