YAZARLAR

Tarih öncesi köpekler havlıyordu

Demografik yapıya hassas iş insanları ve sahadaki benzer aktörlerin, faysever linççilerin harekatı şunu sorduruyor: 1939 afet yönetimi seferberliği mi egemen olacak depremzedelerin ve bizlerin belleğinde, Cemal Süreya’ya benzer izler mi?

Mucize haberleri geliyor hâlâ.

Depremin on üçüncü gününde, ilk sarsıntıdan, yıkımdan yaklaşık 300 saat sonra enkaz altından hayatlar kurtarılıyor.

Ne güzel.

Ve birileri fay hatlarının üstünde tepinip duruyor hâlâ.

Ne yazık.

Hiçbir kırım, hiçbir yıkım, hiçbir acı durduramıyor onları. Hiçbir şeyle yetinmiyor, doymuyorlar. Coğrafyanın bir yanı enkaza dönmüşken, öte yanından etkili yetkili bir iş insanı, başkanı olduğu sanayi odası üyelerine sesleniyor: “Çalışan nüfusu buraya getirmememiz lazım. Sizlerden ricam deprem bölgesinden gelenleri işe almayın. … Demografik yapıyı bozabilecek bir duruma çanak tutmayalım.”

Bu kadim ses ve söz, bir şahsa ya da duruma özel değil. Asla yalnız değil. Tek ses, tek söz ama kalın ve kalabalık. Dün klan, kabile, aşiret adına yankılanıyordu aynı sesler, aynı sözler. O ses ve sözlerin sahipleri mezhepten, milliyete, dinden siyasal görünümlere bürünerek tarih öncesinden koşa koşa geldiler bugüne. İnsanlar ve insan toplulukları arasında, coğrafyalar, bölgeler arasında faylar üreterek, onların üzerinde tepinerek varlık buldular, yükseldiler.

Her gerilimde, her yıkımda sahne aldılar. Beslendiler ve güçlendiler.

Kendileri dışında herhangi bir topluluğun, grubun, örgütün, kimliğin varlığını kendilerine karşı tehdit olarak gördüler, görüyorlar. O nedenle kendi yönetimleri dışındaki belediyenin ya da topluluğun depremzedelere yardım için yola çıkan araçlarına da, enkaz bölgesindeki malzemelerine, koordinasyonlarına da el koyuyorlar. Yardım ve destek çalışmalarını, profesyonel hasar tespit çalışmaları dahil olmak üzere zorla, gerekirse silah zoruyla engelliyorlar.

Yüz binlerce kişi enkaz altındayken, kurtulanlar yıkık ve yaralı, aç ve açıktayken bu can pazarında seferber olan doktorları, mimarları, mühendisleri, meslek örgütlerini mümkünse deprem bölgesine sokmamak için çabalanması nasıl açıklanabilir? Her şey bir yana, depremin büyük yıkıma yol açtığı Antakya’da herhangi bir hasar var mı diye kendiliğinden Arkeoloji Müzesi’ni incelemeye koşan akademisyenlere; yerbilimcilere, mühendislere, neden izin verilmiyor? Neyi sakınıyor, neyi, neden engelliyorsunuz?

Aslında tüm soruların yanıtı açık ve net. Muktedir ses, söz ve sahipleri her zaman, her yerde, her durumda aynı, tarih öncesinden beri: Yassak!

Yasak, o kadar yasak ki, farklı alanlardan uzmanların tüm uyarılarına karşın hasarlı alanlara ilişkin gerekli incelemeler yapılmaksızın -ve engellenerek- bir an önce enkaz kaldırma, ortalığı tertemiz hale getirme çabası var her yerde.

HIRSIZLAR, KATİLLER, FİRARİLER: DÜN, BUGÜN FARKI

6 Şubat 2023 depremi yayıldığı alanı, şiddeti, kayıpları kadar yenilikleriyle de tarihe geçecek. Yukarıdan beri işaret ettiğimiz toplumsal, siyasal, kültürel fay mühendisliğinin yaygınlığı, etkinliği bu yeniliklerin başında geliyor. Engellenemeyenler için de özel operasyon düzenleniyor. Afet karşısında destek, dayanışma için bir araya gelenler, harekete geçen yurttaşlar en yetkilisinden, her türden, her boydan linç şakşakçısına, cümle fay severlerin radarına takılıyor. Cuma hutbeleri, imamlar dahil

Bir başka yenilik, deprem bölgelerinde boy gösterdiği ileri sürülen “yağmacılık”?! Ve hapishanelerden toplu firar girişimleri. Kahramanmaraş Cezaevi’nden kaçanlar, bir defasında 80’i, bir başka seferinde 40’ı birden saklandıkları yerlerde derdest edilip toplanıyor. Hatay Cezaevi’ndeyse isyan ve firar girişiminde üç kişi öldü. Yaralı sayısı meçhul. Öte yandan sokak röportajcısına denk gelen firarilerden biri isyancı olmadığını, ailesini bulmak için firar ettiğini söylüyordu.

***

Oysa her şey başka türlü olabiliyor. Dün burada 1939 Erzincan depreminde Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal’ın “afet yönetimi”nde, arama–kurtarma çalışmalarında nasıl bir seferberlik yarattığından söz etmiştik. Katilinden hırsızına, eşkıyasından tecavüzcüsüne her tür suçtan mahkûmlar dahil edilmişti seferberliğe. Dönemin gazetelerine yansıyan bir tanıklık:

Zelzeleden umumî hapishane tamamen yıkıldığı için mahkûmlardan bir kısmı, yani ölümden kurtulabilenler açıkta kalmışlardı. Fakat kaçmadılar, Erzincan müddeiumumîsi İzzet geldi. Mahkûm ve mevkuflardan sağ kalanları topladı. Bunların arasında İmralı hapishanesinden nakledilmiş 40 mahkum da vardı. Hepsine vazife verdi. Ve hepsi felâketzedelere yardım için çok büyük gayret göstererek, geceli gündüzlü çalıştılar. Enkaz altından birçok cesetler çıkardılar, yüzlerce yaralıyı kurtardılar.

HİÇBİR CİNAYET DAHA AĞIR OLAMAZ

6 Ocak 1940 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Mekki Said Esen, söz konusu mahkûmların akşam içtimasından bir sahneyi naklediyor:

Akşam karanlığı çöküyor. Az ileride toplanarak sıraya dizilmiş adamlar gördük: Erzincan hapishanesinden sağ çıkan mahkûmlar! Hepsi açıktalar, sabahtan akşama kadar enkaz arasından insan kurtarmaya çalışıyorlar. Bugünkü işlerini bitirerek, tam saatinde Müddeiumuminin karşısında toplanmışlar.

Birer birer sayıldı: Tamam!

Bir mahkûm:

– Tamam tabii, dedi. Böyle günde eksilen yalnız hapishaneden değil, millet hizmetinden kardeşine yardımdan, insanlıktan kaçmış olur. Bu ise alçaklıkların en büyüğüdür ve katil de olsa, hiçbirimizin suçu böyle bir cinayetten daha ağır olamaz!

Esen, aynı yazıda Milli Şef İnönü’yle yolda ona rast gelen izinli mahkûmun görüşmesini de naklediyor:

Kemahta Reisicumhurumuz trenden indiler. Zelzelenin tahribatı hakkında sualler soruyorlardı. Kalabalık arasında birinin Erzincanın feci vaziyetini bildiği, muhaverelere gösterdiği alakadan anlaşılıyordu. Milli Şefimiz kendisini çağırdılar:

– Oradan mı geliyorsun?

– Erzincandan geldim. Gene Erzincana gidiyorum. Katilden altı buçuk seneye mahkûmum, adım Osmandır. Hapisane başımıza yıkıldı. Kurtulabilen arkadaşlarla vakit kaybetmeden enkazı temizlemeğe koyulduk. Bazı taraflarda yangın başlamıştı. Biz ancak yakından sesi gelenleri kurtarabiliyorduk. Daha derinde kalanlara gücümüz yetmiyordu…

– Buraya niçin geldin?

– Çocuklarım Kemahta otururlar. Köyümüz de zelzeleye uğradı. Müddeiumumiden izin alarak onları kurtarmaya çıktım.

– Çocuklarına bir zarar olmuş mu?

Mahkumun yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Başını öne iğdi, sadece

– Sen sağol Paşam! dedi.*

Örnekler çoğaltılabilir. Devlet–toplum–yurttaş ilişkisinin, afet yönetiminin tamamen farklı olabileceğini göstermekle kalmıyor 1939 Erzincan örneği. O şehrin ve bölgenin sadece bir yıl önce başka tür bir harekata sahne olduğu anımsanırsa farklı bir anlam kazanıyor deprem ve yaşananlar. Yöre insanının deyişiyle Dersim tertelesi -kırımı- henüz 1938’de yaşanmıştır!

Türk şiirinin en kendine mahsus isimlerinden 1931 Erzincan doğumlu Cemal Süreya, o kırımdan kalanlardan, sürgün edilenlerdendir:

Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.

Demografik yapıya hassas iş insanları ve sahadaki benzer aktörlerin, faysever linççilerin harekatı şunu sorduruyor: 1939 afet yönetimi seferberliği mi egemen olacak depremzedelerin ve bizlerin belleğinde, Cemal Süreya’ya benzer izler mi?

Kısaca: Biz bir toplum olabilecek miyiz?