YAZARLAR

Totaliter özlemler ve toplumun kılcal damarları

Bahçeli olan Devlet’in toplumun kılcal damarlarına zerk etmek istediği sistemin çoktan devleti parti ve partiyi de lider ile özdeşleştirmiş olduğunu, hatta liderin dışında kendi kurullarını işleten, kararlarını alan bir egemen partinin varlığından artık söz edilemez olduğunu kabul etmemiz gerekir.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 11 Aralık günü akşam saatlerinde paylaştığı ve geçen geçen hafta çok konuşulan bir dizi tweette 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle demokrasi çağrısında bulunan 805 aydını, HDP’yi ve Selahattin Demirtaş’ı hedef alıyordu. Bahçeli’nin bu paylaşımları aynı zamanda Berat Albayrak’ın istifasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Adalet Bakanı Gül’ün yapmış olduğu birtakım açıklamaların üzerine ortaya çıkan reform beklentilerine MHP’nin yanıtı niteliğindeydi. Bahçeli, özetle reformsa reform, biz varız, muhalefetin eline koz vermeyi bırakın, Demirtaş davasını, Kavala davasını bir an önce sonuçlandırın; ama bunların suçlu ve terörist olduğunu tescil ederek ve cezasını mutlaka vererek sonuçlandırın, diyordu. Bununla da yetinmiyor, kendi reform çağrısını şu sözlerle dile getiriyordu: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kökleşmesi, tam olarak yerleşmesi, var olan tüm kurum ve kurallarıyla devlet ve toplum hayatının kılcal damarlarına nüfuz etmesi maksadıyla ne gerekiyorsa yapılmalı, nasıl bir reform süreci öngörülüyorsa tatbik edilmelidir.” Türkçesi, birçok iktidar partisi mensubu, hatta belki Cumhurbaşkanı’nın şahsı gibi Bahçeli de, mimarları arasında yer aldığı bu sistemin şu anki işleyişinden memnun değildi. Ama onun isteği, sistemde bir revizyon ya da iyileştirme değil, tam tersine sistemin yalnızca devletin değil, toplum hayatının da kılcal damarlarına yerleşmesi için ne gerekiyorsa yapılmasıydı.

Toplumun… Kılcal damarları… Ne gerekiyorsa… Bu sözleri ilk okuduğum andan beri, iktidarın meşru ve geçerli tek siyaset modeli olarak tek adam yönetimini merkezine alan ve buna karşı geliştirilen her türlü muhalefeti bir beka sorunu olarak gördüğü otoriterleşme projesinde yeni bir evreye geçildiğini düşünmeden edemiyorum. Aslına bakarsanız, bir yönetim biçimini, üstelik de -seçimle gelmiş olsa dahi- tek bir kişinin her türlü kararı alabildiği, çoğunluğuna hükmettiği meclis, kendi atadığı bürokratlar ve konuşmalarında açıkça talimat vermekten çekinmediği yargı eliyle uygulatabildiği bir yönetim biçimini toplumun kılcal damarlarına yerleştirme talebinin siyaset bilimindeki karşılığı “totalitarizm”dir. Yani devlete mutlak itaat beklenen, bireyin yaşamının tüm alanlarının devletin kontrolüne bırakıldığı bir rejimdir söz konusu olan. Mussolini’ye esin veren faşist filozof Gentille’in ifadesiyle “her şey devlet için, hiçbir şey devlete karşı değil, hiçbir şey devletin dışında değil”dir. Dolayısıyla toplum da devletin dışında sayılamaz. Ancak buradaki mantık dizgesini bir adım daha ileri götürmek ve Bahçeli olan Devlet’in toplumun kılcal damarlarına zerk etmek istediği sistemin çoktan devleti parti ve partiyi de lider ile özdeşleştirmiş olduğunu, hatta liderin dışında kendi kurullarını işleten, kararlarını alan bir egemen partinin varlığından artık söz edilemez olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bu hafta biterken yaşanan bir gelişme, Bahçeli’nin sözleri üzerine zihnime üşüşen ve uykularımı kaçıran bu düşüncelerin salgın nedeniyle günlerdir evden çıkamamanın verdiği hezeyanlı ruh halinin bir sonucu olmadığını düşündürttü. AKP’li vekillerin verdiği “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Hakkında Kanun Teklifi”nin içine gizlenen ve Adalet Komisyonu’nda AKP ve MHP oylarıyla kabul edilen bir madde ile, İçişleri Bakanı ve valiliklere çeşitli konularda faaliyet gösteren derneklere, vakıflara, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarına kayyım atama, yönetiminde bulunanları görevden alma, faaliyetini durdurma yetkisi verilmesi öngörülüyor. Teklif yasalaşırsa, bu yetkinin kullanılması için haklarında terör soruşturması açılmış olması yeterli olacak. Tıpkı haklarında terör soruşturması açılarak görevlerinden alınan ve yerlerine kayyım atanan 40’ın üzerindeki HDP’li belediyeye olduğu gibi. Yani mecliste kayyım atanan belediyeler için oh çeken İçişleri Bakanı, insan hakları, kadın hakları, LGBTİ+ hakları, mahpus hakları, mülteci hakları, çocuk hakları, engelli hakları ve aklınıza gelebilecek diğer hak alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini durdurup başlarına kayyım atayabilecek. Kılıfına uydurmak için tek yapılması gereken, “bağımsız yargı”nın, bu derneklerin, vakıfların başında bulunan kişilere terör soruşturması açması olacak.

Şimdi diyeceksiniz ki, 6 milyonun üzerinde seçmeni olan, meclisin üçüncü partisi konumundaki bir partinin kapatılmasının son derece olağan bir şeymiş gibi konuşulabildiği, o partinin seçimle kazandığı yerel yönetimlere el konulmasının dahi normalleştirildiği, ana muhalefet partisinin bir güvenlik tehdidi, bir beka sorunu olarak işaret edilebildiği, ana akım medyanın neredeyse tümüyle iktidarın kontrolünde olduğu bu şartlar altında STK’lara kayyım atansa ne olur, atanmasa ne olur? Sivil toplum alanı, AKP iktidarının ilk günlerinden itibaren özellikle ilgi gösterdiği, ele geçirmek, istila etmek için özel çaba sarf ettiği ve büyük ölçüde de başarılı olduğu; yarattığı fonlarla, sağladığı imkanlarla kendisine yakın olan dernekler ve vakıflar üzerinden yoğun biçimde beslediği bir alan oldu. AKP’nin başarı öyküsünde, bugüne kadar sivil toplum üzerindeki hakimiyetinin de önemli bir payının olduğunu söylemek mümkün. Ancak, nasıl ki kendi yandaş medyasını hakim kılmakta başarı göstermiş olması, muhalif enformasyon kanallarının açılmasına, muhalif görüşlerin alternatif mecralar üzerinden yayılmasına engel olamadı ve bilgi akışı üzerindeki mutlak hakimiyetini kurmasına yetmediyse; kendi yanında konumlanan sivil toplum örgütlerine yıllardır kaynak ve güç aktarıyor olması da, hak mücadelesi yürüten dernekleri, vakıfları yolundan döndürmedi. Özellikle insan hakları alanında faaliyet gösteren birçok dernek, OHAL dönemindeki yoğun baskılara göğüs germeyi başardı. Bugün de ayrımcılık, kötü muamele ve hak ihlalleri ile mücadele konusundaki kararlılıklarını sürdürüyorlar. Kadın hakları mücadelesi, 12 Eylül dönemi de dahil olmak üzere, hiçbir dönemde otoriter iktidarlara meydanı terk etmediği gibi, bugün de İstanbul Sözleşmesi’ne karşı saldırılar başta olmak üzere, iktidardan gelen her türlü baskıcı, kadın düşmanı hamleye karşı direnmeye devam ediyor. LGBTİ+ hareketi, iki binli yılların başlarında elde ettiği kazanımları iktidarın muhafazakâr, gerici, kapatıcı müdahalelerine karşı savunmak için elinden geleni yapıyor. Bütün bunların yanında, görüyoruz ki gençler, kendilerine anlatılan hamaset masallarına artık inanmak istemiyor. Kendileri için çizilen ve varlıklarını armağan etmeleri beklenen yolda yürümek yerine, kendi geleceklerini eşitlikçi, demokratik, modern dünyada görüyorlar. Yani tam da toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettirilmek istenen şeyin dışında bir yerde, sivil toplum alanında hayat başka türlü akıyor. Bu yüzden, her şeye rağmen ümidi elden bırakmamak ve birbirimize sahip çıkmak gerekiyor.

 

 

 


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.