YAZARLAR

Hayatımızdaki tesadüfler azalıyor mu artıyor mu?

Hayatta yeni yıl muhasebeleri gibi, bir de sosyal medya muhasebeleri var. Azaltmalı mıyım, çıkmalı mıyım, sosyal içici gibi sosyal ‘sosyal medyacı’ mı olmalıyım, tüm yazdıklarımı silmeli miyim? Daha onlarca soru… Benim sorum şu: Sosyal medyalı hayatımızda tesadüflere ne oluyor?

1.

Bugün biraz Milattan Önce’den bahsedeceğim. 

İnternetin ilk günlerinde, iki konu bizi özellikle heyecanlandırmıştı. Birincisi, birbirimize elektronik posta yazma imkânı... Hatırlayın ya da hayal edin; değil akıllı telefon, daha ortada cep telefonu ve kısa mesaj servisi bile yoktu. Dumanla haberleşmeden bir adım sonrasındaydık. Ev telefonlarını ezbere bildiğimiz günlerdi. Gerekli veya gereksiz, aklımızda ne çok şey taşıyorduk.

Bizi heyecanlandıran ikinci konu, istediğimiz bilgiye istediğimiz zaman ulaşabilme kolaylığıydı. Ne güzel, kafamızı kurcalayan bir meselenin cevabını öyle ansiklopedi, kitap karıştırmadan; kimseye ulaşmaya çalışmadan arayıp bulacaktık. Ama… İşte o cevaplar henüz internette yoktu. Kimse onları internete aktarmamıştı. Bizim yazmamız, üretmemiz gerekiyordu. Age of Empires oyununda henüz açılmamış bir haritanın ortasında gibiydik. Bir madenci, bir çiftçi, bir asker, bir aylak… “Ne yapacağız şimdi” der gibi etrafımıza bakıp duruyorduk. Hem el de yakıyordu internet… Kafamızda cıvvvt düvvvt vızzzzz diye yankılanan o acayip bağlantı sesini her duyduğumuzda cüzdanımız ciddi biçimde hafifliyordu. Razıydık. 

2.

Sonra haritayı açtık. 

Geocities geldi, ICQ geldi, forumlar geldi, türlü bloglar geldi. Kapsamlı arama motorları ve Wikipedia geldi… İnternet, dünyamız oldu ve zamanla şu an bildiğimiz dünyaya dönüştü. Dönüşürken de değişti. Fena değişti. İlk zamanlardaki o tuhaf rastgelelik, o ne yöne dönsek yeni bir şey keşfetmecilik bitti. Her sayfanın, her sitenin birbirine tuhaf bir şekilde denk sayıldığı; tık tuzaklarının olmadığı; küfür, hakaret ve nefretin pek az görüldüğü; kullanıcıların her şeye ve herkese karşı sahici ve yordamsız bir merak duyduğu o dünya yavaş yavaş silindi. Benzersiz bir çağdı. Şaşkınlık ve imkân çağıydı. Var mıyız, yok muyuz, tam olarak neredeyiz sorularıyla kafamızın güzelce karıştığı bir çağdı. Düşünün; Matrix, Fight Club gibi filmler o çağın meyvesidir.

Derken sosyal medya geldi. O çağın kapanışı sosyal medyada ilân edildi. Sosyal medyanın şüphesiz öncülleri de vardı ama Facebook’un (ya da ilk ismiyle TheFacebook’un) 2004 yılında internet sahnesine girişi, gezegendeki hemen herkesin yaşantısını, internetten sonra bir kez daha ve bir başka biçimde değiştirdi. Yirmi yılda hayata, insanlara, ilişkilere, haberlere, siyasete, artık aklınıza ne gelirse ona bakışımız tümden başkalaştı. İnternete ayırdığımız vakit, gerçek hayata ayırdığımız vakti aştı. Bir süre sonra ikisi arasında bir sınır kalmadı. Yaşantılarımız bir anlamda zenginleştiyse de bir başka açıdan sığlaştı, süflileşti. Anksiyetimiz, yorgunluğumuz, öfkemiz, nefretimiz arttı. Ama güzel insanlar, kafamıza, ruhumuza göre insanlar da tanıdık. Kendimizi onlara tanıttık. Tanıştık. 

3.

Ne kalıyor elimizde? Eksilerle artılar birbirini götürüyor mu acaba? 

Hayatta yeni yıl muhasebeleri gibi, bir de sosyal medya muhasebeleri var. Azaltmalı mıyım, çıkmalı mıyım, sosyal içici gibi, sosyal ‘sosyal medyacı’ mı olmalıyım, tüm yazdıklarımı silmeli miyim? Daha onlarca soru. 

Herkesin hayatında bu sorular... Azı çoğu yok, hemen herkes bir yerinden bağlanmış durumda. Çemberin tamamen dışında olanlar hariç. Onlar bu sorulardan muaf… Onlar muhtemelen bu yazıyı da okumuyor.

Eksilere artılara gelirsek… 

Öfkeye, kutuplaşmaya, yankı odalarına girmeyeceğim; oraları yeterince konuştuk. Başka odalardan, başka yankılardan bahsetmek istiyorum. Bir de tabii herkesin sosyal medyada farklı bir mecrası var, herkes muhasebesini orada yapıyor. Benim genelde kullandığım mecra Twitter, sosyal medyaya bakışımı en başta o şekillendiriyor.

İlk motivasyonlarımızdan ‘merak’ın epey uzağına düştüğümüzü düşünüyorum. Algoritma çıktı mertlik bozuldu. Kendimizin bir şeyleri arayıp bulduğumuz, avcılık-toplayıcılık yaptığımız bir dünyada değiliz. Önümüze geliyor. Benzeştiğimiz insanların beğenileri, bizim eski beğenilerimizden türeyen dallar; favlarımızın, yer işaretlerimizin türevleri, ‘bunu beğenen bunu da beğendi’ler önümüze geliyor. Giderek birbirimize benziyoruz. Kendimize benziyoruz. Neredeyse birer kendimiz olan birbirimize benziyoruz. Sadece beğenimizde değil, öfkemizde, kırgınlığımızda, sevgimizde ve sevinçlerimizde de benziyoruz. Diyelim ki her şeye rağmen hepimiz çok özgünüz (kim değildir ki) ama yine hepimiz aynı diziyi, aynı filmi, aynı kitabı konuşuyoruz. Hızla birer algoritma haline geliyoruz. Bu diziyi onaylayan, şu kitabı tukaka eden, beriki insanı eleyen ve artık kimsenin akışına düşürmeyen bir algoritmayız biz. 

Merakla hareket etme hızımız ve iştahımız azaldı. Tesadüflerden beslenmenin bereketi azaldı. Önümüze ‘random’ (gelişigüzel) gelen şeyleri birer tesadüf sayıyoruz. Onlar bile random değil; onlar da algoritmanın bir eseri. Bize göre biçilmiş bir kıyafet. Güya… Çünkü bir bakıyorsunuz, herkesin üstünde aynı zevksiz kıyafet. Herkes herkesle pişti.

Benzerlikler, yaratıcılığı da vuruyor. Yeni fikirler, yeni söylemler, yeni sentezler nereden nasıl çıkacak? Tesadüfleri bile algoritmanın belirlediği bir dünyada gitgide daha fazla yaşayacaksak, o dünyanın sanatının, biliminin, fikirlerinin özgün olmasını bekleyebilir miyiz? Yapay zekânın ürettiği imajlara getirdiğimiz ‘düzlük’ eleştirisi gün gelecek bizim için de geçerli olmayacak mı?

4.

Size bir önerim var: Arada bir Geocities’in arşivlenmiş sayfalarını açın. İlk kullanıcıların ne kadar naif bir motivasyonla nerelerde dolaştığını hatırlayın ya da ilk defa görün. 

İnternet öncesi hayatlardan getirilen meraklar o sayfalara yığılmıştı. Hobi sayfaları, günlükler, uzmanlıklar, meraklar, basit yemek tarifleri, şimdi ilk çağlardan kalmış gibi görünen basit yazılımlarla çatılmış oyunlar, fotoğraflar, tuhaflıklar… Bir tür hatıra defteri… İnsanın, üzerine “kalbin kadar temiz bu sayfayı bana ayırdığın için…” diye yazası geldiği bir defter. Öyle çocuksu bir internet… Gerçekten tesadüfi bir internet. Az bir internet ama bir yandan ufku epey geniş bir internet. Her şeyden önce, algoritmasız bir internet. Her bir kullanıcının gerçekten kendisi olduğu bir internet. 

Geocities’i, ilk blogları, sadece bir şeyleri keşfetmek ya da algoritmasızlık üzerinden anlatmak istemem. O sayfaları kurmak, o yazıları yazmak da işin bir parçası. Şimdinin sosyal medyasında üretemediğimiz türde dolaysızlığa sahip bir parça. Bu da işin öteki yarısı. Keşfetmenin diğer yarısı.

Bugün nasıl yazıyoruz? Bir defa dijital bir geçerliliğimiz olsun diye yazıyoruz. Buna neredeyse bağımlı hale geldik. Tweet’lerimiz öfkeyle, ideolojiyle bezeli ve algoritmaya uygun. Her şeyden önce gündeme uygun. Ama üzücü bir şekilde birbirine benzer, birbirine uygun. Birinde bir parça daha iyi ifade edilmiş öfke, bir başkasında bir parça hakarete, berikinde atalete dönüşüyor. Aynılığa dönüşüyor. Seyretmekten bıktığımızı söylediğimiz dizileri, kullanmaktan bıktığımız platformları, aynıları, aynılıkları, benzerleri, benzerlikleri, tesadüfi olmayan kesişimleri konuşup duruyoruz. Bir akış var. Akıştayız. 

Bu suni akışta detaylar kaçıyor.

Akışın dışında kalan, sahici bir açıklıkla kendinden bahseden; tuhaftır, bazen eşine dostuna söyleyemediği sözleri sosyal medyaya döken insanların ilginç ve özgün sesini duyamıyoruz. O sese, o açıklığa kendimiz niyetleniyorsak bile buna cesaret edemiyoruz. Gerçek tesadüflere kulak kabartmaya, merak edip derinine inmeye zaman ayırmıyoruz. Belki bir yer işareti koyup akışa devam ediyoruz… 

5.

Kendi adıma, sosyal medyada en sevdiğim kullanıcılar, belli bir konudan konuşulurken onun istimine ortak olmak, benzerlikten yararlanmak için değil ama sahiden, ısrarla ve katman katman önerilerde bulunan, zevklerinden, meraklarından bahseden, o zevklerin, merakların kendi içlerindeki seyahatini adım adım anlatanlar… 

Onlar bana göre birer Geocities sayfası… Ne zaman onların hesaplarını ziyaret etsem, kendi ilgilerine dair, beni zenginleştiren bir ayrıntı buluyorum. Bazılarının meraklarını paylaşmıyorum bile ama meraklarını anlatışları ve onu kovalayışları ilgimi çekiyor. Bir zenaatçinin işini icra etmesini seyreder gibi seyrediyorum onları. Çoğunun önerilerinden faydalanıyorum. Okuduklarını, seyrettiklerini ben de merak ediyorum. Onlarla konuşan insanları da merak ediyorum ve bu sayede başka isimler, başka insanlar, hayatlar keşfediyorum. Bu keşif duygusunu az da olsa sahiden yaşıyorum. 

Sonra da akışa dönüyorum. Ondan kaçış yok. 

Bu bir muhasebe yazısı. Sosyal medyanın çok fazla eksisi var ama tanıdığım güzel insanlara, gerçekten kesiştiğim hayatlara odaklanıp, artıları görmek istiyorum. Akışa boşvererek, o artıları, o o hayatları, o keşifleri, o merakları, o tesadüfleri arttırmalı.

Yoksa sosyal medyadan tümden çıkmalı…


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.