YAZARLAR

Bir eleştiricilik türü

Bizdeki güncel politika eleştirisi, genellikle kızgın bir muhalefet gösterisi olarak kalıyor, bunun ötesine pek geçemiyor. Çünkü Marx’ın güzel ifadesiyle, “nasıl kınayacağını bilen ama nasıl kavrayacağını bilmeyen bir eleştiricilik türü” bu.

Daha önce Kemal Can dile getirmişti, önceki gün de Hakkı Özdal benzer bir tespitte bulundu: AK Parti, en son şu cami hoparlöründen şarkı çalınma hadisesinde olduğu gibi, bulabildiği her fırsatta güncellediği bildik kutuplaştırıcı dilin, alışılmış gerilim siyasetinin, kanıksanmış agresif popülizmin, kendi tabanını genişletmeyeceğinin farkında ve zaten öncelikli hedefi de bu değil. Kemal Can, bunu "sadık çekirdekteki direnci artırmak", "kendi dayanıklılığının merkezine yerleşmek" olarak tarif etmişti. Hakkı Özdal da maksadın "genel bir rıza üretimi" değil, daha çok, "toplumsal itirazı kontrol altına alma" çabası olduğunu söyledi.

Can da, Özdal da güncel politikanın gerçekliği için toplumu referans gösteriyor; muktediri, o muktedir her ne yapmakta ise kendisine onu yapma imkânı veren toplumla birlikte kavrıyor. Bu yaklaşımda ayrı bir kıymet var. Çünkü politika eleştirisi genellikle böyle yapılmıyor.

Bizde politika eleştirisi, her şeyden önce Türkiyeli entelektüelin güncel sorunlara olan tutkunluğunun damgasını taşır. Güncel sorunların bilhassa politik olanlarına ilişkin tutkunluk, AK Parti’nin hız kesmeyen o bildik, alışılmış, kanıksanmış siyasetine seri biçimde itiraz yetiştirme gayreti olarak kendini ortaya koyuyor. AK Parti’nin bu konudaki performansı gerçekten bir hayli yüksek. Bilanço çıkarmaya gerek yok, dünkü “camide içki içtiler” kurgusundan bugünkü “camide ezan istemiyorlar” suçlamasına dek bu sicil herkesin ezberindedir. Bu kabarık sicile seri itiraz yetiştirmekten vazgeçemiyoruz. Bunun makul bir gerekçesi, AK Parti’nin görüş, söylem ve eylemlerini (bütün görüş, söylem ve eylemler için zorunlu olan) rasyonel denetimden tümden yoksun bırakmamak olabilir belki. Anlaşılır fakat son derece dayanıksız bir konum bu, zira ne iktidar partisi yapıp ettikleri üzerinde böyle bir denetim istiyor, ne de ona yapıp etme imkânı veren toplum bu çeşit bir denetimi sahiplenmeye istekli görünüyor.

Politik eleştirinin kendine dayanıklı bir konum elde edebilmesi, muktedire dilediğini yapıp etme imkânı veren toplumla bağ kurmasına, onun neden muktedire böyle bir imkân verdiğini anlamaya çalışmasına bağlı. Bunun da yolu basit ve kullanışlı bazı soruların peşine takılmaktan geçiyor: İktidarın seçmen kitlesi nezdindeki itibarının sebebi nedir? Kitlelerin iktidara olan bağlılıklarının gerekçeleri nelerdir? O bağlılığı neler çözer? Neler onlara yönetime dair kafalarındaki algıyı sorgulatır? İktidar seçeneklerini gözden geçirmelerine yol açabilecek şeyler neler olabilir? Topluma referans veren bu ve benzeri sorular... Ama Can ve Özdal’ın tarzı sık karşılaşılan bir şey değil. Yazıp çizilen mecra istediği kadar çeşitlensin, muhalif kalemler dilediğince artsın… Bu bolluk, şikayetçisi olunan toplumu değiştirmeye yetmeyecektir. Kitleler siyasal iktidar üzerinde denetim uygulamaya istekli mi? Bu alandaki ilerici potansiyeli nedir? Önemli olanın bu olduğuna kim itiraz edebilir?

Ama güncel politika eleştirisinin esas sorunu tam da burada başlıyor. Genel olarak, politika eleştirisi, öfkeli bir muhalefet gösterisi olarak kalıyor, bunun ötesine pek geçemiyor. Çünkü Marx’ın güzel ifadesiyle, "nasıl kınayacağını bilen ama nasıl kavrayacağını bilmeyen bir eleştiricilik türü" bu. Oysa eleştiri, kınamayı iyi bildiği şeyi kavramayı da bildiğinde, kendisine dayanıklı bir konum verecek dünyanın da önü açılacaktır. Bunun için toplumsal dünyanın değişim güçlerine yakın durmak, ona tecessüs beslemek gerekir. Eleştirinin bu yöndeki kavrayış eksikliği, muhalefet etme biçimini, kınadığı şeyi var eden dünyayı değiştirme niteliğinden yoksun bırakıyor. Diderot’nun, Kaderci Jacques’ta “kendisine atılan taşı ısıran köpek” diye acımasızca gerçekçi bir benzetmesi vardır, AK Parti’nin hız kesmeyen seri çıkışlarına güncel politika eleştirisinin verdiği seri refleks ne yazık ki buna çok benziyor, hep bu örneği akla getiriyor; taşı atana etkisi olmayan, kışkırtılmış, reaksiyoner ve ölü bir hamle... Bu haliyle daha çok kendisine muhalif konumunu veren dünyaya tutulup kalma anını temsil ediyor.

Can ve Özdal’ın dikkatlerimizi çektiği “sadık çekirdek” ve ona yaslanan “toplumsal itirazı kontrol altına alma” çabası, kınamakta sorun yaşamayacağımız şeyi kavramaya yönlendirdiği için kıymetli.

Mesela Özdal, hem artık kendisi siyaset üretemediği, hem de kendinden olmayana siyaset yaptırmadığı için AK Parti’nin “siyaseti lağvettiği”ni ve “inandırıcı bir seçenek üretemediği” için muhalefetin de halihazırdaki siyasetiyle iktidar olasılığını yitirdiği tespitini yapıyor. Siyasetten kurtulmuş bir iktidar, iktidar olabilme imkânını yitirmiş bir siyaset! Buradan nereye gidebilirsiniz? Elbette ki topluma gidebilirsiniz. Gidecek başka yeriniz yok. Oraya vardığınızda da mevcut iktidarla çelişki halinde bir sosyolojik özne karşılıyor sizi. Çıkarları bakımından çelişik fakat çelişik olduğu şeye her türlü itirazı kontrol altına alma imkânı veren “sadık çekirdeği” içeren bir özne! Politik eleştiri bunu kavramak zorunda. Kavrayabilmesi için de güncel politikanın açık olgularından bunları zorunlu kılan toplumsal ilişkilere doğru hareket eden bir eleştiriye dönüşmesi gerekiyor.