YAZARLAR

Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar

Türkiye’nin en önemli iktisatçısı Prof. Dr. Korkut Boratav’a göre Türkiye ekonomisi salgın döneminde kriz yaşamadı, büyüdü. Fakat iktidar yoksulun payını zengine verdi. IMF’nin Türkiye için 2026 yılına kadar yüzde 3,3’lük bir büyüme öngörüsünde bulunduğunu aktaran Boratav’a göre “devrim” niteliğinde adımlar atılmazsa, AKP gitse de mevcut tablo değişmeyecek.

Kış yaklaştığında Kürtler, “yoksulun yorganı yırtılmaya başladı” der. Elektrik ve doğalgaza, ev kiralarına, temel ihtiyaç malzemelerine, gıdaya, giyime, her şeye fahiş zamlar yapılırken yoksullar çetin bir kışa giriyor.

Üniversite öğrencilerinin okul kapılarında yattığı, üniversite mezunlarının sokaktan çöp topladığı, açlık ve sefaletin kol gezdiği Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz yaşandığını zannediyoruz. Oysa iktisadi tanımlara göre yaşadığımız şey ekonomik kriz değil. Peki ne?

Beden yaşı 86 ama zihnen 20’lerinde olan, kapitalizmin, neo-liberalizmin kasıp kavurduğu toplumları, alt sınıfların vaziyetini ülke ülke takip eden, Türkiye’deki iktisadi ve siyasi gelişmeleri Marksist perspektifle okuyup hem bir biliminsanı hem de devrimci olarak yol gösteren ve SoL Gazete’de yazılarını sürdüren Prof. Dr. Korkut Boratav anlatıyor…

Merkez Bankası’nın dünkü kararına göre politika faizi 100 baz puanlık indirimle yüzde 18'e düşürüldü ve döviz tekrar yükselişe geçti. Öncelikle bu karara dair değerlendirmeniz nedir?

2020’deki kredi genişlemesine dayalı canlı konjonktürü tekrarlamak ve belki de erken seçime gitmek tasarlanıyor. Ama Merkez Bankası’nın harcadığı 128 milyar dolar artık yok. 2020’de on ay idare etmişlerdi. Şimdi döviz krizi daha erken tırmanır, konjonktürü tıkar.

Türkiye ekonomisi şu anda nasıl bir krizin içinde?

Milli gelir istatistiklerinin güvenilirliği meselesine girmek istemiyorum ama korana virüsü salgını boyunca Türkiye ekonomisi en az etkilenen, dolayısıyla en başarılı birkaç ekonomiden biri olarak belirdi. Ama bir yandan bütün sosyal göstergeler dramatik bir biçimde bozuldu. İşsizlik istatistiklerinde genç işsizliği vahim boyutta. Salgın döneminde gaddar politikalar uygulandı. Korona virüsü krizinin hafifletilmesine yönelik bütün yöntemler burjuvazi lehine uygulandı. Dolayısıyla gelir dağılımı, özellikle ücretli emek kesiminin aleyhine bozuldu. TÜİK verilerine göre milli gelirde ücretlilerin payı 2019-2020 arasında 2 puan, 2021’in ilk altı ayında da, önceki yılın ilk altı ayına göre 4 puan düştü. Bu ne biçim gaddar bölüşüm politikasıdır ki, ekonomi büyüyor fakat yoksulluk artıyor!

Türkiye, salgın döneminde büyümüş ama yoksulluk artmışsa, bu para nereye gitti?

IMF istatistikleri gösteriyor ki, salgın döneminde Türkiye’de bütçe, emekçilerden esirgendi. Ücretliler lehine mecburi transferler bütçeden değil, zaten birikmiş olan İşsizlik Sigorta Fonu’ndan karşılandı. Buna mukabil, uluslararası ölçümlere göre kredi artış temposunda Türkiye birinci sırada.

YOKSULDAN ALIP ZENGİNE VERİYORLAR

Peki bu krediler kime gidiyor?

Borçlu sermaye çevrelerini kurtarma operasyonları yapılıyor çünkü. Para müteahhitlere, yeni yatırımların kredi finansmanına gidiyor.

Şirketlerin desteklenmesi için dışarıdan kredi mi alınıyor yani?

Hayır, iç krediler kullanılıyor. Kredi dağılımı doğrudan doğruya gelir dağılımını etkilemez. Çünkü kredi bir borç akımıdır. Fakat kullanılış biçimi varlıkları artırır ve sonunda gelir dağılımına yansır. Genellikle iktidara yakın şirketlere öylesine büyük bir kredi akımı oldu ki, dolaylı etkilerin sonunda burjuvazinin gelir dağılımındaki payı sıçradı. Yoksullardan varlıklılara doğru olağanüstü bir gelir aktarımı söz konusu. Yoksuldan alıp zengine veriyorlar. Dediğim gibi, bunun hesabını milli gelir istatistiklerinden yapamıyoruz, çünkü kredi doğrudan bir gelir değil, sonradan gelire dönüşüyor.

KAPİTALİZMİN MERKEZİ ÜLKELER BİLE EMEKÇİLERE PARA DAĞITIRKEN, AKP HİÇBİR HARCAMA YAPMADI

Kapıda bir seçim var ve toplumun temel gündemini geçim sıkıntısı oluşturuyor. Buna rağmen iktidar neden oy hesabı yaparak bu gelir dengesizliğini popülist politikalarla yoksul kitleler lehine şekillendirme yoluna gitmiyor?

Çünkü ekonomiyi ayakta tutmanın başka bir yöntemini bilmiyor. ABD, İngiltere, AB gibi kapitalizmin ve emperyalizmin merkezleri bile neo-liberalizmin amentüsü olan mali disiplin reçetesini salgın döneminde yırtıp attı. Bunlar bile bütçe açıklarını pompalayarak emekçilere para dağıttı. AKP ise bütçeden hiçbir harcama yapmayıp esasen işçi ücretlerinden ve işverenlerden kestiği paralardan oluşturulan İşsizlik Sigorta Fonu’nu kullandı. Bunu bile çarkları minimumda döndürebilmek için yaptı.

TÜRKİYE GERÇEK ANLAMDA BİR İKTİSADİ KRİZ YAŞAMADI

6 Ağustos tarihinde, SoL’da yayınlanan makalenizde “kriz yok, toplumsal bunalım var” diyordunuz. Kriz yoksa neden toplumsal bunalım var?

Özellikle neo-liberal dönemdeki krizlerin iktisatçılar açısından tanımı şöyle: Eğer milli gelir iki ayrı üç aylık dönemde üst üste daralırsa, bu “ekonomik daralmadır.” Eğer bu daralma daha da uzar, yılın üç çeyreğini, yani dokuz ayı aşarsa, iktisadi krizdir. Eğer bu arada bankalara yığılma olur, mevduat karşılanamazsa, finansal krizdir. Eğer finansal kriz bizim gibi çevre ekonomilerinde dış borçların ödenmesine yansıyorsa, bu da dış borç krizidir. Türkiye bu anlamda sadece 2018’in son çeyreğiyle 2019’un ilk altı ayına, yani üç çeyreğe yansıyan bir ekonomik daralma yaşadı ve fakat orada durdu. Dolayısıyla daralma üç çeyreği aşmadığı için krize dönüşmedi. Yani Türkiye gerçek anlamda bir iktisadi krizden geçmedi ama eşiğinden döndü.

Peki neden bu dönem 2001 krizine benzetiliyor?

Toplumsal bunalım açısından benzerlikler kurulabilir. Fakat 2001’de, şimdikinden farklı olarak hem 12 ay daralma, hem ekonomik kriz yaşanmıştı, hem de bankalar batmış ve dış borç krizi olmuştu. Başbakan Ecevit’in biraz emrivakiyle ilan ettiği ve sonradan yasallaştırıldığı üzere bankaların bütün özel dış borçlarını Hazine devralmış, IMF kredisiyle de çarklar döndürülerek krizden geçilmişti. 1994’te de Türkiye, bankacılık kriziyle de birleşen 12-13 aylık bir ekonomik krizden geçti. Gelelim günümüze… Salgından önce Türkiye ekonomik daralmadan geçti ama salgın döneminde küçülmedi. Ocak-Haziran 2019’dan Ocak-Haziran 2021’e kadarki iki yıllık dönemde sabit fiyatlı, hacim endeksli milli gelir yüzde 10,14 arttı.

MİLYONLARCA GENCİ VE KADINI EVDE OTURMAYA MAHKUM EDEN KORKUNÇ, GADDAR BİR SİSTEM BU

Bu ne anlama geliyor?

Yani milli gelir iki yılda, her yıl ortalama yüzde 5 civarında büyümüş. Fakat büyüme alt sınıflara yansımak şöyle dursun, günlük gözlemlere ve istatistiklere de yansıdığı üzere çok ağır bir yoksullaşma ve işsizlik yaşanıyor. Bu nasıl oluyor yahu! Bu ancak salgına rağmen büyüyen bir milli gelirin emekçilerden, yoksullardan alınıp başka kaynaklara aktarılmasıyla mümkün olabilir.

Yani ülkede herkesi doyuracak ekmek var ama çoğunluğun ekmeğini belli bir azınlık yiyor…

Tabii, vaziyet bu. Rakamlarla konuşalım. DİSK-AR’ın Temmuz 2021 tarihli İstihdam ve İşsizlik Raporu’ndan aktarayım. “Geçen iki hafta iş aradın mı” sorusuna verilen cevaba göre dar tanımlı işsiz sayısı 4,4 milyon; oran yüzde 13,2. Geniş tanımlı işsiz sayısı 9,7 milyon; oran yüzde 27,2. 15-34 yaş grubu genç işsizlik oranı yüzde 34,7. Bir de 15-24 yaş grubu var. “Okuyor musun, çalışıyor musun” diye sorulan ama ne okuyan ne de çalışan bir grup bu. Onlardaki işsizlik oranı da söz konusu yaş grubu içinde yüzde 42,4… Yahu bu ne biçim bir tablo! Milyonlarca gencecik çocuğu ve özellikle kadınları evde oturmaya mahkûm eden korkunç, gaddar bir sistem bu.

Aslında işsizlik rakamları da sefaletin gerçek boyutunu anlatmıyor. Asgari ücretle çalıştığı için “işsizlik” kategorisine sokulmayan ama açlık sınırının altında, sefalet koşullarında yaşayan milyonlar da var…

Bu sefaletin bir yanı gelir dağılımı istatistiklerine yansıyor aslında. Onun da istatistiklerini tekrar aktarayım. Ücretlerin milli gelirdeki payı 2019’da 31,4 iken 2020’de 29,4. Yani iki puan düşmüş. 2021’in ilk altı ayıyla 2020’nin ilk altı ayını kıyasladığımızda, 4 puan daha düştüğünü görüyoruz. Ücret enflasyona ayak uyduramıyor. Dünya Bankası’nın alan araştırmasına, belirlediği yoksulluk ölçütüne dayanan Nisan 2021 tarihli Türkiye raporuna göre, 2019-2020 arasında yoksulluk yüzde 10,2’den yüzde 12,2’ye çıktı. Peki bu yoksulluk kimde yoğunlaştı? İşsizler dâhil işçi sınıfında, kadın ve gençlerde, 15-24 yaş arasında, kayıt dışı ve niteliksiz emekçilerde. Sokakta karşılaştığımız sefalet örneklerinin hepsi burada.

Ücretlerin milli gelirdeki payı nasıl hesaplanıyor?

Üst düzey yöneticiler, çift veya daha fazla maaş alanlar da buna dahil edildiği için oran yüzde 30 bandında. Fakat yoksulluk ölçümüne bakıldığında kaybolan, ezilen ücret kategorilerinin alt tabakalarda yoğunlaştığı görülüyor. Ücretli olup üst tabakada yer alan bir kesim de var sonuçta. Hatta büyük ihtimalle Koç, Sabancı gibi dev şirketlerin yönetim kurulu üyeleri de “ücret” adı altında ödeme alıyorlar.

HAVUZ DOLUYOR AMA SADECE BİR KÖŞEDE BİRİKİYOR

Baştaki soruyu tekrar deşelim: Türkiye ekonomisi büyüdüyse, para kime gitti?

Temel ipucunu gelir akımlarında değil, finansal sistemde görüyoruz. Türkiye G-20 ülkeleri içinde, salgın döneminde, piyasaya aktardığı likidite bakımından en aktif ekonomilerden biri. Gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye, şirketleri besleme konusunda rekortmen! Yoksullara, istihdam teşvikine ve sağlık dâhil reel ekonomiye yaptığı katkıların toplamında ise Türkiye uluslararası istatistiklerin en alt sıralarında; yüzde 1,9! ABD milli gelirin yüzde 10-15’ini aşan büyük bütçe açıklarını göze alıyor, Türkiye hariç diğer ülkeler de ona ayak uydurmaya çalışıyor.

Bu ne anlama geliyor?

Türkiye’de hükümet, finansal sistemi burjuvazinin seçkin ve yârenler kesimine odaklamış durumda. İktidar finansal sermayeye öylesine büyük bir aktarım yapıyor ki, özellikle gençlerde yoğunlaşan korkunç bir yoksullaşma yaşanıyor. Türkiye’nin yüzde 5 büyüdüğü bir dönemde, nasıl oluyor da milli gelirin ücretlere ayrılan payı yüzde 3-4 oranında daralıyor? Bu ancak ücretli katmanların olağandışı yoksullaşması biçiminde olabilir. İçine yüzde 5 su giren bir havuz düşünün. Su sadece havuzun bir köşesinde birikiyor, diğer bölümüne hiç gitmediği gibi, oradan dolu yöne önemli ölçüde su sızıyor. Yani havuz büyürken, ücretlilere ayrılan pay mutlak olarak azalıyor.

BU NEO-LİBERALİZMİ AŞAN, BASBAYAĞI BİR GADDARLIK DÜZENİ

Bu neo-liberalizmi de aşan bir şey değil mi?

Tabii, bu neo-liberalizmi aşan, basbayağı bir gaddarlık düzeni. Korona salgını patlak verdiğinde, neo-liberalizmin merkezi IMF ve Dünya Bankası bile birdenbire doktrin değiştirdi. “Bu olağandışı bir krizdir, dolayısıyla bütçelerdeki disiplin ilkesi uygulanmayacaktır” noktasına geldiler.

Yani bir nevi sosyal devlet ilkesine başvuruldu, öyle mi?

Evet, oraya döndüler. Oysa Batı ekonomilerinin 2008-2009 krizinde uyum mekanizması, bizim hükümetin şimdi yaptığı gibi finansal sistem üzerinden yapılmıştı. Merkez bankaları olağandışı likidite pompalayarak krizi hafifletme yöntemleri uygulamışlardı ve bütçeye yansıma çok kısıtlıydı. Devlet bütçelerinde kemer sıkma, disiplin sürdürülüyordu. Salgında IMF, esas olarak gelişmiş ülkeler için, çalışan sınıflar lehine doktrin değiştirdi ama bizim gibi çevre ekonomileri bu esnekliğe bir şartla dahil edildi: Mali esnekliğiniz varsa, siz de bütçeden ek kaynak aktarımlarını uygulayabilirsiniz dedi.

Ne demek mali esneklik?

Bu, kamu borçlarının ve kamu açığının milli gelire oranı çok yüksek değilse, muslukları açabilirsin demek.

AKP MUSLUĞU SIKI TUTUYOR Kİ, BURJUVAZİYİ RAHAT ETTİRSİN

Peki AKP muslukları açabilir miydi?

Türkiye bu iki gösterge bakımından da çevre ekonomileri içinde mali disiplini uygulayan ülkelerden biri. AKP’nin neo-liberal ilkeler içinde en sıkı uyduğu kural budur. 2002 yılında IMF’nin programı kabul edildiğinde, hükümet her yıl bütçeden belli bir oranda faiz dışı fazla ödemeyi üstlenmişti. Sonraki yıllarda AKP bu hedefi sonuna kadar uyguladı. Bunu da büyük ölçüde özelleştirmelerle mümkün kıldı. Yani bütçeyi, kamu varlıklarını satarak besledi ki, bütçe açığı minimum düzeyde kalsın. O yüzden Türkiye mali göstergeler bakımından çevre ekonomilerinin en ilerisinde. Kamu borçlarının milli gelire oranı yüzde 50’nin altındadır. Buna mukabil yükselen piyasalarda bu oran Türkiye’nin çok üstündedir. Buna rağmen çevre ekonomileri içinde Türkiye, 2020 yılında yoksullar lehine bütçeyi en az kullanan ülkedir.

Neden?

5’li çete ve benzeri sermaye gruplarına dayanan bir iktidar olduğu için, açlıkla boğuşan halkı bir şekilde idare ederim diye düşünüyor. O yüzden bütçede musluğu sıkı tutmaya devam ediyor ki, burjuvaziyi rahat ettirsin.

DIŞ BORÇ KRİZİ HER AN TETİKTE

Peki bu yapılmasa, burjuvaziyi ne bekliyordu?

Zincirleme iflaslar olurdu. Hatta muhtemelen bir dış borç krizi de gelecekti. Saray iktidarı kredi musluklarını açıyor; borçlu şirketleri kurtarıyor. Şirket iflasları önlenince bankaların da krize sürüklenmesi önleniyor. Bankalar iflas etmediği için vadesi gelen döviz kredilerini uluslararası bankalardan yenilemeye muvaffak oluyorlar. Kritik mesele budur. Türkiye’nin dış borç istatistikleri bozuk ama kamu borç istatistikleri güzel. Dış borç istatistiklerinde yüzde 50’nin üzeri tehlikeli, Türkiye’ninki yüzde 60. Kısa vadeli borç yükümlülükleri de yüksek. Dış borç krizi her an tetikte. Hatta biz sol kanat bu tür bir krizin patlak vereceğini öngörüyoruz. Patlak vermiyor, çünkü şirketlerin ve bankaların batışı kredi pompalanmasıyla önleniyor.

Hangi sektörlerdeki şirketler en kırılgan?

İnşaat ve enerji. 5’li çete ve yârenler buraya odaklanmış. Dolayısıyla havuza giren su, sadece gözetilen sermaye çevrelerine, seçkin burjuvazinin tuttuğu köşeye gidiyor, gariban açıkta kalıyor.

ÇIKAR ORTAKLIKLARI İÇİNDEKİLERİ KURTARMA DERDİNDELER, SONRASI İÇİN ALLAH KERİM DİYORLAR

Ama ağırlaşan yoksulluk da iktidar koltuğunu sallıyor…

Evet ama kendi yarenlerini gözettiği için büyük bir borç krizine sürüklenilirse her şeyin çökeceğini düşünüyorlar. Şu an, sonuçta çıkar ortaklıkları içindekileri, yarenleri kurtarma derdindeler; sonrası için de Allah kerim, diyorlar.

Peki uluslararası finans bu politikaya nasıl bakıyor?

Uluslararası finans “şirketler, bankalar battı mı, batmadı mı, idare ediyorlar mı, ediyorlar”; buna bakıyor. Vadesi gelmiş sendikasyon kredileri yüzde yüz olmasa bile, yüzde 90-95 civarında döndürülebiliyor. Bu ne demek? Borç krizi olmuyor, dış borçlar döndürülüyor.

SENİN DOLARLARA EL KOYMADAN BU POLİTİKA DÜZELMEZ

İktidar yetkililerinin açıklamaları neden döviz krizine neden oluyor?

Hisse senedi veya tahvile para bağlamış olan yatırım fonlarının ülkeden çıkması çok kolay. Türk lirasını satıp dolar alıyor. 2020’de dolar ucuz tutuldu, söz konusu yatırım fonları 10 milyar dolar çıkardı. Bir bölümünü de dışarı çıkarmayıp dolar mevduatında, Türkiye’deki bankalarda tuttular. Sonra damat görevden alınıp kriz patlayınca dolar yükseldi ve bunlar yine geri geldi. Bu süreçte ne kadar para kazandıklarını hesaplamak mümkün. Mesela 1 dolar 7,20 TL iken çıktı diyelim, 1 dolar 8 TL’ye fırlayınca geri döndüler ve 1 dolar başına 80 kuruş kazandılar. Kısa vadeli döviz krizlerine yol açan operasyonlar bunlar. Bunun diğer ayağında ise rantiye Türkler bulunuyor. Biriktirdikleri dövizlere gözlerinin nuru gibi bakıyorlar. Döviz 2020’de ucuzladığı halde, “bu iktidar nasıl olsa yine tırmanışa sebep olacak” diyerek bozdurmadılar. Mevcut ekonomi yönetimine güvenmedikleri, varlıklarını ancak dövizde tutarak koruyacaklarını düşündükleri için TL’ye dönmeye niyetleri yok. Devamlı soruyorlar, “bizim dolarlara el koyacaklar mı”?

Bu soruya yanıtınız ne?

Senin dolarlara el koymadan bu politika düzelmez diyorum (Gülüyor). Sermaye hareketlerini kontrol etmenin ana öğelerinden biri, döviz mevduatını TL’ye çevirmektir.

Ama bu yapıldığı zaman esas yıkım olmayacak mı?

Madde bir: Varlıklarını dövizde tutanlara, “paranı TL’ye çevirdiğim anda, en pahalı kuru kullanırım” dediğin zaman binayı yıkmayı engellersin. Madde iki: “Sana önümüzdeki dönemde minimum enflasyon faizi garanti ediyorum” diyeceksin. O zaman insanlar TL’de kalmayı sineye çekebilirler.

İKTİDAR AÇISINDAN DÖVİZİN YÜKSELMESİ DEĞİL, ŞİRKETLERİN BATMAMASI ÖNEMLİ

Türkiye büyüdüğü halde, TL’nin değeri neden düşüyor?

İki etkenden biri finans kapital. Fon yöneticisi, yani rantiye finans kapitalin kısa vadeli saldırıları sonunda TL’nin değeri düşüyor. TL varlıklarına yatırım yapıp bizi söğüşlüyorlar. Aralarında Türkiyeli şirketler de var. Bunlar döviz pahalıyken girer, yeniden pahalılanmadan çıkar. Çünkü arada, dövizin pahalılanmasından daha yüksek bir faiz alıyorlar. 2003-2007 döneminde dolar üzerinden yüzde 30 civarında net arbitraj getirisi sağladı bunlar. Oysa borsayı yabancı yatırımcılara açmasaydın, bunlar olmayacaktı. İkinci etken de demin bahsettiğimiz, Türkiye’deki döviz mevduatını artıran çevreler. Bunlar da korktukları anda bankaya koşup TL birikimlerini dövize çeviriyor ve mevcut siyasi iktidarın uygulamaları nedeniyle çoğunlukla geri dönmüyorlar. İktidar açısından dövizin yükselmesi mühim değil. Mühim olan şirketlerin batmaması. Şirketler batarsa, iktidarın yarenleri iflas eder; kader birliği yaptıkları iktidar çevrelerine de dokunur. Daha da önemlisi dış borç krizi olur.

En alttakiler de milliyetçilikle, dinle, hamasi söylemlerle idare edilir…

Evet ama ayrıca şirketler batmazsa istihdam devam eder diye düşünüyorlar. Böylece alt sınıflara, yukarıya verilenlerden aşağıya dökülen kırıntılar kalıyor.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul-Ümraniye’de çöplerden kâğıt toplayan, Dicle Üniversitesi’nde Biyoloji okumuş, öğretmenlik yapmak için de ilaveten bir sene formasyon eğitimi almış ama atanmayan Siverekli Mahmut Aytar’la konuştuk. Aytar ve arkadaşları son bir aydır İstanbul Valiliği’nin kararı dolayısıyla çöplerden kâğıt toplamalarının engellendiğine yönelik bir basın açıklaması yaptı. Aytar, yaptığımız görüşmede, “bu iş, uçurumdan düşerken tutunduğumuz son dal” diyordu…

Gaddarlık dediğim bu işte. Barınamıyoruz çığlığı atan öğrenciler geliyor, birkaç gün okulda, okulun bahçesinde yatıp kalkıyor ama sonuçta kalacak yer bulamayınca memleketine dönüyor. Az önce aktardığım rakamların nasıl bir korkunç tablo olduğunu buna benzer sayısız hikâyeden görüyoruz. 15-34 yaş grubu içindeki işsizlik oranı yüzde 34,7 ve bu korkunç bir rakam. 15-24 yaş grubu içinde ne okuyan ne de çalışanların oranı yüzde 42,4 ve bu felaket bir rakam. En vahşice olanı, iktidarın eteklerinde dolaşan müteahhit gruplarından küçük birinin, bir ihtimal, gidip “çöp toplama işini bana ver” demesi ve o biyoloji mezunu çocuğun tutunduğu son dalı da bu şekilde kırması. Dünya Bankası, yoksulluğu artan kategorileri tek tek sıralamış: Ücretliler, kadınlar, niteliksiz emekçiler ve kayıt dışı…

SON 20 YILDA İŞÇİ VE KÖYLÜNÜN GELİRİ ARTMADIĞI HALDE TÜKETİMİ ARTTI

Türkiye’de yaşananın kriz değil yoksulların bunalımı olduğunu anlattığınız yazıyı, “kalıcı çözümü sorguluyorsanız, “tek yol devrim” diyerek bağlıyorsunuz. Nasıl bir devrim?

Aziz Çelik ve Ahmet Makal’ın derlediği Zor Zamanlarda Emek kitabı için yazdığım makalede 1990’lı yılların sonuyla 2015 arasının ölçümünü yaptım. Kişi başına gelir artışları bakımından işçi ücret ve çiftçi gelirlerine baktım. Bu yirmi yıllık dönemde kişi başına milli gelir artıyor. Demek ki büyüme temposu insan açısından mutlak yoksullaşma yaratmadan gerçekleşmiş. Fakat kişi başına milli gelir, işçi ve çiftçi gelirlerinin artışlarının üzerinde seyretmiş. Yani milli gelir büyümüş ama işçi ve köylünün milli gelirdeki payı azalmış. Kritik olan değişiklik ise kişi başına tüketim. Bu dönemde hem işçi hem de köylünün tüketim oranı artmış. Geliri artmadığı halde tüketimi nasıl artar?

Borçlanarak mı?

Elbette, krediyle. AKP döneminde kredi kartı, ihtiyaç kredisi ve konut kredisi kanallarıyla borçlanmanın milli gelirdeki payı, 2015 yılı itibariyle yüzde 2’den yüzde 20’ye çıkmış. Yani borçlanarak tüketim artmış.

İnsanların borçlanma dışında bir şansı var mıydı?

Biz sosyalistlerin işçi ve köylülere vaat edeceği şey şu olmalı: Başta büyük bir operasyon yapıp borçlarının bir bölümünü, hatta tümünü sildirebilirim. Tam sosyalizm yapıyorsak, hepsini sildirmeliyiz. Aynı esnada istihdamı da artıracağız. Ama sen de ancak ücretin kadar tüketeceksin. Bankalar sistemi senin tüketiminin finansmanını üstlenmeyecek.

RANTİYE TÜRKLERE DİYECEKSİN Kİ “DÖVİZ MEVDUATINA SON VERİYORUZ”

Peki dövize yönelmiş rantiyecilere ne demeli?

Rantiye Türklere diyeceksin ki, “döviz mevduatına son veriyoruz.” Aynı zamanda Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltan bir yatırım planlaması yapman, üretimin yapısını nasıl değiştirebileceğini düşünmen lazım. Sermaye birikim oranını yükselteceksin. Bu da milli geliri artıracak ama milli gelirdeki tüketim oranını azaltacak. Tüketim düzeyi biraz artacak ama tüketim oranı düşecek. Borçlanmayı böyle önleyeceksin. İdeolojik şekillenme sorunu bir yana, neoliberal dönemde tüketim artışları süregeldiği için rehavete alışmış bir işçi sınıfımız da var. Son olarak, dış açık meselesini çözmen için sınıf tabanının sağlam olması lazım. Orta sınıfların muhalefeti seni çökertir: Latin Amerika’da gördük. Lula gibi ılımlı solcular bile orta sınıfların nümayişleriyle çökertildiler. Bolsonaro denen faşist herifi başa getiren orta sınıfın o nümayişleri oldu. Dış dengeyi sağlamak, dış ittifaklarını yeniden oluşturmanı da gerektiriyor. Dış finansmanını, seni her an gözeten IMF ve finans kapitalin denetiminden bir miktar sıyırmaya çalışman lazım. Ama temel mesele, işçi ve köylünün desteğini sağlamak… Aslında hizaya gelme fırsatı 2002’de vardı.

Nasıl?

Çünkü Türkiye önceki beş senede, sıfır büyümeyle iki krizden geçmişti. Sıfır büyümeli bir dönemden iktidarı devralıyorsun ve sermaye hareketlerinin canlandığı bir döneme denk geliyorsun… 2002 seçimini alan iktidar, IMF’nin yarattığı krizin ağır faturasına tekrar muhatap olmamanın çözüm yollarını arayabilirdi.

AKP’NİN BORÇ ZEHRİNE ALIŞTIRDIĞI KİTLELER ANCAK DEVRİMLE KURTARILABİLİR

Ne yapabilirdi?

Aynı dönemde bize benzeyen kriz dalgasından geçen Asya ekonomileri, IMF’nin kötü muamelesiyle karşılaştılar. Endonezya Cumhurbaşkanı Suharto, IMF sözleşmesini imzalarken, yanıbaşında IMF’nin Asya direktörü duruyordu. Yani adeta “imzala” diyordu. Güney Kore seçime gidiyordu, muhalif adaydan, iktidara gelmesi durumunda IMF programını onaylaması yönünde söz aldılar. Malezya, Endonezya, Tayland çok ağır IMF reçeteleri uyguladılar. Sermaye hareketlerinin kaçışından kaynaklanan krizi, bütçe disipliniyle telafi etme yoluna gittiler. Bütçe disiplini ise açlık ve yoksulluk demekti. Fakat bakınız, 21. yüzyıla dış açık vererek giren bu ülkeler bugün tatminkâr tempolarda büyüyorlar ve hiçbiri dış açık vermiyor. Devrimle değil, ufak operasyonlarla büyük bir uyum imkânını kullandılar. Biraz devrime yaklaşan tek olayı Arjantin yaptı.

Borçları ödemeyeceğini ilan ederek mi?

Tabii, borçları ödemeyeceğim dedi ve 15 yıl boyunca da sol Peronistler iktidarda kaldı. Finans kapital ancak sonra karşı bir saldırıyla onları devirebildi. Bütün bu ülkelerde 2002 ile 2015 arasında pozitif büyüme ve dış denge var. Türkiye de yumuşak bir uyumla bu dönüş fırsatını kullanabilirdi. Bunu AKP de kullanabilirdi, sol platformla birlikte iktidara aday olması halinde belki kazanacak olan CHP de. Ama o zaman CHP peşinen bu yola girmeyeceğini Kemal Derviş’i alarak gösterdi. Neticede sıfır büyümenin üstüne yüksek sermaye hareketleri binince, AKP ilk beş yılında kendi altın çağını yaşadı. AKP dönemi, Türkiye’nin emekçi sınıflarına da bir şeyler armağan etti: “Borçlanmayı becerirseniz, tüketiminizi artırırım ey garibanlar!” AKP’nin borç zehrine alıştırdığı kitleler ancak devrimle kurtarılabilir. Başka etkenlerin katılacağı bir sınıfsal iktidar değişimi, bu sınıfları geçmiş dönemin o uyuşturucu alışkanlıklarından kurtarabilir.

KILIÇDAROĞLU’NUN ÖTV’SİZ ARAÇ VAADİ, ZEHRİ YUMUŞATARAK VERECEĞİM DEMEKTİR

Peki iktidar namzeti CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ilk defa araba alacak gençlere ÖTV muafiyeti vaat etmesine ne diyorsunuz?

Bu, “hele bir borçlan, ben sana zehri yumuşatarak vereceğim” demektir. Gençlerin problemi ÖTV değil, şu; Büyük çoğunluğu işe yaramayan diploma dağıtan sayısız fakülte. İktisat, siyaset bilimi, sosyoloji gibi saygın meslekleri, diploma bolluğu nedeniyle değersizleştirdiler. Biyoloji mezunu çocuk, sokaktan atık topluyor! AVM’leri bir gezin bakalım. Orada öğlen molası dışında tüm gün ayakta durmak zorunda kalan genç kadınlara hangi diplomalısın diye sorun bakalım! Büyük ihtimalle çoğu üniversite mezunu veya öğrencisidir. Ey iktidar mensupları, bir günlüğüne bile olsa kendi torunlarınızı altı saat boyunca, topuklu ayakkabı üzerinde o AVM’lerde ayakta tutun bakalım! Arada bir tuvalet kaçamağı bile muhtemelen yasak. İki kişiyse, birbiriyle anlaşarak tuvalete gidebiliyorlar. Sigara içebildikleri ise şüphe götürür.

5’Lİ ÇETEYE DAİR KAYGI, TÜM KAYGILARIN ÖNÜNDE

Pek çok insan daha önce bu kadar ağır bir tablo görmediğini söylüyor. Siz ne diyorsunuz?

12 Eylül’ün ağırlığı sola karşı uygulanan terörle de birleşiyordu ve ekonomik kriz de buna eşlik ediyordu. Ama emek bir hayli güçlenmişti ve sekiz yılda adım adım ezebildiler bu gücü. Şu anki ağır yoksullaşmaya salgının yükü de bindiği halde, yarenlere öncelik vermekten vazgeçmediler. “Şirketler batmasın ki, bankalar batmasın ve dış borç krizi yaşanmasın” yaklaşımı, 5’li çete zarar görmesin yaklaşımından daha rasyonel. Ama görünen o ki, 5’li çeteye dair kaygı tüm kaygıların önünde.

MODEL AYNI KALDIKÇA İKTİDAR DEĞİŞSE DE BUNALIM DEVAM EDER

Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımına bakılırsa, iktidar değişikliği, en azından iktisadi açıdan ciddi bir zihniyet değişikliği anlamına gelmeyebilir. Bu durumda toplumsal bunalım nasıl ortadan kaldırılacak?

Mevcut durumda orta-sağ bir iktidar beklenir. Elbette bu iktidar değişikliği Türkiye’yi göreli bir rahatlığa kavuşturur. Bir müddet sermaye girişleri hızlanır. Ama IMF son Türkiye raporunda 2026’ya kadar yüzde 3,3 oranında bir büyüme öngörüyor. Tabii bu öngörü irrasyonel ekonomi politikaları olmaması varsayımına dayanıyor. Ama bugünkü toplumsal bunalım, yüzde 3,3 büyüme hızıyla giderilemez. Buna mukabil iktidar değişikliğiyle birlikte siyasi ortam yumuşarsa, bu bunalım belki tahammül edilebilir hale gelebilir. Yani sokakta toplanan, açız diye bağıran gençlere polis saldırmayabilir. Parlamento çalışabilir, hükümet sorguya çekilebilir, adalet üzerindeki baskı hafifler vs... Ama model aynı kaldıkça, öngörülen büyümeyle mevcut bunalım devam eder.

DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM OLMADAN TOPLUMSAL KRİZ SON BULMAZ

Sosyalistlerin bu süreçteki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Böylesi bir ortamda sol neden esas alternatif olamıyor?

Sosyalistlerin önerdiği yöntem zor yöntem; ama kalıcı çözüm için de tek yol devrim. Devrimci arkadaşlarımız, “sosyalizm zamanı” diye eylem yapıyor. Ne güzel. İnsanlığın sınıfsız toplum arayışı bu çağrı sayesinde hatırlanacak; gündemde kalacak. Ama iktidara el koymak için örgütlenen işçi, emekçi, köylü kitleler nerede? “Göçmenler sınıf kardeşimiz” çağrısı da ilke olarak doğrudur. Peki devrimci örgütlerimizin Suriyeliler içindeki hücreleri nerede? Kaç kişi var? Cihatçı yobaz göçmenlerin kaçına aydınlanma ışığını taşıyabildik? Kaçını devrimci yapabildik?

Aynı şekilde orta sınıflara yönelik de bir söylem üretmek gerekmez mi?

Tabii, orta sınıflar denilen ara katmanlara ne vadediyoruz? Nelerden vazgeçmeleri gerekecek? İktidara geldiğimizde döviz hesaplarını kapatacak mıyız; kapatmayacak mıyız? Sermaye çıkışı engellenecek mi; engellenmeyecek mi? Borsaya yabancıların girişi yasaklanacak mı? Bankaları kamulaştırmadan nasıl finansal sistemi kontrol edeceğiz? Açıkça söylemek; halk sınıflarını, giderek orta sınıfları ikna etmek gerekiyor. Devrimci dönüşüm olmadan toplumsal kriz son bulmaz. Henüz erken ama krizden bunalan insanlarımız için tek kurtuluş yolu da bu. Birlikte hareket etmek için şimdiden açıkça düşünmek, yöntemleri tartışmak, anlatmak, olabildiğince örgütlenmek gerek.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.