YAZARLAR

Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır

İstanbul-Ümraniye’de atık kâğıt işçiliği yapan, atanmamış biyoloji öğretmeni Mahmut Aytar, valilik kararıyla depolarına, çekçeklerine el konmasına isyan ediyor: Uçurumdan düşerken tutunduğumuz son dalı niye koparıyorsunuz?

İstanbul yokuşlarında kilolarca ağırlıktaki çekçek arabalarıyla sokak sokak gezerek, çöplere atılan kâğıtları, pet şişeleri toplayıp satarak hayatını kazanmaya çalışan on binlerce insanın işine alenen çomak sokuluyor.

İstanbul Valiliği geçen hafta Ümraniye ve Bakırköy’de 100’e yakın atık toplama deposuna baskın düzenledi. Kâğıt toplayıcılara cezai işlem uygulandı, çekçek arabalarına, çuvallarına el kondu. Bunun üzerine katı atık toplayıcıları seslerini kamuoyuna duyurmak üzere bir basın açıklaması yaptı. Açıklama metnini okuyan, dört yıldır katı atık işinde çalışan, bir depoda yatıp kalkan, atanmamış biyoloji öğretmeni Mahmut Aytar’dı ve şimdi sözü ona bırakıyoruz…

4 Eylül’de atık kâğıt işçileri olarak İstanbul-Ümraniye’de basın açıklaması yaparak size yönelik baskılardan söz ettiniz. Nedir size yönelik baskıların kaynağı?

Son bir aydır Kadıköy, Üsküdar, Bakırköy ama özellikle Ümraniye belediyesi bize epey sıkıntılar yaşatıyor. Basın açıklamamızdan birkaç gün önce valilik kararıyla, emniyet ve belediye görevlileri, Ümraniye ve Bakırköy bölgesinde sabaha karşı 100’e yakın atık toplama deposuna baskın düzenledi. Depoların bir kısmı kapatıldı, 286 çekçekçi (kâğıt toplayıcı) hakkında idari işlem yapıldı ve gözaltına alınan Afgan göçmenler sınırdışı edilmek üzere Tuzla Geri Gönderme Merkezi’ne sevk edildi. Ayrıca yüzlerce çekçek aracına da el kondu. Bazı depolar iş makineleriyle yıkıldı. Zabıta, valilik kararına dayanarak sokakta yakaladığı çekçekçinin arabasına, çuvalına el koydu. İşin özeti, kimseye yük olmadan, çöpten yarattığımız iş imkânımızı ortadan kaldırıyorlar.

Bahsettiğiniz depolar ne için kullanılıyordu?

Doğu Anadolu, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’daki yoksul aileleri gibi İstanbul’da da yoksulluk çeken, en alt sınıftaki insanların çöpten topladıkları kâğıtları getirip bıraktıkları depolar bunlar. Çorak toprakların yoksul insanları, halkın kendi iradesiyle çöp konteynırlarının yanına bıraktığı plastikleri, kartonları, geri dönüştürülebilir maddeleri toplayarak satıyor ve akşam evlerine, çocuklarına ekmek götürüyor.

Atık işçileri depolara kira mı ödüyor?

Tabii, bu depoların önemli bir kısmı binaların bodrum katında oluyor. Yahut mahallede insanlar gecekondularının yanındaki boş arsayı kiraya verebiliyor. Bu tür yerlerde, etrafını taşlarla çevirip içine konteynır, yıkanmak, temizlenmek için basit düzenekler kuruyor insanlar. Şanlıurfa’dan gelmiş Mahmut Hoca, bir arsada basit bir depo yapıyorsa, illaki onun sahibine kira ödüyor. Depolarda atıklar toplanıyor, ayrıştırılıyor ve oradan da geri dönüşüm fabrikalarına götürülüyor.

Bu arada siz öğretmen misiniz?

Ben 2010-2014 yılları arasında Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nde okudum. Mezun olduktan sonra, öğretmenlik yapabilmek için de bir yıllık formasyon eğitimi aldım. Üç sene boyunca KPSS’ye girdim, müracaat ettim ama öğretmen olarak atanmadım. Aslında ben akademisyen olmak istiyordum ama Fen-Edebiyat fakülteleri kapatılınca bu hayalim de suya düştü.

HAYALİM AKADEMİSYENLİKTİ, KENDİMİ ÇÖPTEN KÂĞIT TOPLAMA İŞİNDE BULDUM

Mahmut Aytar

Neden akademisyen olmak istiyordunuz?

Sağlık sorunları yüzünden geçen ay vefat eden Akdeniz Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Zooloji hocası Prof. Dr. Yılmaz Emre hem amcam, hem de idolümdü. Onun yolundan gitmeyi, ülkeme, şahsi geleceğime katkıda bulunmayı istiyordum. Fakat bahsettiğim gibi Fen-Edebiyat fakülteleri kapatılınca o yol benim için hayal oldu. Ayrıca dershanelerin kapatılmasıyla birlikte oradaki hocalar da kamu personeli olmak için KPSS’ye yöneldi, orada da yoğun bir birikme oldu. Neticede kendimizi kâğıt toplama işinde bulduk.

Nerelisiniz? Ailenizin ekonomik durumu nasıldı? Hangi koşullarda okudunuz?

Urfa-Siverekli, kalabalık bir aileyiz. Bizim aşiret içinde babam tanınan bir aileden geliyor. Hatta soyağacımızda 14’üncü dedeye kadar da biliyoruz. E-Devlet’ten bakınca sadece babam ve dedem çıkıyor ama bizde sözlü tarih geliştiği için dede isimleri, soyağacı kuşaktan kuşağa aktarılmış. Biz büyük ama yoksul bir aileyiz. Çalışarak geçinebiliyoruz. Çalışmadığımız an hayat bizim için durur, ilerleme şansı yoktur. İlkokulu köyde, ortaokulu taşımalı eğitim sistemiyle, köyümüzden 30 kilometre ötedeki bir okulda okudum. Liseyi de Adıyaman’da okudum. Aynı sınıfta olduğumuz abim Adıyaman Anadolu Lisesi’ni kazandı, ben de Tunceli’deki yatılı okulu kazanmıştım. Sonuçta birbirimize göz kulak olmak için ikimiz Adıyaman’a gittik, orada okuduk. Sonra ben Dicle Üniversitesi’ne girdim, abim de Marmara Üniversitesi’ne girdi.

Abiniz ne okudu?

Mühendislik okudu ve şimdi Diyarbakır’da özel bir şirkette çalışıyor.

ÇÖPE ATILMIŞ, DEĞERSİZ GÖRÜLMÜŞ MADDELERDEN DEĞER ÜRETİYORUZ

Siz ne zaman İstanbul’a gelip kâğıt toplama işine başladınız?

Türkiye’de kâğıt toplama işinin geçmişi 20 yıl öncesine kadar gidiyor. Lise yıllarımda okul harçlığımı toplamak ve aileme yük olmamak için yazları gelip geçici olarak bu işi yapıyordum zaten. Üniversite yıllarımda da geldim. Üniversite bitip eğitim vermek için formasyon alırken, bir süre ücretli köy öğretmenliği de yaptım. Fakat ücretli öğretmenlerle kadrolu öğretmenler arasında bir hiyerarşi vardı. Bu öğrencilere ve hatta onların ailelerine de yansıyordu. “Mahmut hoca iyi ders anlatamıyor, çünkü kadrolu değil” diyenler bile oldu. Halbuki kadroluyla aramızdaki tek fark onun atanmış olmasıydı. Hem bundan hem de ücreti çok düşük olduğundan köy öğretmenliğini de bıraktım ve zaten çekçekçilik yapan abim, akrabalarım olduğu için artık tamamen bu işe başladım.

İstanbul’da kaç kişi bu işi yapıyor?

Benim kendi yaptığım hesaplara göre sadece İstanbul’da onbinlerce insan çöplerden katı atıkları toplayarak hayatını idame ettiriyor. Bu insanların hepsi emekçidir. Sokaklarda kimseye avuçlarını açmıyor, çöpe atılmış, değersiz görülmüş maddelerden bir değer üretiyoruz. Böylece hem kendi hayatımızı sürdürüyoruz, hem ülke ekonomisine katkı yapıyoruz, hem de ekolojik sorunlara karşı küçük de olsa bir bariyer kuruyoruz.

ÇORAK TOPRAKLARIN YOKSUL ÇOCUKLARIYIZ, O MİLLETMİŞ, BU UYRUKMUŞ BİLMEYİZ

2000’li yılların ortasında Melih Gökçek yönetimindeki Ankara Büyükşehir Belediyesi, kâğıt işçilerine yönelik İstanbul’dakine benzer bir saldırı yapmıştı. Sizce ne oldu da şimdi size yönelik bu saldırılar yapıldı?

Valilik açıklamasında aynen şöyle deniyor: “Şehrimizde izinsiz-ruhsatsız atık toplama ve ayırma faaliyetleri; başta çevre ve halk sağlığı sorunları olmak üzere, kayıt dışı ve sağlıksız koşullarda istihdama yol açmakta, ayrıca kamu zararı ve haksız kazanca sebebiyet vermektedir. Bu ilçelerimizde bir daha çekçekçi diye tabir edilen atık toplayıcıları olmaması için belediyelerimiz, muhtarlıklarımız ve hemşehrilerimizin gereken duyarlılığı göstereceklerine inancımız tamdır.” Zabıta ve kolluk güçleri bunun üzerine depolara baskın yaparak bizlere “buraya el koyduk, çantanızı, elbisenizi alın ve yarım saat içinde çıkın” dedi. Şimdi bize çıkardıkları sıkıntının kaynağı olarak yabancı uyruklu arkadaşları gösteriyorlar. Bir kere biz çekçekçiler Türkiye’nin doğu sınırındaki bir bekçi karakolu değiliz. Suriyeli ve Afgan kardeşlerimize “gelin gelin” çağrısı yapan da biz değiliz. Yahut bizim bu kardeşlerimizi ucuza çalıştıracağımız, emeğini sömüreceğimiz fabrikalarımız da yok. Biz çorak toprakların yoksul çocuklarıyız. O milletmiş bu uyrukmuş bilmeyiz. Ha, ben sokakta bu Afgan kardeşlerime çıkıp “çalışma, sen aç kal ben tok olayım” da diyebilirim. Ama diyemem. Nasıl diyebilirim? Millet çöpe atmış malzemeyi, bir Afgan kardeşim, bir Roman kardeşim, bir Suriyeli kardeşim, bir Türk veya Afgan kardeşim bunu topluyorsa, ben diyorum “topla kardeşim, karnını doyur.” Ben toplama diyemem ki. Çünkü ben de yoksulum, ben de yoksulluk yaşadım. Onlar bazı güç politikalarından dolayı ülkelerinden kaçıp ülkemize gelirken kapıyı açan ben değilim ki.

Peki aranızda bir diyalog var mı?

Elbette ki var, nasıl olmasın? Bazı Afgan arkadaşlarla oturup konuştuğumuzda, geçinememelerini, yoksulluklarını anlattıklarında, hikâyeleri bizimkiyle aynı. Biz de fakir olduğumuzdan dolayı onlara ancak gönlümüzün zenginliğini açabiliyoruz. Ama ekmeğimizi de bölüşme düşüncesiyle hareket ediyoruz.

Türkiye’de mülteci düşmanlığını yükseltenler, yoksulluğun, açlığın temel kaynağı olarak mültecileri gösteriyor ve onlar ülkeden çıkarılınca herkes refaha kavuşacakmış, zenginleşecekmiş gibi bir algı yaratılıyor. Haliyle bunun karşısında sizin duruşunuz epey radikal görülmüyor mu?

Bu insanları buraya ben getirmemişim. Sınır kapılarını ben açmamışım. Bu insanlar sokaklarda, çöpte çalışıyorsa da sokaklar benim babamım sokakları değil, babamın çöpleri değil. Benim bu insanlar karşısında yaptığım tek bir hata olabilir, o da cebimde onunla paylaşabileceğim beş kuruşumun olmaması. Yine de ekmeğimizi, kuru soğanımızı bölüşürüz, o konuda sıkıntı yok. Şimdi devlet bırakmış bu insanların kayıtlarını bile tutmayı. Bu benim veya Afgan, Suriyeli kardeşlerimin değil, devletin sorumluluğunda. Diyorlar ki, Afganlar bu çöp işinde çalışmayacak. Ya iyi de belediyede, inşaatlarda, tarlalarda, marketlerde, özel şirketlerde çalışanlar varken, sen niye gelip çöpten toplanan depolara Afganları gerekçe göstererek musallat oluyorsun? Afgan kardeşe zulüm yapayım derken kendi vatandaşın olan yoksulları da ekmeksiz bırakıyorsun. Bizim suçumuz, günahımız nedir?

UÇURUMDAN DÜŞERKEN TUTUNDUĞUM SON DALI NİYE KOPARIYORSUN?

Sokakta çalışan Afganın suçu ne?

Onun da bir suçu yok. Bakın, biz sokakta kapkaççılık yapmıyoruz. Hiçbir zaman haberlere çıkmadık. Bir çekçekçi bir kadının çantasını çaldı diye bir şey duymadınız. Hiçbir kadına laf atmıyoruz. Sokakta kimsenin arabasının aynasını kırmadık. Sabahın dördünde kimsenin kapısına dayanıp “ver bana şu çöpü” demiyoruz. İstanbul halkı da bizden gayet razı. Covid-19 hastalığında arkadaşlarımız memleketlerine gidince, bazı insanlar “sizin gençler nerede, niye çalışmıyorlar, mahalle çöpten geçilmiyor” diyordu. Valilik bizim haksız kazanç sağladığımızı söylüyor. Ya siz şimdi gönül rızanızla bir eşyanızı çöp konteynırının üzerine bıraktığınızda, ben de kilometrelerce yürüyüp o çöpü topladığımda, bunun neresi haksız kazanç oluyor? Çevre kirliliği yarattığımızı söylüyorlar. Evet, üstümüz-başımız kirli olabilir ama bizim gönlümüz kirli değil ki. Biz yoksuluz, çöpte çalışıyoruz. Eğer benim üstümdeki kıyafetlerin kirliliği senin için görüntü kirliliği yaratıyorsa, kendisini sorgulaması gereken ben değilim ki, sensin. Çünkü ben aç ve yoksul bir insanım ama çalışıyorum. Bu iş benim uçurumdan düşerken tutunduğum son daldır, sen niye bu dalı koparıyorsun? Bir fabrika, bir şirket bana “gel, aylığın dört milyar” dedi de ben çalışmadım mı? Devlet bir öğretmen olarak beni atadı da ben çalışmadım mı?

Urfa’da, Siverek’te, öğretmenlik dışında herhangi bir iş alanı bulamadınız mı peki?

Hayvan sahibi yem alamıyor, çiftçi elektrik borcundan dolayı tarlasını sulayamıyor. Toprağın, hayvanın bile olsa geçinemiyorsun. Şanlıurfa’da belediye temizlik işçiliği için altı kadro açtı, on bin kişi başvurdu. Ben olsa olsa on bin birinci kişi olurdum. Atık kâğıt sektöründe biz kendi kendimize bir iş icat etmişiz. Kendi istihdam alanımızı kendimizi yaratmışız. Kimseye yük değiliz, kimseye bela değiliz, kimseye sıkıntı değiliz. Ailelerimize bakmak için çöpte gençliğimizi heba ediyoruz. Devlet niye bizi bundan mahrum ediyor? Bazı arkadaşlar diyor ki, “ne yapalım, çöpe düştük” diyor. Ben diyorum ki, biz çöpe düşmedik. Biz ekmeğimizi kazanıyoruz ama aynı zamanda ülkemizi, doğamızı, dünyamızı çöpten kurtarıyoruz.

AFGANLARA, SURİYELİLERE BİZ “GELİN GELİN” DEMEDİK, YOKSULLUKTA BULUŞTUK

O atıklar geri dönüşüme kazandırılmadığında çevre kirliliği dışında bir işlevi olmayacak…

O kâğıt, o plastik çöpte olduğu için yenisi üretilecekken, ben alıp bunu tekrar kullanıma sunan zincirin bir halkasıyım. Bir ton kâğıdın elde edilmesi için 17 ağacın kesilmesi, 2,5 ton yakıtın harcanması, tonlarca suyun israf edilmesi gerekiyor. Halbuki bizler sadece İstanbul’da yüzlerce ton kâğıdı geri dönüşüme kazandırıyoruz. Üstelik çok kısa süre içinde… Bir-iki hafta içinde bu geri dönüşüm sağlanıyor. Bir ay önce çöpe atılmış kâğıt, kırtasiye malzemesi, kitap, defter, koli vs, oluyor. Aynı şey pet şişeler için de geçerli.

Size yönelik müdahalede, toplumda yaratılan karşıtlığa da dayanarak Afgan göçmenlerin bahane olarak kullanıldığını düşünüyor musunuz?

Ben kendim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Milliyetimi, yoksul topraklardaki yoksul bir aileyi kendim seçmedim. Dedeme ben demedim, “burada hayatına devam et, senin yoksulluğunu ben devam ettireyim.” Aynı şekilde Afganlara, Suriyelilere biz “gelin gelin” demedik. Biz sadece yoksullukta buluştuk. Apartman dairesinde oturup da çöpe kâğıt atan Ayşe teyze, Hasan amca, çöpü Türkiye vatandaşı alsın, Afgan almasın mı demiş? O sokaktan kim geçiyorsa, o rızkını alıyor, hakkıdır.

Atık kâğıt işçiliğinde çalışanların çeşitli sağlık sorunlarıyla da karşı karşıya olduğu söyleniyor. Ne tür sorunlar yaşıyorsunuz?

Dertleri bizim sağlığımız değil. Çöpe bakan her arkadaşımızın elinde eldiven var. Hastane çöplerine bakmıyoruz. Evsel atıklarda yemek poşetlerini açmıyoruz. Hangi çöpte ne olduğunu, olabileceğini her arkadaşımız biliyor artık. Çünkü her gün aynı çöpe üç-dört defa bakıyor arkadaşlarımız.

Herkesin kendine ait bir alanı mı var?

Hayır, sabahın köründe çekçeğimize çuvalı takıp sokak sokak dolaşıyoruz. Saatlerce dolaşıp o çuvalı dolduruyor, sonra da gelip depoya boşaltıyoruz. Öğlen yemeği yiyip tekrar çıkıyor, akşam yemeğine kadar dolaşıyor arkadaşlarımız. Kim ne kadar yürüyebiliyorsa o kadar yere girip çıkıyor. Kimse kimseye “bu sokak benim, sen çalışamazsın” demiyor, herkes serbest.

BİZ BASAMAĞIN EN ALTINDAYIZ

Kendi aranızda herhangi bir sorun yaşıyor musunuz?

Hayır, çünkü herkesin derdi akşam evine bir çorba parası götürmektir. Ben size sorayım, mağdur ve yoksul insanlar niçin kavga etsin? Ben bir süredir balyalama yerinde aylıkçı olarak çalışıyorum. Depoya bir Roman, bir Kürt, bir Afgan, bir Suriyeli kardeşimiz geliyor, güle oynaya malını boşaltıyor, şakalaşıyor, sonra işine dönüyor. Yorulan kardeşlerimizle kaldırımda oturup sohbetimizi ediyoruz.

Neler konuşuyorsunuz?

Bugün yevmiyen kaç TL geldi, dün kaç TL gelmişti, ne kadar yoruldun, ne kadar çalıştın? Yoksul insanların konuşacağı şey yoksulluktur, işçiliktir, ekmektir. Siz hiç basında gördünüz mü, kâğıt işinde çalışan bir Kürt bir Afganı, bir Suriyeli bir Kürdü, bir Kürt bir Türk’ü ekmek davasından bıçakladı?

Kâğıt kiloya göre mi satılıyor? Fiyatlar nasıl belirleniyor?

Fiyatı bizler belirlemiyoruz. Fabrika mesela, “ben kâğıdın kilosunu 200 kuruştan, petin kilosunu 400 kuruştan alırım” diyor. Depocu diyor ki, “ben kâğıt, pet, alüminyum dâhil çekçekteki tüm karışık malzemenin kilosunu 600 kuruştan alırım.” O da benim gibi birkaç aylıkçıyı tutup o karışık malzemeyi ayrıştırıyor ve 900 kuruşa satıyor. Bir basamak gibi, en alttan en tepeye doğru gidiyor bu iş. Biz basamağın en altındayız.

ÜST SINIFIN MÜLTECİ TEPKİSİ BİZ ALT SINIFIN ACAYİBİNE GİDİYOR

Çöpten kâğıt toplayan bir işçi günde takriben ne kadar para kazanıyor?

Yanlış anlamayın ama bu biraz da kişinin gayretine, beden gücüne de bağlıdır. Günde 5-6 kilometre kateden biriyle 10-15 kilometre yürüyen kişi birbirinden farklı kazanır. Suriyeli, Afgan kardeşlerimiz gelmeden önce yevmiyelerimiz günlük ortalama 100, 120, 130 liraydı. Fakat onlar gelince bizim de gelir seviyemiz doğal olarak aşağıya, 70, 80 liraya düştü. Ama biz “o toplamasın, ben eski kazancımda kalayım” demiyoruz. O da toplasın, ekmeğini kazansın. Yoksulun halinden en iyi yoksul anlar. Mülteciler hangi ülkeye giderse gitsin, alt sınıfın rızkını azaltıp üst sınıfın kazancını artırıyor. Çünkü ucuz işgücüdür. Açıkçası şimdi Türkiye’de üst sınıfın “mülteciler geldi, kabul etmiyoruz” demesini de anlamıyorum. Biz bile bunu demiyorsak, sen niye diyorsun? Sen çöpten kâğıt toplamıyorsun ki, gelip senin kazancına ortak olsun. Üst sınıfın mültecilere tepkisi biz alt sınıfın acayibine geliyor. Eminim ki bir gazeteci olarak sizin de acayibinize gelmiştir.

İstanbul Valiliği kararından önce zabıta, polis size herhangi bir sorun çıkarıyor muydu?

Sokakta polis çevirdiğinde en fazla “kimliğini gösterir misin” diye sorardı. Asker kaçağı olan kişiye belge yazıyor, “15 gün içinde askerlik şubesine git” diyordu. Zabıtayla valilik kararına kadar hiçbir sorun yaşamadık. En fazla gelip “depolarınızı temiz tutun, açtığınız konteynırların kapağını kapatın” derdi. Zaten bizim arkadaşlarımız konteynırların kapağını açık tutmaz; koku yayılacağını, mahallelinin bir süre sonra kendilerinden rahatsız olacağını bilir. Hatta konteynır dışına bırakılmış evsel atığı bizim arkadaşlarımız alıp içine atar, çöpü dağıtmaz.

DERNEĞİMİZ YOKTUR, BİZİ ÖRGÜTLEYEN ŞEY AÇLIĞIMIZDIR

Peki valilik kararı sonrası zabıta size ne tür sorunlar çıkarıyor?

Zaten bize sorun çıkarmasalardı, depolarımızı basmalardı, arkadaşlarımızın çekçeklerini, çuvallarını almasalardı biz basın açıklaması yapmazdık, siz Mahmut Aytar diye birini tanımazdınız. Sorun yaratıyorlar ki, biz de sesimizi kamuoyuna duyurmaya çalışmazdık.

Sizin herhangi bir derneğiniz, örgütlenmeniz var mı?

Derneğimiz yoktur, örgütleyenimiz de. Bizi örgütleyen şey açlığımızdır. Türkiye’de bunca işsiz varken, insanlar ekmek bulamazken, biz çıkmışız sokaklara, düşmüşüz çöplerin peşine, ekmeğimizi kazanmaya çalışıyoruz. Şu an İstanbul’da benim yeğenlerim okula gidiyor. Arkadaşlarının anne-babaları doktor, memur, maaşlı. Öğretmen bir kırtasiye malzemesi istiyor, doktor çocuğu hemen gidip alıyor ama benim yeğenimin onu alabilmesi için babalarının, benim kilometrelerce yol yürümesi, bu işi yapması gerekiyor. Sen bunu engellediğinde, depoya el koyduğunda o çocuklar nasıl okuyacak? Biz köydeyken herkesin patronu yamalıydı, herkes yoksuldu. Şu anda tabakalaşma çok artmış durumda ve biz tabakanın en altındayız. Şimdi çekçekleri topladığınızda, depoları kapattığınızda biz mecbur köye döndüğümüzde, yeğenlerimin eğitimi sonlanmaz mı? Sonlanır. Sonra ne olur? Onlar da sonsuza kadar alt tabakada kalır. İşte biz çocuklarımızın da geleceği bizimki gibi olmasın diye basın açıklaması yapmak zorunda kaldık.

Yaptığınız basın açıklamasından sonra valilikten, belediyelerden size herhangi bir yanıt geldi mi?

Hayır ama biraz yumuşama oldu, depolar yıkılmıyor. Ama bu böyle mi devam edecek yoksa fırtına öncesi sessizlik mi, bilemiyoruz.

MÜSİLAJ, ÇARPIK KENTLEŞME, FABRİKA BACALARI DEĞİL DE ÜSTÜMÜZDEKİ KİRLİ KIYAFETLER Mİ ÇEVRE SORUNU?

Büyükşehir Belediyesi’nden, Ekrem İmamoğlu’ndan size yönelik herhangi bir adım atıldı mı?

Şimdiye kadar olmadı. Bizim açıklamamız medyada yayınlandı. Bazı partilerin milletvekilleri, başkanları beni aradı, emeğimizin arkasında olduklarını söyledi. Bazıları gelip bizi ziyaret etti. Belki bizi teselli etmeye çalıştılar. Biz açıklaması yapacakken tak diye bir Mercedes araba geldi, içinden bir adam çıktı. “Ben filanca partinin İstanbul il başkanıyım, gelip sizin derdinizi dinlemek istedim” dedi. Twitter’dan bazı partiler destek açıklamaları yapıldı. Sağdan, soldan partiler içinde arayanlar oldu. Biz tabii siyasetin değil, ekmeğin peşindeyiz. Çalışamadığımızda çocuklarımızın başına ne geleceğini bilen insanlarız. A partisi, B partisi, C partisi ne yapıyor kurcalamıyoruz. Alt tabakanın üst tabakanın yapıp yapmadıklarına bakacak hali yok. Biz sadece bıraksınlar işimizi yapalım istiyoruz.

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan'ın atık işçilerini ziyaretinde Mahmut Aytar'la konuşması.

Valilik size karşı sunduğu gerekçeleri yıllardır sunabilirken, sizce neden şimdi harekete geçti?

Bunu anlamış değiliz. Birkaç ay önce Marmara Denizi’nde müsilaj sorunu meydana geldi. Devasa gemiler boğazdan geçerken kirini bu denize bırakıyor. İstanbul’un kanalizasyonları arıtılmadan denizin dibine pompalanıyor. Deri sanayiinden kaynaklanan pis sular tam arıtılmadan bu denize dökülüyor. Çarpık kentleşme korkunç boyutlarda. Park ve bahçelerde yeteri kadar ağaç yok. Tüm bunlar çevre sorunu değil de, bizim çöpten kâğıt, plastik toplamamız mı çevre sorunu? Fabrikalardan çıkan gazlar çevre sorunu değil de, bizim çekçeklerimiz mi çevre sorunu? Bizim üstümüz-başımız mı, çöpleri ayrıştırmamız ve geri dönüşümü sağlamamız mı kamu zararına neden oluyor?

Gökçek döneminde Ankara’da benzer bir müdahale olduğunda, belediyenin bir şirketle anlaşmak ve çöplerdeki atıkları ayrıştırma işini onlara vermek istediği söylenmişti. Burada da benzer bir girişim olabilir mi?

Bilmiyorum ama böyle bir düşünceleri, bu işi tek elde toplamak gibi bir hedefleri olabilir. Üst basamaklarda bir sürü şey yapıyorlar, biz anlayamayız. Bizim bildiğimiz, anladığımız tek şey kendi işimizdir.

BU SİSTEMDE BOĞULMAYALIM DİYE EMEK HARCAMAMIZI ARTIRDIK

İstanbullular fahiş kiralardan, pahalılıktan dolayı yaşanması zor bir şehir. Orta gelirliler bile artık geçinemezken, iki, üç çocuğu olan çekçekçiler hangi koşullarda yaşıyor?

Şu anda asgari ücret ne kadar?

2 bin 800 lira civarında.

Geçen gün bir arkadaşımız 5 litrelik ayçiçek yağını 200 liraya aldığını söyledi. Daha önce 60-70 lira olan 25 kiloluk küp şeker, 160-170 liraya çıkmış. Pirinçte, bulgurda durum aynı. Biz çekçekçiler olarak bunun üstesinden gelmek için çalışma zamanımızı artırdık. Eskiden sabah 7’de işe çıkıp akşam 6’da eve dönerken, şimdi sabah 6’da çıkıp akşam 9’da eve gidiyoruz. Günde iki kez çekçeğe çıkan bir kardeşimiz şu anda dört defa çıkmaya çalışıyor. Yeter ki bu sistemde boğulmayalım diye çalışma zamanımızı, emek harcamamızı artırdık. Ha yine eskiye göre çok daha zorlanıyoruz. 100 kilo yerine 120 kilo atık toplamaya çalışıyoruz. Kimsenin birikimi de yok. Bugün çalışmasa yarın ekmeği olmayacak.

Siz çalıştığınız depoda aylık ne kadar maaş alıyorsunuz?

Üç yıldır buradayım. Gerek işi bilmem, gerek insanlarla muhabbetim dolayısıyla aylığım 2.300, 2.400 TL’dir. Ben daha evli değilim, çocuğum yok. Depoda yatıp kalkıyorum. Konteynıra bir ranza koymuşum, ikinci elden kanepe almışım, kendime bir oda yapmışım. Günlük ihtiyaçlar konusunda sıkıntım yok, her şey dört dörtlüktür benim için. Ama sen depomu kapatırsan, bitti. Ben devletime demiyorum ki bana iş ver. Ben devletime demiyorum ki, hantal hantal gezeyim, bana işsizlik maaşı ver. Ben tonlarca geliri olan birine, “birazını da benimle bölüş” de demiyorum. Kimsenin malında, mülkünde, emeğinde, makamında gözümüz yoktur. Biz sadece günlük geçimimizin derdindeyiz. Çocukları olan çocuklarının, benim gibi bekâr olanlar kendi geleceklerini kurma derdinde. Bizim basın açıklaması yaptığımız gün, hangimizin ayağında kundura ayakkabı vardı? Üstümüzde maliyeti 5-10 TL olan tişört, siyah kot pantolon dışında ne vardı? Bir tane tek benim sol tarafımda bir şapkalı arkadaşımız vardı. O da kendine çok iyi bakan, kendisini seven biri. Gözlerinde siyah bir gözlük vardı ama o gözlüğünün değeri de 5 TL’ydi. Hatta dedim ona, “niye böyle giyindin?” “Yav Mahmut hocam ben ne yapayım, kendimi çok seviyorum” dedi.

BİYOLOJİK DÖNGÜDE BİR HALKAYI ÇIKARDIĞINDA BÜTÜN DENGE BOZULUR

Kâğıt işinde çalışan, sizin gibi üniversite mezunları da var mı?

Yaş olarak 18-45 arası daha fazladır. İlkokul mezunundan üniversite mezununa kadar da insanlar var. Mesela benim bu işte çalışan bir abim ilkokul terk. Fen fakültesinden matematik veya iki yıllık yüksek okul mezunları da var. Aynı şekilde çocuğu üniversitede okuyanlar da var. Ben de son dört yıldır sadece bu işi yapıyorum. Dershanelerde çalışmak için başvurduğumda, “kaç yıllık deneyimin var” diye soruyorlar. Köy okullarında iki yıl çalıştığımı söyleyince, “abicim sen bize olmazsın, en az 7-8 yıl deneyimin olması lazım” diyorlar. E ben o deneyimi kazanma fırsatı bulamamışım ki. Ha, bir öğretmen olarak bu işi yapmaktan dolayı gücenmiyorum, “ben bu işi yapacak adam mıydım” demiyorum. Çünkü elbise var içinde insan yok, insan var, üstünde elbise yok. Benim üstümde elbise olmayabilir, ama önemli olan bu değil, insanlık. Benim abim, amcalarım, akrabalarım, arkadaşlarım bu işi yaparken ben niye “ben bu işi yapacak adam değilim” diyeyim ki?

Biyoloji okurken en çok ilgi duyduğunuz alan neydi?

Biyoloji hem tabiatı hem de insanı inceliyor. Biyoloji bir kuşa, bir ağaca, bir güle, bir insana aynı şekilde yaklaşıyor. Biyolojik döngüden bir halkayı çıkardığınız zaman bütün denge bozulur. Çekirge karıncayla, fare çekirgeyle, yılan fareyle, kartal yılanla besleniyor. Sen bu dengeden çekirgeyi çekip alamazsın. Çiftçi buğday tarlasına musallat olan serçeleri ortadan kaldırdığında, çekirgelerle uğraşmak zorunda kalır. Biz geri dönüşümcüler olarak şehir dengesinin bir halkasıyız artık. Yirmi yıl önce ne belediye, ne valilik, kimse çöplerden bu atıkları toplamayı akıl etmemişti. Biz çekçekçiler bilerek veya bilmeyerek şehir dengesine böyle bir halka olduk. Doğada, şehirlerde çöplük yığınlarının oluşmasını engelledik. Biz çevre kirliliği değil, çevre dostuyuz.

ONCA ŞEY VARKEN, NEDEN BULA BULA EN ZAYIF HALKAYA MUSALLAT OLUYORSUNUZ?

Sizce birilerine yük olduğunuz mu düşünülüyor?

Devlete de, doğaya da yük değiliz, kendi yükümüzü sırtımızda, çekçeklerimizde taşıyoruz. 2040 yılına geldiğimizde yüz milyonlarca tonluk çöp yığınları oluşmuş olacak. Bir pet şişe 150 yılda ancak toprağa dönüşebilirken, biz çekçekçiler onu en fazla bir ay içinde dönüştürüyor, tekrar kullanıma sunulmasını sağlıyor, yeni plastik üretimini, ihtiyacını azaltıyoruz. Bu mudur çevre sorunu? Ha, bunu bu bilinçle mi yapıyoruz? Hayır, biz ekmeğimizin peşine düşmüşüz ama yarattığımız bir de böyle bir değer var. Biz bu atıkları toplamazsak belediyenin çöp arabası daha fazla sefer yapmak zorunda kalacak. Bunun yakıtı, emeği ayrıca bir kamu zararı değil midir? Bizim fayda dışında hiçbir etkimiz yoktur. Bırakın işimizi yapalım, bırakın çorbamız kaynasın. Biz yoksul ailelerin ve çorak toprakların çocuklarıyız. Onca şey varken, neden bula bula en alt, en zayıf halkaya musallat oluyorsunuz?


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.