YAZARLAR

Çiğdem Toker: Gazetecilik, 'ne yapayım, ekmek parası' dediğiniz yerde biter

Araştırmacılığıyla Türkiye’de artık eşine pek rastlanmayan gazetecilerinden biri olan Çiğdem Toker, kamu kaynaklarının yandaş firmalara nasıl aktarıldığını sorguladığı için korkunç bir yargı kıskacında. Aynı grubun iki şirketi tarafından toplam 3 milyon TL’lik tazminat talebiyle dava edilen Toker, bu davalar üzerinden kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığını sorgulayan tüm gazetecilere gözdağı verilmek istendiğini söylüyor ve ekliyor: “Eğer basın hâlâ aktif bir şekilde ekonomiyi takip edebilseydi, bu davalar bu kadar kolay açılamazdı.”

“21/b.” Neredeyse hiçbirimizin farkında olmadığı ama yandaş şirketlerin ihya kapısı olan bu “kod”, Kamu İhale Kanunu’nun maddelerinden biri aslında. Kamu İhale Kanunu’nun 21’inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde şöyle deniyor: “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olması…” Maddenin meali şu: Öngörülemeyen bir afet, felaket meydana geldiğinde devlet alelacele özel şirketleri çağırıp onlara aciliyet teşkil eden işleri ihale edebilir.

AKP’nin kanundaki bu maddeyi yandaş firmalar lehine nasıl işlevselleştirdiğini, bunun boyutlarını bilmiyoruz. Çoğumuzun bilgisi, yılların ekonomi muhabiri ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Çiğdem Toker’in iğneyle kuyu kazar gibi yaptığı araştırmalardan çıkardığı bilgelerden ibaret. Ne var ki, Toker’in anlattıklarına bakılırsa, bildiklerimiz buzdağının sadece görünen, hatta görünen üzerinden söylenebilenlerden ibaret. Zira yeni medya düzeninde ne patron ne de iktidar, gazetecilerin bu perdeyi aralamasına müsaade etmek istiyor. Böylece kayırma ekonomisi, herkesin bildiği sır olarak kalıyor.

Suskunluk sarmalına direnerek kamu kaynaklarının akıbetini sorgulayan Toker gibi gazeteciler ise astronomik tazminat davalarıyla karşı karşıya bırakılıyor. Cebimizdeki paranın nev-zuhur büyük yandaş firmaların kasasına nasıl geçtiğini ve bunları öğrenmememiz için gazeteciliğin ne hale getirildiğini Cumhuriyet gazetesi yazarı Çiğdem Toker’den dinleyelim…

İki ayrı şirketin şikâyetiyle hakkınızda açılan iki davada sizden 3 milyon TL’lik tazminat isteniyor. Bu davaların gerekçesi ne?

Davaları açan iki şirket, Agrobay Seracılık ile Şenbay Madencilik aynı gruba, Bayburt Grubuna ait iki şirket. İki ayrı yazım ile bu şirketlerin ticari itibarının sarsıldığı iddiasında bulunuluyor. Yazılarımda hakaretamiz tek kelime bulamazlar. Söylenen, “yalan haber” yaptığım, bunun da şahsiyet haklarına aykırılık oluşturduğu. Oysa bakın, 15 Mayıs 2017 tarihli “Rusya’ya domatesler de ‘Bayburt’tan” başlıklı yazımda şu ifadeleri kullanmıştım: “Agrobay Seracılık, Bergama yolu üzerinde kurulu. Uzun süredir de ihracat yapıyor. Gelgelelim, domates ihracatı yapabilecek koşulları taşıyan benzer niteliklerde çok sayıda şirket olduğu hatırlatılıyor. Hal böyleyken, uzun bir yasak döneminden sonra Rusya'ya 50 bin ton ihracat yapacak üç firmadan birinin, son dönemlerin gözde girişimcisi Bayburt Grup bünyesinde yer alması, seçimdeki kriterin gerçekten objektif olup olmadığı sorusunu da beraberinde getiriyor.” Türkiye’de Ruslara domates ihracatı yapan çok sayıda şirket var ve Rus uçağının düşürülmesinden sonra yaşanan ambargo süreci onlar açısından ciddi bir pazar kaybı anlamına gelmişti. İlişkiler iyileşip ambargo kalkınca yapılan ilk iş, domates ihracatıydı. Burada da yapılan seçimde Agrobay’ın tercih sebebine dair son derece temel bir soru sormuştum.

Çiğdem Toker

Karşılığında 1,5 milyon liralık tazminat istediğine göre Agrobay aynı fikirde değil galiba…

Benimki, kulislerde konuşulan bir meseleyi gazetecilik sorusu olarak aktaran bir yazıydı. Bu ihracatı yapabilecek kapasitede olan çok sayıda şirket varken neden Agrobay?

Sizi bu sorgulamaya iten şey neydi?

Agrobay’ın da içinde yer aldığı Bayburt Grubu son yıllarda özellikle karayolu, metro, altyapı işlerinde, “mega projelerde” adı sıkça geçen beş-altı büyük firmanın dışında yıldızı parlayan firmalardan biri. Bu ihaleleri yazılarımda sıklıkla işlediğim “21/b” usulüyle alıyorlar.

21/b usulü nedir?

Kamu İhale Kanunu’nda yer alan bu madde, devletin davetli ihaleyle yaptırdığı işleri kapsıyor. Oysa bir ihalenin davetli yapılması, çok özel koşullara bağlıdır. Doğal afet, sel, deprem veya idarenin öngöremediği olaylarda, yurttaşın mağdur olmasını engellemek üzere devletin uyguladığı bir yöntem bu. Olağan koşullarda devletin açtığı ihaleler, ilan edilir, rekabet koşullarının oluşması gözetilir, daha ince elenip sık dokunur ve zamana yayılır. 21/b’de ise ihalenin hiçbir duyurusu yapılmaz. İşin püf noktası da burada. Zira 21/b üzerinden söz konusu işe ehil olduğu varsayılan şirketlere bildirim çıkarılır ve onlar davet edilir. Bu durumda hangi şirketlerin davet edileceğine ilişkin idarenin sonsuz takdir yetkisi var. İhalenin ilan edilmemesi, gazeteciler veya kamu kaynaklarının denetimi açısından en önemli konudur.

21/b KAPSAMINDA BU KADAR İHALE İÇİN TAŞ ÜSTÜNDE TAŞ KALMAMASI GEREKİRDİ

Neden?

Çünkü son yıllarda 21/b koşullarını taşımadığı halde sayısız ihale yapıldı. Karayolları Genel Müdürlüğü bu konuda birincidir. Yüksek Güvenlikli Cezaevleri’nin yapımı dolayısıyla Adalet Bakanlığı’nın da bu yönteme başvurmasında muazzam bir artış söz konusu. Bayburt Grubu bünyesinde veya grubun sahiplik yapısıyla anılan çeşitli isimlerdeki şirketler davetli ihalelerde çok tercihe şayan olması, haber değeri taşıyor.

Hakkınızda açılan ikinci 1,5 milyon liralık dava da buna mı dayanıyor?

Evet, buna ilişkin bir yazıma dayanıyor. 22 Ekim 2017 tarihli “Tasarruf arıyorsanız metro ihalelerine bakın” başlıklı şu ifadeleri kullanmıştım: "Ulaştırma Bakanlığı’nın ‘verdiği’ bir metro hattı var. Gayrettepe-yeni havalimanı epey bir gecikmeyle, geçen yıl sonu 1 milyar Avro’ya Şenbay-Kolin ortaklığına verilmişti. Verilmişti diyoruz çünkü ortada bir ihale emaresi yok. Ve dikkat: 1 milyar Avro’luk bu ‘iş’, dövizin tırmandığı, berberlerin camlarına ‘TL’ye çevirme makbuzunu getirene bedava tıraş’ yazılı kâğıtlar yapıştırdığı günlerde verildi. Hattı yürüten ikiliden biri olan Kolin, 3. Havalimanı’nı yapan beşli grupta. Diğeri Bayburt Grup bünyesindeki Şenbay. Şenbay’a bu hattın verilmesinde; gerek piyasa gerekse siyaset arenasında giderek daha çok konuşulmaya başlanan ‘Başbakan Yıldırım’a yakınlık kriter midir?’ sorusu meşrudur. (Şenbay’ın kardeş şirketi Aga Enerji de Rize Havalimanı ihalesini Cengiz İnşaat ile birlikte kazanmıştı.) 1 milyar Avro’luk işi verdiniz de, 3. Havalimanı’nın açılmasına bir yıldan az zaman kaldı. Nasıl bitecek 33 km’lik bu hat?” Bu ihalenin verildiği günlerde de döviz tırmanıyor, “vatandaş dövizini TL’ye çevir” kampanyaları yapılıyordu. Oysa Gayrettepe-Havalimanı metro hattı Euro üzerinden yapılmıştı!

Devletin bir şirkete zaten tartışmalı olan 21/b usulüyle ihale verirken, bunu da Euro üzerinden yapması, şirketi güvenceye alma maksadı mı taşıyor?

Şirketler her zaman değer kayıplarını telafi edecek yöntemler bulagelmiştir. İhalenin Euro üzerinden yapılması tabii ki işlerine geliyor.

Peki bunu sorgulamanız tazminat davasına nasıl konu edilebiliyor?

Yazıda ihale için “verilen” diyerek ihalenin hiç açılmadığını söylediğim sonucu çıkarılarak dava açılmış. Oysa ben ihale yapılmadı demiyor, 21/b dolayısıyla bir yöntem eleştirisi yapıyorum. Bakın, 2013’ten başlayıp hızla artan bir biçimde 21/b’ye dayalı sayısız ihale yapıldı. Oysa 21/b kapsamında bunca ihalenin yapılabilmesi için Türkiye’de taş üstünde taş kalmayacak kadar doğal afetin yaşanmış olması gerekirdi.

Kamu İhale Kanunu’ndaki 21/b düzenlemesi ne zaman yapıldı?

Eskiden beri vardı ama 2013’ten itibaren sayıları arttı, giderek keyfileştirildi, net bir biçimde suistimal edildi, ediliyor. Bu mesele TBMM’de de sorgulandı, CHP bununla ilgili Gensoru verdi ama elbette reddedildi.

İHALECİ ŞİRKETLERİN ASLA KAYBETMEYECEĞİ BİR MODEL OLUŞTURULDU

Yani sizin hemen her yazınızda işaret ettiğiniz yandaş şirketlere yönelik kayırmalara, iltimaslara ilişkin temel dayanak 21/b mi?

Bir ayağı 21/b ise diğer ayağı da Kamu-Özel İşbirliği modeli altında yapılan mega projeler. Burada da kamu, özel şirketlerin zarar ihtimallerini bertaraf edecek sayısız güvence sağlıyor. Bunun için büyük bir sistem kuruldu. Yap-İşlet-Devret, AKP öncesinde, Özal’lı yıllarda da vardı. Bunun kamu-özel işbirliği üst modeline dahil edilmesi ise son küresel trendlerle ortaya çıktı. Böylece Yap-İşlet-Devret, Kamu-Özel İşbirliği olarak anılan büyük modelin esaslı bir ayağı oldu. Diğer ayağı ise şehir hastanelerinin yapıldığı yöntem olan Yap-Kirala-Devret modeli. AKP dönemindeki kanun değişikliğiyle pek çok altyapı projesi Yap-İşlet Devret modeliyle yapılmaya başlandı. Dahası, Borç Üstlenim Yönetmeliği çıkarıldı. Böylece ihaleyi alan şirketin asla kaybetmeyeceği bir model oluşturuldu. Mesela bir köprü yaptırılırken belli sayıda araç geçiş güvencesi veriliyor. Birden fazla şirketin kurduğu “görevli şirket”, köprü inşaatını ne kadar erken bitirirse işletme sürecine erken geçeceği için hızlı bir biçimde inşaatı bitirmeye çalışıyor. Yani hız önemli. Şirketler proje finansmanı için yabancı bankaların kapısını çalıyor ve kredi istiyor. Yabancı bankalar da “benden milyonlarca dolarlık kredi istiyorsun ama ya ödeyemezsen” saikiyle diyerek güvence talep ediyor. Yap-İşlet-Devret sözleşmelerindeki fiyatların Dolar/Euro üzerinden olmasının sebebi bu. Borç Üstlenimi Yönetmeliği de, firmanın bu krediyi ödeyememesi halinde, Hazine’nin üstlenmesini sağlıyor.

Yani devlet, iş yaptırdığı firmalara yabancı bankalar karşısında kefil oluyor, öyle mi?

Evet, üstelik de bu bütçede gösterilmiyor. İlk defa bu yıl, 2018 bütçesinde kamu-özel işbirliği için ödenek kondu.

BÜTÇEYİ KULLANMA YÖNTEMİ İKTİDARIN KARAKTERİNİ ORTAYA KOYAR

Başa dönelim: Az önce aktardığınız her iki yazınızdan da söz konusu şirketlerin tam olarak neyden rahatsız olduğunu, neden bu kadar fahiş bir tazminat talep ettiğini çıkarsayamadık. Bizim bilmeyip de onların korktuğu ne var? Siz bu yazılarınızla onlarda nasıl bir korkuyu tetiklemiş olabilirsiniz?

Doğrusu bunu bilmiyorum ama eskiden bir şirket, kendisiyle ilgili bir haber çıktığında astronomik tazminat davası açmadan önce bir açıklama yapardı. Şirketlerinin şöhretini, itibarını düşünüp “o öyle değil, böyledir” derler, yahut tekzip yollarlardı. Bir şirket, yazdığımız bir habere, gazeteci olarak sorduğumuz sorulara, duyduğumuz kuşkulara karşı herhangi bir açıklama yapmak yerine onbinlerce liralık harç bedeli ödeyerek, milyonlarca manevi tazminat istiyorsa ya “bir daha bunları yazma” diyerek korkutmaya çalışıyordur veya çok büyük bir rahatsızlık içindedir. Sadece bana değil, halkın parasının nereye, nasıl harcandığını merak eden, soran tüm gazeteci ve gazeteci adaylarına kapsamlı ve uzun vadeli bir korkutma motivasyonu var bu davalarda.

Peki bir gazeteci için astronomik sayılabilecek düzeyde tazminat istenmesi, bu konuları araştırıp yazma motivasyonunuzu nasıl etkiledi?

Valla daha da motive ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Ben bundan vazgeçecek biri değilim ki! İktidarlar bütçeyi kullanmak için de bizden oy ister. Bütçeyi kullanma ve kaynak dağıtma yetkisi, tahmin ettiğimizden çok daha önemli bir yetki. Bütçe bir politik tercihler demeti. Bir iktidarın bütçeyi kullanma biçimi, karakterini ortaya koyar. Kaynakları nasıl dağıttığını görmeden hiçbir iktidarı tam olarak tanıyamazsınız. 21/b’nin usulüne uygun olmayan bir şekilde yüzlerce kez kullanıldığını görüyorum ve bunları belgeliyorum. Fakat bunu en çok kullanan Karayolları Genel Müdürlüğü bir kez bile yazdıklarıma ilişkin bir açıklama yapmadı. Bir kez bile “haksızsın” veya “sen 21/b’yi kötüye kullandığımızı, suistimal ettiğimizi, suyolu yaptığımızı söylüyorsun ama şurada şu afet oldu, şu deprem oldu, o yüzden bunu yaptım” demediler. Bir ihale yapıyorlar, 500 milyon lira, bir başkası 300 milyon lira! Böyle böyle, gerçekten zorunlu olduğu kuşkulu sayısız projeye bütçeden milyarlar akıyor.

Mevcut ekonomik problemlerin sebeplerinden biri de bu tür ihale yöntemleri mi?

Elbette, usulüne uygun olmayan aşırı harcama yaptığında mali disiplinden uzaklaşırsın. Bu da dengeyi bozar ve şu an bunun sonuçlarını yaşıyoruz. Kaldı ki bu 21/b bağlamında ihaleler yapılırken, bir genel müdürlüğün bir odasında, salonunda pazarlık edilirken gerçekten neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Oysa biraz hafızamızı zorlarsak hatırlarız: Eskiden, hatta bu iktidar bile, önceki dönemlerden kalma bir alışkanlıkla, şimdikinden görece daha iyi durumda olan TV kanallarını çağırır ve bu tür ihaleleri canlı yayında yapardı. Bunun tek sebebi de topluma “bakın kimse kayırılmıyor, halkın parası çarçur olmuyor” mesajı vermekti.

İKTİDARLA ŞİRKETLER ARASINDA SİMBİYOTİK İLİŞKİ VAR

İktidar 21/b’yi yandaş şirketleri ihya etmek için mi kullanıyor?

En hafif tabirle iktidarla şirketler arasında simbiyoz ilişkisi olduğunu, birbirisiz yapamadıklarını düşünüyorum. Karşılıklı birbirlerine avantaj sağlıyorlar. Ne yazık ki bizde de ödediğimiz vergilerin hesabını sorma farkındalığı yok. Toplumun hatırı sayılır bir kesiminin bunlarla zerre kadar ilgisi olmadığını biliyorum. Bunun sebepleri arasında medyanın susturulması, devşirilmesi, satın alınması var. Bu da neye yarıyor? Dezavantajlı, dar gelirli kesimlere, zaten sosyal devlet olmanın gereği olarak aktarılması gereken kaynaklar lütuf, bağış, ihsan formatına paketlenerek sunulabiliyor.

İktidarın bütçe kullanma yöntemine ilişkin yazdıklarınız, muhalefet tarafından dikkate alınıp Meclis gündemine yeteri kadar taşınıyor mu?

Adalet Yürüyüşü sırasında Kemal Kılıçdaroğlu, “arkadaşlarımız, davetli ihalelere ilişkin yazılarınız üzerine çalışıyor ve gensoru hazırlığı yapıyorlar” demişti. Nitekim böyle bir gensoru verildi ama aritmetik çoğunlukla reddedildi. Gazetecilikte temas-mesafe ilişkisine fazla bağlı olduğum için siyasi partilere akıl verir gibi görünmekten kaçınıyorum. Fakat muhalefetin bu yazdıklarımı topluma daha etkin bir biçimde anlatabileceğini düşünüyorum.

GAZETECİLİK “NE YAPAYIM, EKMEK PARASI” DEDİĞİNİZ YERDE BİTER

Eskiden ekonomi muhabirlerinin bu konularda son derece aktif bir takip içinde olduklarını görüyorduk. Şu anda sizin dışınızda çok az gazetecinin bu alana odaklanması, başınıza geldiği gibi büyük tazminat davalarıyla karşılaşma korkusundan mı kaynaklanıyor?

Eskiden bütün gazete veya televizyonlarda en az bir, bazen de biri makro, diğeri mikro ekonomiyi takip etmek üzere iki ekonomi muhabiri görevlendirilirdi. Eğer basın hâlâ aktif bir şekilde ekonomiyi takip edebilseydi, hakkımda bu kadar kolay açılamazdı. Öte yandan otosansürün çok büyük etkisi var. Elbette gazetecilik saikleriyle direnen ve çaba gösteren, bir şeyler yapmaya çalışan arkadaşlarımız var. Ama sen istediğin kadar iyi haber yap, X firması aleyhine yazdığın haberler üç-dört defa yayınlanmadığında, beşinciyi yapma takati bulamazsınız. Otosansür de bu şekilde geliniyor. Yoksa tatmin duygusu açısından bakıldığında bir gazetecinin imzasından başka nesi var ki? Öte yandan söylemek gerekiyor ki kötücül şebekeye sandığımızdan daha hızlı bir şekilde adapte olan gazeteciler de oldu.

Nasıl yani?

“Ekmek parası” diye bir laf tutturulmuş gidiyor. Beni katı bulanlar çıkabilir, ama şu konuda netim: Gazetecilik ekmek parası için yapılmaz. Çünkü “ekmek parası için” dediğinizde, sormamaya, sonsuz bir suskunluğa, görmemeye kapıyı açar ve giderek iktidarın propaganda makinasına dönüşmüş gazete-televizyon görünümlü aygıtların parçası haline gelirsiniz. “Ekmek parası” bahanesi , kimi zaman ev kirasının, telefon faturasının ödenebilmesini aşacak kadar ucu açık bir anlamda da kullanılıyor. Bazıları, sağlanan konfordan bir tık aşağıya inmemeye de “ekmek parası” demeye başladı. Oysa gazetecilik, “ne yapayım, ekmek parası” dediğiniz yerde biter.

BASIN TOPLANTILARINDA SORULAR ÖNCEDEN WHATSAPP GRUPLARINA ATILIYOR

Burada sadece gazetecilerin şahsi kaygıları değil, medyadaki sahiplik yapısının da belirleyici olduğunu söylemek gerekir, değil mi?

Tabii, bu 1990’lı yıllarda başladı. Medya sahipleri 1990’lı yıllardan itibaren kamu ihaleleriyle çok ilgilendikleri için ellerindeki medyalar ya araçsallaştı veya araçsallaştırmak üzere medyaları satın aldılar. Dolayısıyla gazeteciliğin bünyesel olarak kırılganlaşmaya, zayıflamaya başlaması 1990’lara dayanıyor. Zayıflayan bu yapı AKP döneminde de devşirilmeyi, hizaya sokulmayı kolaylaştırdı. Bakın, gazeteciler bir basın toplantısına gidiyor ve aklınızdaki soruları soramıyor. Çünkü basın toplantısından önce WhatsApp grupları kuruluyor ve herkes sorularını o gruba yolluyormuş. O soruların dışına çıkamıyormuşsun.

Belirlenmiş soruların dışına çıkmanın bedeli ne?

Akreditasyonunu sonlandırırlar ve bir daha o kapıdan içeri giremezsin. Bu da fiilen gazetecilik yapamaman anlamına gelir. O nedenle genç arkadaşlarımızın işi gerçekten çok zor. Öte yandan mevcut siyasi iktidarın yapısı dolayısıyla "haber kaynağı" diye kodladığımız kişiler ve kurumlar da konuşulabilir, bilgi alınabilir, sohbet edilebilir olmaktan çıktı.

İcazet gerektiren bu alandan çıkıp ekonomi haberciliğinde alternatif gazetecilik yapmanın koşulları yok mu?

Gazetecilik yapmak istedikten sonra açık kaynaklara dayanarak da çok iyi gazetecilik yapılabilir. Ama bunun için Ticaret Sicili, Resmi Gazete, Sayıştay Raporları gibi sıkıcı metinlere çalışmak gerekir.

Hakkınızda açılan davanın 19 Haziran’da görülecek duruşmasında nasıl bir savunma yapacaksınız?

Halkın haber alma hakkı, vergilerinin nereye gittiğini öğrenmesi esastır. Tazminat davalarında olduğu üzere biz iddialara yönelik cevaplarımızı verdik, veriyoruz. İçtihatları, basın ve ifade özgürlüğü ile soru sormanın ne demek olduğunu, halkın haber alma hakkını anlattık.

Tazminata hükmedilirse 3 milyon lirayı nasıl ödeyeceksiniz?

Sanırım beni birileriyle karıştırıyorlar, çünkü 3 milyon liram yok (Gülüyor).

AKP’nin ekonomi politikasını başından beri takip eden bir gazetecisiniz. 2002’den itibaren AKP’nin ekonomi politikası nasıl bir seyir izledi?

AKP’nin ekonomiyle ilgili bakanları uzunca bir süre başarı hikâyelerini anlatırken tüm grafikleri, sanki ondan önce bir hayat yokmuş gibi hep 2002’den başlattılar. Sanki öncekiler kriz çıkardı ve onlar gelip toparladı gibi bir tablo çizdiler. Oysa AKP, bütün taşları yerli yerine konmuş bir restorasyon programının üstüne geldi ve majör bir hata yapmadı. Ayrıca küresel anlamda paranın her yerden fışkırdığı bir konjonktür de AKP’nin şansı oldu. Fakat özellikle inşaat sektöründe paranın harcanması konusunda ipin ucunu kaçırdılar. Örtülü ödenekten tutun da ihalelere kadar, mali disiplinden eser kalmadı. Müsrifleşme arttı, özel sektör borçları katlandı, para girişi azaldı.

Kırılma noktası ne zaman oldu?

2009’da yapılan bir düzenleme milattır. Eskiden bir şirketin döviz geliri yoksa, dövizle borçlanamıyordu. 2009’da yapılan değişiklikle, döviz gelirin olmasa bile dövizle borçlanılabilmenin yolu açıldı. Bu da özel sektör borçluluğunu çok artırdı. Bakın, Demirören Grubu’nun Doğan Grubu’nu devralırken devasa bir Ziraat Bankası kredisi aldığı söyleniyor. Eskiden Hazine’nin olan Ziraat Bankası, Sayıştay raporlarından öğrendiğimiz üzere Varlık Fonu’na devredildi. Bu da orada artık karar mekanizmalarının nasıl işleyeceğini bilemeyeceğimiz anlamına geliyor. Öte yandan kamu bankalarının bazı şirketlere fon aktarılmak üzere çok keyfi kullanıldığı herkesin bildiği bir sır.

SADAT’IN SİCİL KAYITLARINDA UZUN SÜREDİR DİKKAT ÇEKİCİ BİR HAREKETLİLİK YOK

Sizce 24 Haziran’dan sonra bizi nasıl bir ekonomi tablosu bekliyor?

İktidara kim gelirse gelsin, biz bu faturayı ödeyeceğiz. Ama nasıl ödeyeceğimiz, 24 Haziran sonrası iktidarın meşrebine ve bakış açısına bağlı olacak. Bir kere OHAL’in kaldırılması gerekiyor. Ayrıca kamu-özel işbirliği sözleşmeleri 100 milyar doların üzerinde bir büyüklükte. Faturanın nasıl ödetileceği bunların da bir şekilde gözden geçirilip geçirilmemesine bağlı.

Sizinle söyleşiye gelirken SADAT’la ilgili yazınızı tekrar okumak istedim ama mahkeme kararıyla yayından kaldırıldığını gördüm. Gayrinizami harp dâhil olmak üzere savaş eğitimi veren SADAT isimli şirket hakkında ilk yazanlardan birisiniz. Bu şirketin şu anki faaliyetlerini takip ediyor musunuz?

Başkanı, cumhurbaşkanlığında başdanışman olduktan sonra görevinden ayrıldı. Ama onun yerine aynı soyadını taşıyan bir başka kişi başkanlığa geldi. Uzun bir süredir de şirketin sicil kayıtlarında dikkat çekici bir aktivite görünmüyor. Zaten çok ciddi sermayeli bir şirket değildi. Orada bizim sorguladığımız şey, kendi web sitelerinden de duyurdukları üzere paketler halinde kontrgerilla, özel harp eğitiminin verilmesinin ne anlama geldiydi. Zor aygıtının tekeli devletin elinde olduğu halde bir şirketin bu eğitimi vermesi dikkat çekiciydi çünkü. Ayrıca SADAT’ın danışmanlar kadrosunda, halihazırda üniversitelerde ders de veren akademik ünvanlı, dekan veya rektör pozisyonundaki insanlar ve hatta bir gazete yazarı da vardı. Yazıya erişim engelinin, o isimlerden birinin Sulh Ceza Hakimliği’ne şikâyet etmesi üzerine konduğunu biliyorum. Danışmanlar kadrosunda yer almalarını sorgulamamız kendilerini çok rahatsız etmiş. Oysa öldürme teknikleri üzerine paketler satan bir şirketin yönetiminde, yaşama dair bilgiler aktarması beklenen akademisyenlerin olmasını bir gazetecinin sorgulaması son derece doğal. Benim yazımdan sonra danışmanlar kadrosunu web sitelerinden kaldırdılar. Fakat yazımla ilgili herhangi bir dava açmadılar.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.