YAZARLAR

Sosyolojik olarak mümkün olan politik olarak arzulanıyor mu?

Toplumsal sorunlarla politik tavırlardaki değişimin hızı nadiren ritmiktir; sosyolojik durumun politik sonuç vermesi zaman alabilir. Toplumsal bir ihtiyaç, politik tavrı arzulanan yönde değiştirmeye yetmiyor çünkü.

Eve tamirci geliyor, musluğu tamir edecek veya kombiye bakacak, her neyse...

Of pufla işe girişiyor. Bir an geliyor, yanından ayırmadığı, eli ayağı, her şeyi olan çantasını yere koyup açıyor. Bilmem kaç numaralı bir conta arıyor içinde. Karmakarışık olan çantasını iyice karıştırıyor. Arıyor, bulamıyor.

Bu hep böyle. Her gün aynı şeyi yaşıyor. Her gün o karmakarışık çantada kim bilir kaç kez filanca numaralı contayı, falanca numaralı somunu, civatayı, vidayı arayıp duruyor. Hep böyle. Her gün böyle.

Her gün böyle ama bir gün oturup çantasını düzenlemiyor; filanca numaralı somunlar şuraya, falanca vidalar buraya, contalar oraya... Böyle yapsa işler hallolacak. Ama yok, yapmıyor. Aynı sıkıntıyı her gün yeniden ve yeniden çekiyor.

Şu deprem faciasından hemen sonra yaşananlar da böyle. 6 Şubat sabahından beri kafamızı taşlara vura vura, akıl, bilim, rasyonalite filan deyip duruyoruz. Ama bu tür şeylerden neredeyse hiç nasiplenmediğimizi, bunlara ne denli uzak olduğumuzu, şu basit, şu gündelik olanda bile görüp anlamak mümkün. Biz biliyorduk ki depremler hep oldu ve hep olacak. O gün de oldu. Afalladık. "Arama kurtarma ekipleri nerede?" dedik... "Çadır nerede?" dedik... Battaniye aradık, su aradık... Bize her gün lâzım olan çantada bir somunu, bir civatayı bulamadık biz. Oysa her an lâzım olabileceğini bildiğimiz şeylerdi onlar. Ama bir planlama, bir düzenleme yapmamıştık.

Günlerdir ekranda can kulağıyla dinlediğimiz bilim insanları, jeologlar, mühendisler, iki kere iki dört eder, şu özellikte bir zeminde şu özellikte bir inşaat uyguladığınızda ölmezsiniz diyorlar. Bu kadar basit. Sadece akıl, sadece plan, sadece uygun şekilde yapılmış bir düzenleme.

AKP gibi bir siyasal oluşumun hükmettiği ülkede bunları beklemek ham hayalden öteye geçmez. Bunu deprem sonrasında iyice anladık zaten.

Hani Covid 19 salgını için "küresel kapitalizmin bütün çelişkilerini açığa çıkardı" deniyordu ya, işte 6 Şubat’tan beri yaşananlar da böyle buna benzer bir şeye yol açtı. AKP siyasetinin, daha açıklayıcı bir ifadeyle dindar muhafazakâr kapitalizmin (dindar muhafazakârların kayırmacı kapitalizminin) toplumla olan bütün çelişkilerini açığa çıkardı bu deprem. Liyakatsiz AFAD yöneticilerinden (yerel yönetimlerden merkezi bürokrasiye uzanan) inşaat fetişizmine, yardım faaliyetlerinde kendini ele veren sivil toplum tiksintisinden bağımsız medyaya yönelik engelleme ve sansüre dek her şey bunun göstergeleriydi.

Ama muhaliflerin de toplumla olan çelişkilerini açığa çıkardı bu deprem. Yine Covid 19 günlerindekine benzer şeyler söyleniyor bugün de. O günlerde “Koronadan sonra hem küresel hem de ulusal düzenler çok farklı olacak" denildi; "Küresel bir ‘devrimci gerçeklik’ anında" olduğumuz söylendi; “Siyasi ve ekonomik boyutta yeni senaryoların hayata geçeceği" kesin hükmüne varıldı vs… Ne var ki, içinde bulunulan tarihsel ânın gerçekçi eleştirel analizinden ziyade toplumsal değişmeye dair arzunun ifadeleriydi bunlar. Benzer şekilde, bugün de ânın duygusallığına, o duygusallığın coşkusuna kapılarak, “Tamam...” diyoruz, "Bitti, gidiyorlar". Deprem sonrası kitlelerin kimsesizliğinin, kamu otoritesi tarafından yalnız bırakılmışlığının, iktidar nezdinde umursanmaz oluşlarının bu sonucu yaratacağını düşünüyoruz. Sonuçtan kasıt, elbette ki mayısta (ya da haziranda) yapılacak olan seçim.  

Pek serinkanlı bir düşünce sayılmaz. Sosyolojik olarak mümkün olanın politik olarak arzulandığını sanıyoruz. Yanılıyor olabiliriz. Toplumsal sorunlarla politik tavırlardaki değişimin hızı nadiren ritmiktir; sosyolojik durumun kendiyle uyumlu politik sonuca erişmesi zaman alabilir. Toplumsal bir ihtiyaç politik tavrı arzulanan yönde değiştirmeye yetmiyor çünkü. Nihayet, tamirci de çantasını inadına düzenlemiyor zaten.

Anormal zamanlardan geçiyoruz, toplumsal alanda büyük olaylar cereyan ediyor. Ama iktidar, tam da bu türden zamanların gereğini yaparak, politik alanı kontrol altında tutmak için görece bir "özgürlük yanılsaması"ndan, açık ve net biçimde "otoritenin dayatılması"na geçmiş görünüyor. Otorite, depremin ardından artık iyiden iyiye kendini gizleyemeyecek duruma geldiği için, iktidarda kalma stratejisinde taktik değişikliğine gitmiş, kendisini gizlemek yerine kendisini dayatacak uygulamalara yönelmiş durumda.

Öte yandan, kitleler yalnız bırakılmışlıklarına, umursanmaz oluşlarına gönül koymuş ya da kızmış ve bu nedenle iktidara karşı kuşkucu bir tavır içinde olsalar bile, değerler ve inançlar sebebiyle bir şekilde sisteme uymaya da devam edebilirler. Ayrıca, zor koşul­larda yaşayan insanların, yoksulların, zannettiğimizden çok daha fazlasını kabullenme ihtimalini de görebilmemiz gerekiyor. Sistemin işleyiş mekanizmalarıyla ilgili şeylerdir bunlar ve bilinç oluşumunda ve dolayısıyla politik tercihte depremden çok da­ha güçlü etkiye sahip olabilirler.