YAZARLAR

Muhalefet loading!

Bir süredir, gücünü halktan, hep söyleyegeldiği gibi milli iradeden değil, “yapabiliyor olmak”tan alan bir yönetim modeliyle karşı karşıyayız ne de olsa. Buradaki asıl sorun, muhalefetin de bunu kanıksaması ve her seferinde iktidarı bir adım gerisinden takip etmesi. Kılıçdaroğlu’nun yeni yıl mesajında izleyenleri gülümseten “loading halkım loading” sözleri, sanki bütün yaşadıklarımızın ve bundan sonra yaşayacaklarımızın bir özeti.

İstanbul’u alan Türkiye’yi alır mı? Soru başka şekillerde de sorulabilir. İstanbul’u gasp eden Türkiye’yi gasp eder mi? Ya da son zamanlardaki moda tabirle İstanbul’a çöken, Türkiye’ye çöker mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce birkaç kez söylemiş olduğu “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” sözlerini hatırlayalım. Bu söz söylendikten sonra AKP İstanbul’u birkaç ay arayla iki kez kaybetti. Şimdilerde ise seçimle alamadığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ele geçirebilmek için belediye çalışanlarının şecerelerini, İmamoğlu hakkında verilen “hakaret” mahkumiyetini ve hatta Belediye’nin 2019’da satın aldığı Fatih Sultan Mehmet tablosunu bahane ediyor. Genel seçimlere sayılı ay kalmışken, İstanbul’un kaynaklarının iktidarın seçim kampanyasını finanse etmek için kullanılması zaruretinden ve bu zaruret nedeniyle AKP’nin ne yapıp edip İstanbul’un yönetimini ele geçirmek istediğinden alenen söz ediliyor. Dünyanın sayılı metropollerinden birinin yönetimine iktidar tarafından, hem de seçim arifesinde kayyum atanması, öylece olabilecek bir şeymiş gibi ciddi ciddi konuşuluyor.

Aslında garip olan böyle bir durumun hem iktidar, hem de muhalefet tarafından ihtimal dahilinde görülmesi. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu Salı günkü grup toplantısında “Yargıyı sopa olarak kullanarak, milli iradeye darbe vurarak bir şekliyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne çökmek istiyorlar” dediğinde, iktidar cenahından kimse çıkıp “olur mu öyle şey, ne demek çökmek” demiyor. Diyemiyor. Seçim meydanlarında her ağızlarını açtıklarında “milli iradeye saygı”dan söz edenler Kılıçdaroğlu’nun “milli iradeye darbe vurmak istiyorlar” sözleri karşısında suskunluklarını korumakla yetiniyorlar. İçişleri Bakanı, basın toplantısı yapıp haklarında bir yargı kararı, hatta bir soruşturma dahi olmayan İBB çalışanlarının isimlerini “terör iltisaklısı” damgasıyla ifşa ettiğinde, İmamoğlu bir başka basın toplantısı yaparak o isimlerin değil, AKP döneminde işe alınan başka isimlerin terörist, terör iltisaklısı olduğunu ilan ediyor. Buna cevaben, İçişleri Bakanı vakit kaybetmeden yeni bir açıklama ile İmamoğlu ile aralarında 40 telefon görüşmesinin geçtiğini açıklıyor. Muhtemelen siz bu satırları okurken İmamoğlu’nun Soylu’ya cevabı gecikmeden gelmiş olacak. Adeta, Türkiye’nin kaderini belirleyecek seçim yaklaşırken kamuoyunun üzerinde konuşması gereken konu İBB’de çalışan bir temizlik işçisinin şeceresi ya da İmamoğlu’nun Soylu’yu kaç kez aradığı, bu aramaların kaçının cevapsız kaçının cevaplı çağrı olduğuymuş gibi.

Bütün bunlar olup biterken, aslında iktidar da, muhalefet de İstanbul’da belediye yönetimine “çökme”, “gasp etme” hadi kibarca el koyma ihtimalinin konuşulmasının dahi, önümüzdeki seçimin bildiğimiz seçim olmayacağının ilanı olduğunun farkında. Gerçi epeydir Türkiye’de yapılan seçimler demokratik ülkelerde yapılanlara benzemiyor. Evet, seçmen listeleri asılıyor, o ülkelerin birçoğundakinden daha coşkulu, çekişmeli seçim kampanyaları, mitingler düzenleniyor. Sandıkları korumak için binlerce seçmen, parti üyesi oy çuvallarının üzerinde sabahlıyor. Televizyon ekranlarında elleri çubuklu yorumcular sabahlara kadar seçim sonuçlarını takip edip yorumluyor. Ama o kadar. Kalabalık dağılıp spot ışıkları söndüğünde, yine aynı karanlığın içine yuvarlanıyoruz. İktidarı da, muhalefeti de olağan görevlerini yerine getiriyor, bir sonraki seçime hazırlanıyorlar. Oysa sahnelenen bu “oyun” dahi olağan koşullarda gerçekleşmiyor: 30 Mart 2014 gecesi Ankara’da seçimi önde götüren Mansur Yavaş’ın sisteme veri akışı durdurulduktan kısa süre sonra nasıl Melih Gökçek’e yenildiğini hatırlayalım. 7 Haziran 2015’te sonuçları beğenmeyen iktidarın 1 Kasım’da seçimi nasıl yinelediğini, 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşanan felaketleri hatırlayalım. 2018’de OHAL şartlarında yapılan seçimlerde “Olmaz olmaz demeyin… Türkiye absürtlükler ülkesi, eğer Demirtaş özgür bırakılmazsa bir cumhurbaşkanı adayının miting yapamadan, medyada yer bulamadan, seçmene seslenemeden kampanya yürütmesine tanık olacağız” diye yazmıştım. Tamı tamına öyle oldu. 2019’da İstanbul’da aynı zarfa atılan dört oydan biri -sadece iktidarın hoşuna gitmeyeni- iptal edildiğinde ve sırf bu sebeple seçmen bir kez daha sandık başına götürüldüğünde de biliyorduk, artık bu yapılan seçimlerin bildiğimiz seçimler olmadığını. Aynı seçimlerde HDP’nin aldığı 65 belediyenin bugüne kadar 59’una kayyum atandı, belediye başkanları tutuklandı.

Bütün bu gariplikler yaşanırken muhalefet bize hep “her şeyin çok güzel olacağı” bir sonraki seçimleri işaret etti. Henüz cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı belli olmayan Kemal Kılıçdaroğlu, karşılaşılan her adaletsizlikte, yaşanan her mağduriyette sabretmesini salık verdiği seçmenine sandığı işaret etti. O sandığın kurulmasına bu kadar az zaman kalmışken, yeni bir hamle ile İmamoğlu’nun görevden alınabileceği konuşuluyor. İktidarın bugüne kadar seçim kazanmak ya da seçim sonucunu dilediğince değiştirmek için yaptıkları bundan sonra da yapabileceklerinin bir göstergesi olarak kanıksanıyor. İktidardan buna dair bir yalanlama gelmeyecektir elbette, hatta öngörüldüğü gibi yeni yılın ilk haftalarında Diyarbakır’a, Van’a, Mardin’e olduğu gibi İstanbul’a da kayyum atanması muhtemel. Bir süredir, gücünü halktan, hep söyleyegeldiği gibi milli iradeden değil, “yapabiliyor olmak”tan alan bir yönetim modeliyle karşı karşıyayız ne de olsa. Buradaki asıl sorun, muhalefetin de bunu kanıksaması ve her seferinde iktidarı bir adım gerisinden takip etmesi. 6’lı Masa dağılıyor mu, dağılmıyor mu; Cumhurbaşkanı adayı Ali Babacan mı olacak, Mansur Yavaş mı gibi sahte gündemlerin, iktidar sözcülerinin ortaya attığı laf kalabalığının peşine takılıp somut adımlar atamaması. Her şey olup bittikten sonra, çoğu zaman sadece sandığı adres göstererek, kimi durumlarda Kılıçdaroğlu’nun dünkü grup toplantısında yaptığı “Cehennemin kapılarını açmak” gibi retorik söylevlere başvurarak özenle “oyunun içinde” kalmayı yeğlemesi. Salt bir beklentiyi, seçmenin bu beklentinin peşine takılacağı ve önümüzdeki seçimlerde muhalefetin kazanmasını sağlayacağı beklentisiyle kampanya malzemesi olarak sunması. Kılıçdaroğlu’nun yılbaşı gecesi yayınladığı yeni yıl mesajında izleyenleri gülümseten “loading halkım loading” sözleri, sanki bütün yaşadıklarımızın ve bundan sonra yaşayacaklarımızın bir özeti.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.