YAZARLAR

Muhalefet 'dini inanç sebebiyle' anayasa değişikliğine neden hayır demeli?

İktidar, tıpkı AKP çevresinin kuruluş yıllarında sıkça atıf verdiği ve tarihteki ilk Anayasa olarak adlandırdığı “Medine Vesikası”ndaki gibi, her cemaatin kendi inançlarına göre, kendi hukuk düzeni altında yaşadığı, böylece bugünün evrensel hukuk ilkelerine göre suç teşkil eden her türlü istismarın cemaatlerin ve “kutsal aile”nin yüksek duvarları ardında saklı kaldığı, din temelli bir rejim inşasını bir seçim vaadi olarak sunmanın hazırlığını yapıyor.

Cumhur İttifakı’nın Meclis Başkanı Şentop da dahil, 336 milletvekilinin imzasıyla meclise sunduğu Anayasa değişikliği teklifinin temel hak ve özgürlükleri herkes için güvenceye almaya yönelik normatif bir düzenleme olmadığı, tam tersine yurttaşların bir kısmına, kadınlara ve kadınların da yalnızca belli bir kesimine yönelik bir özgürlüğü tanımlarken bunun sınırlarını “dini inanç”la çizmek gibi bir tuzak barındırdığı günlerdir konuşuluyor. Bu konunun bir Anayasa hukukçusunun gözünden değerlendirmesi için Murat Sevinç’in Diken’deki yazısını ve Levent Köker’in Artı Gerçek’teki yazısını önerebilirim. Levent hoca, teklifin birinci maddesinin ikinci fıkrasının tümüyle çıkarılması, bu olmuyorsa “dini inanç sebebiyle ibaresinin” silinmesi gerektiğini söylüyor. Murat Sevinç de “Anayasasında ‘laik’ yazan bir Cumhuriyet’te herhangi bir hukuksal düzenleme, herhangi bir dini inancı referans almaz. Devlet, inançlar karşısında yansızdır.” diyerek bu teklifin Anayasanın değiştirilemez ilk dört maddesinden biri olan laiklik ilkesiyle çeliştiğini belirtiyor. Hangi açıdan bakarsanız bakın, modern anayasacılık hareketiyle uyuşmayan bir düzenleme, anayasaya eklenmeye çalışılıyor. Değişiklik teklifine eklenen ailenin korunması ile ilgili diğer maddeyi ise Levent Köker’in altını çizdiği gibi, “Türkiye toplumun bir kesimini hedef alan, ayrımcı, nefret söylemiyle yüklü” olması sebebiyle tümüyle hukuk dışı kabul etmek gerekiyor. Kısaca, her iki değişiklik önerisi de, evrensel hukuk ilkelerine, temel haklar ve laiklik düşüncesine aykırı olmaları sebebiyle anayasal metinler olma özelliğini barındırmıyorlar. Bu, “Türkiye’de başörtüsü sorunu yok” diyen iktidarın da, sırf seçmen başörtüsü özgürlüğü konusunda samimiyetini sorgulamasın diye başörtüsü ile ilgili yasa önerisi hazırlayıp meclise sunan CHP’nin de bildiği bir gerçek. Ne bu Anayasa değişikliği ne de CHP’nin yasa teklifi, gerçekte temel hak ve özgürlükleri güvenceye alma saikiyle hazırlanmış değil. Seçim yaklaşırken, seçmene siyasi birtakım mesajlar verebilmek amacını taşıyan taktik hamleler. Tam da bu sebeple, her iki taraf bakımından da doğuracağı sonuçlar itibariyle büyük riskler taşıyor.

Son günlerde yapılan açıklamalara bakıldığında, yaranmaya çalıştıkları ve yeterince “dindar” görünürlerse sandıkta desteğini alacaklarını varsaydıkları “mütedeyyin” seçmenin oyunu kaybetme korkusuyla hareket eden muhalefet partilerinin, mecliste yapılacak oylamada bu teklife evet oyu verme ihtimallerinin yüksek olduğu anlaşılıyor. Kemal Kılıçdaroğlu, yıllar önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dokunulmazlıklarının kaldırılması suretiyle başlayacak süreç, terörle mücadele açısından ülkemizdeki havayı da olumlu yönde etkileyecektir” sözleriyle savunduğu Anayasa değişikliği teklifine “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” açıklamasıyla destek verdiğinde, nasıl bunun bir cesaret gösterisi, yargıdan korkmadığının ve terörü desteklemediğinin kanıtı olarak algılanacağını varsaydıysa, şimdi de benzer saiklerle hareket etmesi muhtemel görünüyor. Muhalefet, birincisi Anayasa değişikliğine evet oyu vermezse, Erdoğan’ın seçim kampanyası boyunca “başörtüsüne karşı olmakla", seçmenin “dini hassasiyetleri”ne saygı gösterme konusunda samimi olmamakla yaftalanacağını ve bunun Erdoğan’ın seçmenin korkularına hitap eden siyasi söyleminin taşıyıcılarından biri haline geleceğini düşünüyor. İkincisi, iktidarın bu değişiklik teklifinin mecliste referanduma götürülmesine imkân sağlayacak desteğe ulaşması, ancak referanduma gerek görülmeden kabulünü mümkün kılacak 400 milletvekilini bulamaması durumunda seçimlerin bir plebisit ortamında yapılmasının doğuracağı riskleri göze alamıyor. Muhalefet, Erdoğan’ın bir dönem çok sayıda kadının kamusal alanda açık bir ayrımcılığa uğramasına yol açan başörtüsü travmasını canlandırarak seçmende “inanç özgürlükleri”nin oylandığı ve kendi iktidarının da bu özgürlüklerin güvencesi olduğu duygusunu harekete geçirerek sağlayacağı avantajla baş edemeyeceğini düşünüyor. Üçüncüsü, seçimleri kazanabilmek için özellikle belli bölgelerde yoğunlaşan “dindar” seçmenden oy almak zorunda olduğunu hesaplayan 6’lı masa, bu anayasa değişikliğine mecliste “hayır” oyu verirse, varsaydığı seçmen desteğini kaybedeceğine kesin gözüyle bakıyor.

Muhalefetin, özellikle de CHP ve İyi Parti’nin, her üç çekince konusunda haklı olduğu noktalar bulunmakla birlikte, peşin hükümlü hareket ettiğini ve toplumdaki başka “travmaları” görmezden gelerek, özellikle gençlerden ve kadınlardan gelen değişim talebinin gerisinde kaldığını düşünmekteyim. Öncelikle, muhalefetin bu Anayasa değişikliği teklifine destek vererek bir kez daha dini hassasiyetleri siyaset malzemesi olarak kullanan iktidarın arkasında saf tutması, tam da seçim atmosferinde, toplumun önemli bir kesiminin din ve dindarlık kisvesi altında işlenen suçlara karşı tepkisini kanalize edebileceği siyasi bir zemin sunma imkanını ortadan kaldırıyor. Yıllardır AKP tarafından desteklenen, ihaleler ve çeşitli kaynak aktarımları ile beslenen, kamudaki önemli pozisyonlara yerleştirilen “cemaatler”in karıştığı suçlar, tam da “dini inanç gereği” ifadesini barındıran bu Anayasa değişikliğinin meclise sunulduğu günlerde iktidarın zayıf karnı olarak ortaya saçıldı. AKP’ye verdiği destekle bilinen İsmailağa Cemaati’nin liderlerinden Yusuf Ziya Gümüşel’in kendi kıydığı “dini nikah” ile 6 yaşındaki öz kızını 29 yaşındaki bir pedofile teslim etmesi ve yıllarca süren tecavüz basına yansıyıp kamuoyunun tepkisini alana kadar hiçbir siyasinin, kamu kurumunun, yetkilinin ve nihayet genç kadını korumaya alan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın suçluların cezalandırılması yönünde bir adım atmaması, meclise sunduğu anayasa değişikliğini ailenin korunması ve dini inançla gerekçelendiren iktidarı zor duruma düşürüyor. Küçücük kızını, veliahtı gördüğü 29 yaşındaki adama teslim eden tarikat liderinin, diğer iki kızını muaf tuttuğu bu “dini inanç gereği”ni, hangi başka suçun diyeti olarak yerine getirdiği sorusu ise belki hiç sorulmayacak. Dahası, konunun üzerine giden gazetecilerin titiz çalışmaları, bu tür kapalı cemaatlerdeki istismarın münferit olmadığını, kız ve erkek çocukların cemaat yurtlarında, tarikatlarda ya da iktidarın her fırsatta kutsallaştırdığı aile içinde uğradıkları tecavüz ve cinsel istismarın nasıl örtbas edildiğini göz önüne seriyor. Başta iktidar mensupları, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı başka ne suçlar var? Dış politikada manevra alanı daraldıkça seçmenin önüne atacak iç düşmanlar yaratma ihtiyacı duyan iktidarın LGBTİ+ düşmanlığından oy devşirebilmek için anayasa değişikliğine eklediği “ailenin korunması” düzenlemesi, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı başka hangi suçlara perde olacak?

Muhalefet partilerinin, hep arkasına sığındıkları “reel siyaset” gerekçesiyle anayasa değişikliğine evet oyu vermek yerine o oylamaya hiç gitmemesi gerekiyor. Çok değil, birkaç ay sonra kurulacak sandıkta seçmene gerçek bir alternatif sunabilmek, yeni bir siyaset vaat edebilmek için, iktidarın adeta başörtüsü özgürlüğünü güvenceye alan masum bir hamleymişçesine Anayasaya yerleştirdiği “dini inanç sebebiyle” koşulunun başka nelerin önünü açabileceğini anlatması gerekiyor: Mesela AKP’nin bu düzenlemeyle ve bundan sonra yapacaklarıyla seçmene vaat ettiği düzende, Anayasanın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan laiklik ilkesinin nasıl yerle yeksan olabileceğini, kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanunun, kadın-erkek eşitliğini güvenceye alan Medeni Kanunun değiştirilmesinin önünün açılacağını, Türkiye’nin imzacısı olduğu ve çocuk evliliklerini yasaklayan Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinin yürürlükten kaldırılabileceğini anlatması gerekiyor. Aslında muhalefet partilerinin de bildiği ama bir türlü konuşmaya yanaşmadığı gerçek, bu Anayasa değişikliği önerisinin temel özgürlüklerle bir ilgisinin olmadığı: İktidar, tıpkı AKP çevresinin kuruluş yıllarında sıkça atıf verdiği ve tarihteki ilk Anayasa olarak adlandırdığı “Medine Vesikası”ndaki gibi, her cemaatin kendi inançlarına göre, kendi hukuk düzeni altında yaşadığı, böylece bugünün evrensel hukuk ilkelerine göre suç teşkil eden her türlü istismarın cemaatlerin ve “kutsal aile”nin yüksek duvarları ardında saklı kaldığı, din temelli bir rejim inşasını bir seçim vaadi olarak sunmanın hazırlığını yapıyor.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.