YAZARLAR

Erzincan olmaz, o zaman Urla, olmadı Cihangir... Hiç olmadı 'Kızıl Goncalar' izleriz

Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’na kadar 'kaçışın dehaları' İsviçre Alplerine sığındı. Ama Alplerde olup bitenin bir önemi yoktu. Tarih, Berlin’de, Paris’te, Londra’da yapıldı. Bu şehirlerde -demek ki- daha 'dikkate değer' insanlar vardı ki kaçanların romantik ütopyalarına rağmen 1914 yılında orduları harekete geçirebildiler. Şimdi Urla’da olup bitenin de bir önemi yok, olmayacak. Tarih, sanki İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da yapılıyor gibi.

Yine bir seçim arifesindeyiz. Yine ister istemez düşünüyoruz: Bu yerel seçim, muhalefet için büyük bir zaferle sonuçlanır da iktidarı erken bir genel seçime zorlar mı? Oldu da zorladı, orada da iktidarı devralır mı? “Yan yana geçen geceler unutulup gider mi/Acılar birden biter mi?” Bu halk bunu yapar mı? Onun böyle bir gücü, böyle bir potansiyeli var mı?

Gerçi biz muhalifler ona küskünüz, kırgınız biraz. Sebeplerimiz var.

Kısa ve orta vadeli geçmişte yaşanan pek çok şey bize, elbette haklı gerekçelerle, halkın AKP iktidarına büyük bir öfke duyacağı, karşı konulmaz bir hesap sorma isteğine kapılacağını düşündürdü. İçimizde büyüyen “ilk seçimlerde gidecekler” inancı bunlarla beslendi. Ama olmadı.

Covid 19 günlerini düşünelim, mesela... Kapitalizmin bütün çelişkilerini açığa çıkaran bu salgın sonrasında hem yerel hem de küresel bazda neredeyse sosyalist bir dünyaya çıkacağımıza kimimiz inandı, kimimiz öyle olacağını düşündü, kimimiz de sadece öyle olmasını temenni etti ama “devrim bekleyenler” hüsrana uğradılar; salgından sonra hiçbir şey değişmedi.

Maraş merkezli 6 Şubat depreminden sonra da benzer şeyler söylendi. AKP siyasetinin, dindar muhafazakârların kayırmacı kapitalizminin toplumla olan bütün çelişkilerini açığa çıkarmıştı bu deprem. Üstelik önümüzde seçimler vardı; “Tamam...”dı, “Bitti, gidiyorlar”dı işte. Sosyolojik olarak mümkündü. Ama politik olarak mümkün olmadı.

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında bir kez daha “yenilmiş olma”nın duygusuyla, öfke ve kızgınlığın yanı sıra, her zamankinden daha keskin bir ümitsizlik, her zamankinden daha boğucu bir karamsarlık hâkim oldu. Çünkü bu sefer sahiden “tamam”dı; Erdoğan’ın kaybetmesi için her koşul vardı; ülkeye nihayet “baharlar gelecek”ti. Ama bir teki bile herhangi bir ülkede bir iktidarı (hele ki yirmi küsür yıllık bir iktidarı) devirmeye yetecek yığınla sorun mevcutken yine olmadı.

Çünkü uzun süre yaşanmış adaletsizlik, yoksunluk ve mağduriyet, tepki gösteren toplum kadar kanıksamış kitleler de yaratabilirdi, bunu unutmuştuk.

Bugünlerde, Mart 2024 yerel seçimleri arifesinde ise, kendi karamsarlığımızın yanında, yüzeyden bakıldığında artık halkın umut verici hiçbir jesti mimiği de yok gibi görünüyor.

Belediyeye CHP’li başkan seçtiler diye cezalandırıldıklarını, bu yüzden hiçbir hizmet alamadıklarını yüzlerine söyleyen AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı alkışlarla onurlandıran Hataylılar, durumu özetledi gibi.

Erzincan’daki siyanürlü toprak faciası da böyle bir ruh hali içinde buldu bizi. İliç’teki faciadan yalnızca muktedirlerin, karar vericilerin, yöneticilerin sorumlu olmadığı, onların karar ve uygulamalarına (geçen sene Cumhur İttifakı’na ve Erdoğan’a yüzde 60 ve 62 oranında oy vermiş olan Erzincan seçmeni nezdinde) uyum gösterip onay veren toplumun da sorumlu olduğu düşüncesi, güncel karamsarlık ve ümitsizliği daha da artırdı.

Üzerine, avukat Feyza Altun vakası geldi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Şeriata düşmanlık dinin kendisine husumettir” dedikten 20 gün sonra, avukat Feyza Altun, şeriata hakaret ettiği için gözaltına alınıp adli kontrol şartı ve yurt dışına çıkış yasağıyla serbest bırakıldı. Üstelik, Altun’un göz altına alınıp sorgulanmasına karşılık (öncesinde de pek çok, hatta yığınla örnek var ama), aynı günlerde "Osmanlı'yı süren soysuzları lanetliyorum" diyerek Atatürk'e hakaret eden Şevki Yılmaz’a da, “önümüze geldiğinizde pamuk yerine rakı şişesi tıkarız” diyen imama da bir şey olmadı.

Evet, bütün bunlara bakınca güncel ortam hiç de güven verici değil. Bu tabloya tüm değişim ümitlerimizi bağladığımız muhalefetin güncel dağınıklığı da eklenince... Geçmişin yenilgileri, bugünün güvenilmezliği ve geleceğin belirlenmemişliği, sürekli bir yenilgi riskine maruz kalmamızı neredeyse kaçınılmaz kılıyor.

Bu anlaşılır bir şey ama topluma ait bilgiyi, politikanın toplumsal bilgisini dikkate almamız gerekiyor.

Geçen seçimler öncesinde yapılan kamuoyu araştırmalarında Erdoğan’a oy vermiş seçmenlerin yüzde 44’ünün AKP döneminde yolsuzlukların arttığına inandığı, yüzde 59’unun “lüks ve israf arttı” dediği, yüzde 58’inin “Türkiye ekonomisinin kötüye gittiğini” söylediği, yüzde 52’sinin “mahkemeler adil değil” kanaatinde olduğu, yüzde 50’sinin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeyi onaylamadığı, yüzde 72’sinin Diyanet'in ve din adamlarının siyasetle uğraşmalarını doğru bulmadığı, yüzde 50’sine yakınının Gezi protestoları sırasında cami yakıldığını düşünmedikleri vb ölçülmüştü. Ya da yine geçen sene Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde “Kılıçdaroğlu’nu seçip tekrar demokratik sisteme geçmemiz lâzım, yoksa ülke elden gidecek” diyen sarıklı cüppeli amcayı hatırlayın!

Benzer şekilde, bugün de AKP’li seçmenin yarısı “Türkiye’de laik yönetim gerekli” diyor; kendilerine “Tarihte en beğendiğiniz lider kimdir?” diye sorulduğunda, yüzde 45 ile, Mustafa Kemal Atatürk diyor.

Böyle söylüyorlar ama oylarını gidip yine iktidara veriyorlar, değil mi?

Fanatik bir grup dışında Erdoğan seçmeni, duyup gördüğünü belli bir mantık süzgecinden geçirme, sebep ve sonuç arasında anlamlı bağlar kurma yetisinden yoksun bir kitle değil. Ama bu kitlenin, tutum ve tercihlerinde mantık ve akıl yürütme yetisinden ziyade (elindeki azıcık şeyi de yitirme kaygısı, kimlik politikaları, lider karizması, uluslararası konjonktür, ideolojik hegemonya ve benzer sebeplerle) korku ve endişelere öncelik tanıdıkları söylenebilir.

Politikanın toplumsal bilgisi dediğimiz şey budur işte. Erdoğan kendisini halkın geniş kesimlerine onların sınıfsal çıkarlarına ters düşen politikalara rağmen onaylatabilmişse, bunu (onların cehaleti, bayağılığı ve yobazlığı sayesinde değil) bu sayede başarabilmiştir. Bu ülke sosyolojisinin ürettiği siyasal kozlar var, iktidar her seçimde o kozları oynuyor ve kazanıyor.

Bu ülkenin muhalifleri, okur yazar kesimi de “Bana sosyoloji deme...” deyip gerçeklikten, işte mesela “Gene gidip onlara oy verecekler” diyerek Erzincan’dan kaçıyor. Anlamak demek çünkü Erzincan, sorumluluk almak, çalışmak demek. Erzincan’dan yüz çevirip Urla’ya kaçıyor. (“Belle époque” dönemi romantizminin İsviçre Alpleri gibi oldu Urla. Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’na kadar “kaçışın dehaları” buraya sığındı. Ama Alplerde olup bitenin bir önemi yoktu. Tarih, Berlin’de, Paris’te, Londra’da yapıldı. Bu şehirlerde -demek ki- daha “dikkate değer” insanlar vardı ki kaçanların romantik ütopyalarına rağmen 1914 yılında orduları harekete geçirebildiler. Şimdi Urla’da olup bitenin de bir önemi yok, olmayacak. Tarih, sanki İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da yapılıyor gibi.) Urla, bir sembol; Datça’ya, Assos’a kaçanlar da var. Kaçamayanlar Cihangir’e, Moda’ya sığınıyor.

Ya da kimi, sistemle marjinal bir uzlaşma içine girerek gerçekleştiriyor kaçışını. Halk gerçeği karşısındaki bohem kırılganlıkla “Canları cehenneme, benden bu kadar!” deyip sisteme katılıyor, onunla bütünleşiyor. Ama güya marjinal biçimde yapıyor bunu, nihayetinde okur yazarlığına halel gelmemesi lâzım! Kendi kültünü, ritüelini bu yolla sürdürüyor. Necip Fazıl çıkışı yapan Teoman gibi mesela... Ne niyetle yapılmış olursa olsun, bu türden kaçışlar yanlış ve kötü dünyayı uslu uysal kabullenmekten başka bir şey olamıyor maalesef.

Bunlardan hiçbirini yapamayan da “Kızıl Goncalar”ı izliyor. Küsme noktasına gelmiş olanlarımız, “hâlâ bizim olan” kültürün bu alanına sığınıyor. (Nitekim, dindar muhafazakârlar aynı yoğunlukta izlemiyor bu dizileri, reyting verileri öyle söylüyor.) Popüler kültür bizim son sığınağımız. Yaşadığımız hayatın bize aitliğini, anlık heyecanlara, bir kaç dakikalık bir ödül konuşmasına, sevilen bir müzisyenin hıncahınç konserde söylediği bir iki cümleye, büyük markaların özel günlerdeki Cumhuriyet ve Atatürk temalı reklamlarına ya da işte “Kızıl Goncalar” dizisinin bir bölümüne indirgiyoruz. Böylelikle bu anlar, içinde yer alması kaçınılmaz, dışına çıkılması ise imkânsız bir hayatın saygınlaştırıcı, haklılaştırıcı deneyimlerine dönüşüyorlar.