YAZARLAR

Belâ

14 Mayıs milletvekili seçiminde, yüzde 60 oranında Cumhur İttifakı’na oy vermiş Erzincan. Bu da, şüphesiz, kızılacak bir şey değildir. Ama hüzün duyulacak bir şeydir; çünkü “yoksul insanın, iyi olan her şeyden yoksun olduğu”nu gösteriyor işte.

"Bu kadar kısa bir yaşam süresinde hiçbir şey gecikmez."

Son Romalı ilk skolastik Boethius, böyle söylüyor.

Yaşam öylesine kısıtlı bir süredir ki, diyor, her ne olacaksa oluverir.

Kısacık ömründe insanın başına bu yüzden bir yığın şey gelir.

Ve belâ, bu yüzden tek dolaşmaz; geldi mi aşiretiyle gelir.

Siyanürle altın aramanın belası da gecikmedi işte!

Uyarılar, itirazlar, protestolar daha faaliyete geçtiği 2010 yılında başlamıştı. Risk belirgin, yaratacağı tahribat kaçınılmazdı. Bu felaket Türkiye’nin gündemine gelecekti, gecikmeden de geldi.

Gecikmeyeceği düşünülen başka facialar, başka belâlar da var. Ama buna nasıl hazırlanmadıysak onlar olana kadar da hiçbir hazırlığımızın olmayacağını söylemek bu ülkede kehanet sayılmaz.

Bu gecikmeyen belâlar ve facialar siyasal iktidarın söylem evreninde “kader planı” olarak izah edilir.

Kader, Allah’ın (Rabb’ın, Tanrı’nın) gerçekleştirmeyi tasarladıklarının zamana bağlı düzenidir; O, ol demiştir ve olmuştur.

Ama bu “kader planı” sonradan, bela gelip çattıktan, facia yıkıp geçtikten sonra ortaya çıkar. Başlangıçta “kader” gibi geleneksel bir izah değil, zaman zaman kapitalist, zaman zaman da teknolojik niteliğe bürünen ve adına “rasyonalite (akılcılaştırma)” denilen gayet modern bir argüman vardır. Bu, “fıtrat”, “takdiri ilahi” ya da “kader” gibi soyut şeyler yerine, “ilerleme”, “kalkınma”, “istihdam”, “kazanç” gibi somut şeyler öne sürer. Ne zaman ki bunlar çöker, ortaya “kader” çıkar. Ve ne yazık ki toplum da ekseriyetle buna uyum gösterir.

Aslında Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, aktivistler, politik, medyatik, akademik muhalefet, (öncesinde) riskler ve (sonrasında) facialar hakkında üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor; bu konuda elinden geldiğince bilimsel bilgi üretiyor.

Gelgelelim insana ve topluma dair bilginin, tüm iradeleri öngörme, hele ki onları denetim altında tutma imkânı ne yazık ki yoktur. Bu noktada görev topluma düşüyor.

Son maden faciası gibi olaylar, sadece siyasi kararlar, kararnameler ve uygulamalar çerçevesinde de açıklanamazlar. Bunlar, ilgili siyasi kararları almayı mümkün kılan yapısal koşulların varlığına güçlü biçimde bağlıdırlar. Bir siyasi önderin ya da partinin iktidarından, yönetim tercihlerinden kaynaklandığını düşündüğümüz sorunların çoğu, bizim ne çeşit bir insan ve toplum olduğumuzla ilgilidir, ona bağlı sonuçlardır. Mesuliyet sahibi olanlar yalnızca muktedirler, yöneticiler, iktidar seçkinleri değil, onların dünyasına uslu uysal uyum gösteren toplum da facialar karşısında payına düşen eleştiriyi almak durumunda.

Ama bizim solcularımız halkperver olduğundan, halka karşı günah işleme korkusuyla bu türden şeyleri konuşmaya pek yanaşmazlar. Halbuki konuşulmalı, konuşmak gerekiyor. İktidarın her kararına, her uygulamasına eleştiri yetiştirmek, üstelik biz bize olduğumuz ortam, platform ve mecralarda bunu yapmak, anlamlı olsa da çare değil, hayatı değiştirmez.

Mesela şu “para dağıtılma” işini konuşmamız gerekiyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz açıkladı, biliyorsunuz; maden şirketinin bölgede yaşayanlara 2016'da her birine 130 bin lira ödeyerek "Adli ve idari başvuru yapmayacağım" taahhüdü aldığını söyledi ve bunun belgelerini de sosyal medya hesabından paylaştı.

Halkımıza kızalım diye söylemiyorum; rahmetli Ünsal Oskay hocamın terbiyesinden geçtiğim için “en büyük ahlâksızlığın yoksuldan ahlâk beklemek olduğu”nu bilirim... ve ölümsüz “Don Kişot”un “Yoksul insan iyi olan her şeyden yoksundur” sözü kulağımda küpedir... Sadece politika üretirken “kamu” dediğimiz muhatabımızı tanıyalım, anlamaya çalışalım diye söylüyorum.

İyi olan her şeyden yoksunluğun bir göstergesi de Erzincan’ın geçen mayıs seçimlerindeki oy tercihleridir, şüphesiz. Başka yerlerden, Soma’dan, Amasya’dan, İkizdere’den, Maraş merkezli deprem bölgesinde vs. bilinen ve dile getirilmesinden hoşlanılmayan bir şeydir ama yine de yazayım: 14 Mayıs milletvekili seçiminde, madenin Fırat nehrine 80 kilo siyanürlü suyu karıştırmasından (Haziran 2022’den) sonra yani, yüzde 60 oranında Cumhur İttifakı’na oy vermiş Erzincan; madenin yaratacağı risk ve öngörülen facialar için uyaran, mücadele veren Emek ve Özgürlük İttifakı’nın oy oranı yüzde 1, Sosyalist Güçbirliği’ne ise hiç oy vermemiş, yüzde sıfır! 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde de yüzde 62 oranında Recep Tayyip Erdoğan demiş “dağları karlı Erzincan”.

Bu da, şüphesiz, kızılacak bir şey değildir. Ama hüzün duyulacak bir şeydir; çünkü “yoksul insanın, iyi olan her şeyden yoksun olduğu”nu gösteriyor işte.

Ekonomik, kültürel, sosyal şartların yanında “kader” inancının da burada rol oynadığını reddedemeyiz.

Dinin ve inancın kimi yorumlarına göre kader, ya sınar, ya doğru yola sokar ya da cezalandırır. Bu ondaki (çoğunlukla “şer”deki) “hayr”dır.

Böyle bir kavrayışın yığınların aktif politik enerjisine tahvil edilmiş anlamı şudur: İnsan ya da toplum, kendisine kader diye sunulanla ateşli bir mücadeleye girişmeli ki yol açtığı acılar şimdi ve gelecekte ona zulmetmesin.

Zulmün, ya da kapitalist ve teknolojik rasyonalitenin önüne geçecek toplumsalcı ekonomi, demokratik siyaset hepimiz için artık (ideolojik filan değil) nesnel bir zorunluluk.

Ama politik, akademik, medyatik protestoların toplumsalcı ekonomiyi, demokratik siyaseti yaratmada tek başına yeterli olmayacağı, yakın ya da uzak siyasal tarihin deneyimleriyle bilinen bir gerçek. Halk olmadan bir şey olmaz! Bu gerçekliğe boyun eğmemiz gerekiyor.

Auguste Blanqui, upuzun yıllar tutuklu kaldığı zindanda kaleme aldığı “Yıldızların Sonsuzluğu” adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Ey on dokuzuncu yüzyılın insanları, ne zaman ortaya çıkacağınız hiçbir zaman belirlenmemiştir.” Beklediği hamleyi yapmayan ama buna rağmen ümidini de kesmediği topluma seslenen bu büyük devrimcinin son sözü de gerçekliğin karşısında böylesine bir boyun eğişti.

On dokuzuncu yüzyıl insanı gibi yirmi birinci yüzyıl insanının da ne zaman ortaya çıkacağı -hele ki bu ülkede- hiç belirlenmemiştir.

Ama tabii bilgisine vakıf olmakla tüm iradesini öngörme imkânını elde edemediğimiz şaşırtıcı bir varlıktan söz ettiğimiz için, belki umduğumuzdan çok daha önce ortaya çıkacaktır.

Ve belki, her türlü belâ dilediğimizden çok önce yok olup gidecek.

Çünkü: “Bu kadar kısa bir yaşam süresinde hiçbir şey gecikmez.”