YAZARLAR

Seçimleri ertelemek: Asrın felaketi mi asrın gaspı mı?

Özenle ve profesyonelce hazırladıkları propaganda mesajlarında depremin şiddetini atom bombası ile karşılaştırmaları boşuna değil: “Eğer bir ülkeye 132 atom bombası atıldıysa, o ülke elbette savaş koşulları altındadır.” Savaş koşullarında ise seçim yapılmaz. “Asrın felaketini”, bugüne kadar her şeye rağmen seçimler zamanında yapılabildiği için hâlâ demokratik ülkeler liginde kabul edilen Türkiye’de elde kalan son hakları gasp etmek için bir fırsata çevirmek, başka kimin aklına gelebilirdi ki?

Hiçbirimiz iyi değiliz. İyi olabilecek miyiz bilemiyorum. Yurtdışından bir meslektaşım benim ve sevdiklerimin iyi olup olmadığımızı sormak için yazmış: “Fiziken iyiyiz ama ruhlarımız yaralı”. Tüm Türkiye, metafor filan değil, gerçekten de enkaz altında kaldık. 20 yıldır iktidarın her türlü nimetinden yararlanmış bir güruhun enkazının altındayız. Sesimizi duyan var mı?

Eğer hâlâ okumadıysanız, Selahattin Demirtaş’ın dün Gazete Duvar’da yayınlanan “Yoksa Erdoğan Haklı mı?” başlıklı yazısını okumanızı öneririm. Cezaevi koşullarında bile, muhalefetin nedense dile getirmekten imtina ettiği soruları teker teker soruyor. Kaçınılmaz olduğu herkesçe bilinen bu depremlerin verdiği hasarı en aza indirmek için yapılmayanları sıralıyor. Enkaz altında kalan depremzedeleri kurtarmak için, depremde evsiz-barksız kalanlara yuva, çadır, gıda, ihtiyaç malzemesi sağlamak için, kaybolanların izini bulmak, enkaz altında kalanların, onları arayan yakınlarının sesini duyurmak için, fiziken ve duygusal olarak ağır yaralar alan depremzedelerin yaralarını sarabilmek, acılarını bir nebze dindirebilmek için oradan oraya koşturan on binlerce, yüzbinlerce yardım gönüllüsünün zihinlerini meşgul eden soruları sıralıyor. Günlerdir çaresizlik içinde çırpınan milyonlarca vatandaşın başlarına gelebileceklerden korktuğu için dile getirmekten imtina ettiği sorular bunlar. Bu depremler yaşanmadan önce, uzmanların defalarca yaptığı uyarılara kulak tıkayanların, tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi, cinayeti bile bile hiçbir şey olmayacakmış gibi yoluna gidenlerin, bunu önlemek için hiçbir şey yapmayanların suç ortaklığını göz önüne seriyor.

Cinayet, binalar yıkıldığında işlenmedi sadece. Sayısını hiç bilemeyeceğimiz binlerce insan, o enkazların altında yardım beklerken, uzman ekiplerin, bu konuda tecrübeli madencilerin, arama kurtarma timlerinin deprem bölgesine günler sonra gönderilmesine sebep olan, tek adamın talimatı olmadan hiçbir şeyin yapılamadığı bu ucube sistem kurulduğunda işlendi. İlk depremde hasar göreceği bilinmesine rağmen Hatay’da havaalanı fay hattının üzerine inşa edildiğinde işlendi. Her fırsatta “bizden önce yol yoktu” diye böbürlenen iktidar, eğer depremde yıkılmadıysa ilk kar fırtınasında müdahale edip ulaşıma açamayacağı yolları yaparken işlendi.

O enkazın altında can veren çocuklar daha doğmadan önce, çok önce kazıldı mezarları. Depremzedelerin 9 gün sonra bile enkazdan canlı kurtarılmaları, hani medyada neredeyse nümayişle karşılanıyor, bir reality-show izlercesine, canlı yayınlarda soluklarımızı tutup yerin dokuz kat dibinden çocukların, gençlerin, kadınların tekbir sesleri eşliğinde çıkarılmasını izliyoruz. Çok şükür, bir can daha kurtuldu! Medya bize bu insanların kaçının hayata tutunabildiğini, enkazdan çıkarıldıktan sonra hayatta kalabildiğini söylemeyecek. Neden o insanların enkazdan hemen, birkaç saat içinde, olmadı birkaç gün içinde, yani hayatta kalma şansları hala varken çıkarılmadıklarını, sorumluların kim olduğunu, hemen yola çıkmak için kimden talimat beklediklerini ya da neden ilk müdahaleyi yapabilecek kurtarma ekiplerinin deprem bölgesinde zaten hazır bulundurulmadıklarını sorgulamadığı gibi.

Bunun yerine hep yapılageldiği gibi, usulüne uygun inşa edilen binalar ayakta durmaya devam ederken ilk sarsıntıda un ufak olan binaların müteahhitlerini, sadece elleriyle o cinayeti işleyenleri günah keçisi ilan edecekler. Sırf öfkeyi dindirmek, insanların yüreğine su serpmek için tutuklanan birkaç müteahhit, 1999 depreminden biliyoruz ki alabilecekleri en hafif cezayla, o da zaman aşımına uğramazsa, kurtulacaklar. İnsanların acısını, yalnız bırakılmanın verdiği çaresizliği, öfkeyi fırsat bilen ırkçılar ise bu öfkeyi kendileri için en faydalı biçimde kullanmanın yolunu hemencecik bulacaklar. Kendileri de depremzede olan mültecileri gaspçılıkla, yağmacılıkla suçlarken depremde hasar gören marketlerden ellerinde bebek maması, çocuk bezi, makarna ile çıkan insanların videolarını izletecekler.

Nefretten, empati yoksunluğundan, ırkçılıktan siyasi rant devşirmeye çalışan fırsatçıların rol çalmaya yeltendiği başka fırsatçılar var oysa. Daha ismini bilmediğimiz, belki de hiç öğrenemeyeceğimiz binlerce depremzedenin altında yattığı enkaz kaldırılmadan, hiç zaman kaybetmeden bu büyük yıkımı kendileri için faydaya çevirmenin yollarını aramaya başladılar. İlk kim başlattı bilemiyorum, Cumhurbaşkanı Erdoğan depremzedelere seslenirken işaretini vermişti zaten: “Bana bir yıl verin!”. Yakınları, sevdikleri, evlatları hâlâ başlarına yıkılan evlerinin altında olan depremzedelere inşaat + 10 bin TL vaad ederken söyledi bu sözleri. Bu sözlerden kendine vazife çıkarmış olmalı ki, gözden düşmüş Bülent Arınç -belki böylece yeniden göze girer- seçimlerin ivedilikle bir yıl ertelenmesi çağrısında bulundu. Anayasaya göre bu ertelemeyi yapabilecek herhangi bir mercii yok Türkiye’de. Çünkü savaş hali dışında, seçimleri ertelemek mümkün değil. Ama elbirliğiyle yarattıkları enkazı bir yıl daha kaldırmamak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını bildiğimiz fırsatçı azınlık çalışmaya çoktan başlamış. Daha yardım ekipleri enkazın başına ulaşmadan, anlıyoruz ki AKP’nin seçim kampanyasını da yöneten şirket, videolar, infografikler ve sosyal medya paylaşımlarını da kapsayan bir “Asrın Felaketi” kampanyası hazırlamış. Yardım bekleyenleri ve onların yaralarını sarmak için çaresizce çırpınan milyonlarca insanı bu felaketin “asrın felaketi” olduğuna inandırmaya çabalıyorlar. Hazırladıkları infografikte 7.7 şiddetindeki depremin 132 atom bombası etkisinde olduğunu söylemeleri boşuna değil. Bütün bunların bir “kader planı” olduğuna insanları ikna etmekte zorlanmış olmalılar ki, bu sefer beceriksizliklerini felaketin büyüklüğünün arkasına saklamaya çabalıyorlar. Ama bunun ötesinde, özenle ve profesyonelce hazırladıkları propaganda mesajlarında depremin şiddetini atom bombası ile karşılaştırmaları boşuna değil: “Eğer bir ülkeye 132 atom bombası atıldıysa, o ülke elbette savaş koşulları altındadır.” Savaş koşullarında ise seçim yapılmaz. “Asrın felaketini”, bugüne kadar her şeye rağmen seçimler zamanında yapılabildiği için hâlâ demokratik ülkeler liginde kabul edilen Türkiye’de elde kalan son hakları gasp etmek için bir fırsata çevirmek, başka kimin aklına gelebilirdi ki?


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.