YAZARLAR

Yeni Türkiye’nin kültürel iktidarı: Nefret, hesap vermezlik, benmerkezcilik

Yeni Türkiye’nin yeni kültürel iktidarının bize vaat ettiği suç ortaklığıdır. Eninde sonunda toplumsal ilişkilerin sürebilmesi için zorunlu olan bağı ortadan kaldıracak, kendinden olmayana yönelen ucu bucağı görünmez bir nefret hali ve her şeyi kendine hak gören, hesap vermez bir had bilmezlik arasında savrulan yok oluş…

Neresinden tutsan dökülüyor. Sadece son bir ayda yaşananlara şöyle bir göz atmak bile, insana bu sözü söyletmeye yetiyor. Aymazlık, hesap vermezlik, ben yaptım olduculuk, hukuk tanımazlık had safhada. Aralık ayının 13’ünde, hem de ülkenin başkentinde seçim yatırımı olarak sinyalizasyonu olmayan bir hatta açılan ve işletilmeye devam eden hızlı tren kazasında 9 masum insan hayatını kaybetti. Hareket memuru, makasçı ve kontrolör tutuklandı. Tek bir üst düzey yetkili görevden alınmadı. Kimse istifa etmedi. Dün bakan, 2018’de yaşanan ölümlü kazaların dördünde TCDD’nin sorumlu olmadığını açıkladı. TCDD sorumlu değilse, kazalara da takdir-i İlahi deyip geçmek gerekiyor bu durumda. Ha bir de meclis başkanı var, İstanbul’a belediye başkan adayı olurken meclis başkanlığından istifa etmesine gerek görülmediğine göre, kazanırsa hem İstanbul’u hem meclis oturumlarını yönetecek. Olur mu, olur. Kader, kısmet böyle işler.

Bu arada, yukarılar böyle iken aşağılarda da durum iç açıcı değil. Ne kastettiğimi anlamak için yine şu son bir aya, hatta birkaç güne bakmak yeter. Ülkeyi 16 yıldır yönetenler “kültürel iktidar olamadık” derken, kültürel iktidarı cehalete, kaba sabalığa; içi boşaltılmış özgüven, her şeyi kendine hak bilme, başka türlüsüne, farklı olana öldüresiye kin besleme haline ve sonu gelmez bir “nefret”e havale ettiler. Yıllarca seçim stratejisi, kitleleri mobilize etme aracı, oy devşirme politikası olarak pompaladıkları “nefret”i şuna, buna, ötekine, berikine yönelterek yönettiler ülkeyi. İşte şimdi bu şişirilmiş balon ne yöne gideceği belirsiz, kontrolsüz bir biçimde hava kaçırmaya başladı: 23 Aralık’ta Sakarya’da Kürtçe konuşan bir baba oğula, “Kürt müsünüz? Suriyeli mi?” diye soran saldırgan “Kürdüz” yanıtını alınca babayı öldürdü, oğulu yaraladı. Belki “Suriyeliyiz” yanıtını alsaydı da aynısını yapacaktı. Zira yılın son günü, Gaziantep’te whats-app üzerinden örgütlenen ırkçı bir grup Suriyelilere silah ve bıçakla saldırdı. Aynı gece Taksim’de Suriyeli olduğu ileri sürülen bir grubun yeni yılı kutlarken çekilen görüntüleri sosyal medyada bir kez daha ırkçıların mülteci nefretini kışkırttı.

Suriyelileri burada istemiyoruz, gitsinler kendi ülkelerinde savaşsınlar, bizim gençlerimiz onların ülkesinde şehit olurken onlar burada eğleniyorlar diyenlerin “ırkçı” sözcüğüne itirazlarını duyar gibiyim şimdiden: “Biz ırkçı değiliz ki, biz ülkesini seven milliyetçi insanlarız” diyeceklerdir. Oysa Etienne Balibar’ın ırkçılık ve milliyetçilik üzerine yazdığı şahane makalede açıkladığı gibi, her milliyetçiliğe ırkçı diyemesek de, ırkçılık milliyetçilik zemininden beslenmektedir: “Milliyetçilikten sürekli olarak ırkçılık çıkmaktadır; sadece dışarı doğru değil, aynı zamanda içeri doğru da”. Çünkü her milliyetçilik, bir “biz” tanımına olduğu gibi “biz”i kuran bir “onlar” tanımına ihtiyaç duyar. “Biz”in değeri ancak “biz”den olmayanın, “öteki”nin değersizliği üzerinden kurulabilir. Bu da ırkçılığı besler. Balibar, her ne kadar ırkçılığın milliyetçiliğin bir dışavurumu olmadığını, ona bir ek olduğunu ve bu nedenle milliyetçiliğe oranla her zaman aşırı olduğunu kabul etse de, ırkçılığın milliyetçiliğin inşası için her zaman gerekli olduğunu belirtir.(1) Sonuç: Siz milliyetçiliği bu denli pompalar, bu denli aşırılaşmasına izin verirseniz, varacağınız yer ırkçılıktan başkası değildir.

Böylesi bir milliyetçilik, ırkçılığın besi yeri olduğu kadar, benmerkezciliğin, kendini dünyanın merkezi sanma ve tüm dünyanın kendi çıkarlarına hizmet etmek için var olduğu saplantısının da ev sahibidir. Hastalıklı bir ruh haline evrilmesi ve sürekli olarak suç üretmesi bu nedenle son derece olasıdır. Siz milletçe kendinizi evrenin merkezinde görmeyi bu denli arzular, bir zamanlar dünyayı titreten imparatorluğunuzu 2023’te, bilemedin 2053’te, o da olmadı 2071’de yeniden canlandırma hayalleri kurarken, sizin çocuklarınız da sadece sembolik olarak değil, duygusal olarak gerçekten de kendilerini bu dünyanın merkezinde gördükleri yaklaşık iki yaş civarına takılıp kalırlar. Kopya çeke çeke tonlarca para yatırdığınız özel üniversitenin hukuk fakültesinin son sınıfına kadar gelebilen çocuğunuz, genç bir kadın asistanı mezun olma planlarını bozdu diye, sadece bu nedenle, öldürüverir. Bir dahaki sınava çalışarak girmek, bütünlemeye kalmak, olmadı sene tekrar etmek gibi gibi seçenekleri görmez bile. Eve gider, bıçak alır, yetmezse diye bir de silah alır, gelir, öldürür. Rakel Dink’in bir bebekten katil yaratan karanlık dediği karanlık, işte böyle ilmek ilmek, tepeden tırnağa örülür. Öyle olduğu içindir ki, Çankaya Üniversitesi yönetimi daha önce de aynı asistan tarafından kopya çekerken yakalanan bu öğrencinin kopya çeke çeke hukuk fakültesinin dördüncü sınıfına kadar nasıl geldiğinin hesabını verme gereği duymaz. Buna karşılık, yayınladığı taziye mesajında Ceren Damar Şenel’in kederli ailesine baş sağlığı dilemeden önce, cenaze törenine katılan bakanlara, rektörlere, barolar birliği başkanına, cumhurbaşkanlığı sözcüsüne şükran ve minnetlerini sunar. Bir de, öğrencisinin katlettiği bu gencecik kadın akademisyeni “eğitim şehidi” ilan eder açıklamasında. Bu genç ve idealist akademisyen, daha kariyerinin başındayken, kutlu bir mertebeye erişmiş, TDK sözlüğe göre “kutsal bir ülkü ve inanç uğruna ölmüş”tür. Oysa hepimiz bebekten katil yaratan o karanlığın ne kutsal bir ülkü, ne de inanç olmadığını biliriz. Ceren’i öldüren, eril şiddeti, nefreti, benmerkezciliği pompalayan karanlıktan başkası değildir. Sonrasında, üniversitesinde aralarında profesörlerin, doçentlerin ve Ceren gibi gencecik idealist asistanların bulunduğu yüz hocasının ismini terörle “iltisaklandırıp” KHK listesine veren Ankara Üniversitesi’nin rektörü, çıkar sosyal medya hesabından yayınladığı taziye mesajında bu katile “vandal” deyiverir. Her iki açıklamanın sahibi de aynı nefretten beslenen “kültürel iktidarın” yılmaz neferleridir sonuçta: Hocalarına ya “şehitlik” ya “teröristlik” payesini layık gören bu zihniyet, katile katil demekten bu yüzden imtina eder.

Yeni Türkiye’nin yeni kültürel iktidarının bize vaat ettiği işte bu suç ortaklığıdır. Eninde sonunda toplumsal ilişkilerin sürebilmesi için zorunlu olan bağı ortadan kaldıracak, kendinden olmayana yönelen ucu bucağı görünmez bir nefret hali ve her şeyi kendine hak gören, hesap vermez bir had bilmezlik arasında savrulan yok oluş…

(1) Bkz. Etienne Balibar, “Irkçılık ve Milliyetçilik”, içinde Balibar ve Wallerstein, Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler, çev. Nazlı Ökten, 2007, s. 72-73.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.