YAZARLAR

Geriye korkulacak bir şey kalmadı

15 Temmuz sonrasında olanları düşünün! Hepsini… Evet, bütün bunlar yaşandı ve Beckett'in “Oyun Sonu” oyununda geçen veciz sözdeki gibi, "geriye korkulacak bir şey kalmadı".

"Beyler, bu dünya ne kadar can sıkıcı!" İvan İvanoviç İle İvan Nikiforoviç’in Öyküsü’nü bu cümleyle bitirir Gogol. Dünya, bu büyük yazar için cehenneme dönmüştür. O yüzden, "Bittim artık, dayanamayacağım" diyerek yalvarır Bir Delinin Güncesi’ni bitirirken; "Beni kurtaracak yok mu?"

Türkiye’nin gündemi tam da böyle bir cehennem kasveti yayıyor. Allah’ın belası 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olanları düşünün! Tek tek düşünün… Hepsini… Evet, bütün bunlar yaşandı ve Beckett'in "Oyun Sonu" oyununda geçen veciz sözdeki gibi, geriye korkulacak bir şey kalmadı.

Türkiye artık böyle bir yer. Gogol’ü çıldırtan gerçeklik de bize uyar, Beckett’in sinir uçlarını söken anlamsızlık da!

Demokrasi, hukuk, adalet kavramları artık korkulacak her şeyin yaşandığı bu can sıkıcı gerçekliği izah etmeye ne yeterli, ne de uygun. Olguların soğukkanlı bilgisinden ziyade sanatın coşkun imgelerine ihtiyacımız var sanki. Onlar daha açıklayıcı duruyorlar. Aklı ve zihni gerçekliğin ağır terbiyesiyle yassılanmış, algısı sıradanlaşmış kayıtsız gözlerin görmediği, ama her an gözümüzün önünde olup biten hayatın korkunç ve bayağı bataklığı, ancak sanatın altüst eden bakışıyla görülebilir.

Marcuse’nin dediği gibi, dünya, gerçekte sanat yapıtında göründüğü gibidir. Çünkü yaşadığımız gerçeklik bize (gerek ideolojik, gerek etik, gerekse de yerleşik algı kalıpları nedeniyle) saklanarak, gizlenerek ve çoğunlukla da çarpıtılmış olarak görünür. Sanatın devrimci karakteri, gerçekliğin yerleşik algısını kırma gücünden gelir. Kafka’nın Dönüşüm romanını hatırlayalım… Beş duyumuzla algıladığımız dünya bize caddeleri, evleri, AVM'leri dolduran “insan” suretindeki varlıkların gerçekte bir “böcek” (ya da meşrebine göre “çakal”, “kurt” veya “korkak tavşan” vs.) olduğu bilgisini vermez. Biz bu böcekleşmiş olma gerçeğini Gregor Samsa karakteriyle fark eder ve sonrasında caddelerdeki kalabalığa da o gözle bakmaya başlarız. Bu yüzden Oscar Wilde, biraz daha ileri giderek, “Doğa, sanat eserini taklit eder” demişti. Apollinaire’in “Realite, kurmacaya doğru ilerliyor” sözü de yine aynı sebeple söylenmişti.

Ama sanat yapıtında görünen dünya sadece tek boyutlu karanlık bir dünya değildir. Sanat, kendisini taklit eden dünyaya ikinci bir hayat verir. Bu bir imkân olarak, tüm kötülük ve çirkinliğine rağmen iyi ve güzel olabilecek bir hayattır. Çünkü halis sanatçı, dünyanın akıl sır ermez tuhaflığına öfke duyan adamdır: Hayat öylesine güzelken bunca kötülüğü nasıl barındırabilir! Dünyadaki kötülüğe duyduğu öfke, genellikle, güzelliğin savunucusu olarak dile gelir. Bu da gerçek yaşamdaki mutsuzluk karşısında bir mutluluk vaadidir. Mutluluk vaadi, çeşitli şekillerde biçimlenebilen bir içeriktir. Sanatçı bunu ya doğrudan (Renoire veya Sait Faik gibi) güzelliğin tasviri ile, ya da dolaylı yoldan (Dostoyevski veya Yusuf Atılgan gibi) kötülüğün tarifi ile yapabilir. Çünkü sanatçı, kötüyü gördüğü yerde sezen, güzeli bulduğu yerde sevebilen insandır.

Sanattan mutluluk vaadi olmasını talep etmek “vulger” bir yaklaşım değildir. Bu talep, sanatın politikaya kabaca monte edilmesinden çok, onun kendi sorunları üzerine kafa yormasının beklendiği anlamına gelir. Bugün Türkiye’de sanatın böyle bir vaat içerip içermediği sorusu,sanatın kendi içindeki kazanç ve kayıplarıyla ilgilidir. Politikanın aşağıladığı hayattan bir sahne alıp onu bir mutluluk vaadine dönüştürebilmesinin önünde Türkiyeli sanatın ciddi hiçbir engeli yoktur. Yeter ki gerçeklikle -ne denli trajik olursa olsun- korkusuzca yüzleşebilme cesareti olsun. Bunun için -örneğin- Goya’nın tablolarına bakmalı insan. O tablolarının en karanlık olanında bile İspanya’nın yaşadığı trajedinin sadece tarihsel bir dönem olduğuna, gelip geçeceğine dair berrak bir umut okunur; İspanya gerçeğiyle yüzleşme cesareti o tabloların yaratıcısına bunu öğretmiştir.

Türkiye, kendi trajedimizin de geçici olduğunu anlatacak, ağır koşullar altında güç bela parıldamakta olan güncelin ışığını gelecek kuşaklara ulaştırabilecek sanatçılarını bekliyor. Hayat artık Gogol’ü çıldırtan gerçekliği ya da Beckett’in sinir uçlarını söken anlamsızlığı değil de, biraz da Renoir’ın ışıklı dünyasını, Sait Faik’in sevgili insanlarını taklit edebilsin diye.