YAZARLAR

Mehmet ve düşmanları… Kim?

Birinin kayıp hayatını anlamaya, kıymetlendirmeye, gün yüzüne çıkarmaya çalışırken başkalarını batırmak niye? Değneği tersine bükeyim derken, bir düşünsel kimliği ve sahiplerini hiçbir somut olgu göstermeksizin suçlamak, yel değirmenleriyle kavgadan öte bir şeydir. Hayali bir husumet, düşmanlık iddiasıdır bu.

Sibel Oral bizde pek örneği olmayan ilginç bir çalışmaya imza atıyor İşitiyor musun Memet’le. İlginç olduğu kadar da sorulara açık bir çalışma bu.

Her şeyden önce, yoğun emek ürünü bir kitap var elimizde. Hem fiziksel hem duyusal yoğun bir emek, çaba var ortada. Yazar, konu ettiği kişinin, hayatın izini sürüyor Polonya’da, Fransa’da, Türkiye’de. Kentleri, sokakları, evleri, mekanları gidip görmekle, onun yaşantısına zaman zaman eşlik eden, tanıklık eden insanlarla konuşmakla, yazışmakla kalmıyor; her yerde, her seferinde Mehmet Nâzım olarak konumlamaya çalışıyor kendini. Üçüncü şahıslar aracılığıyla edinilen dolaylı tanıklık giderek yazarı konu ettiği kişiyle –kurgusal boyutta da olsa- özdeşleşmeye, onunla sanal diyaloglara götürüyor.

Özgün olduğu kadar, metinde de yer yer ifade edildiği üzere yazar açısından hırpalayıcı bir yöntem bu.

Ama iş orada da kalmıyor. Hırpalanırken birilerini de hırpalamaya koyuluyor yazar ve arkadaşları. O birileri kim? Tek kişi (Memet Fuat) dışında adı sanı, kim oldukları, ne yaptıkları belli olmayan meçhul bir “onlar” var! Fazlasıyla düşsel… ama bir o kadar da somut husumet duyulan onlar!

Kitabın epey kalabalık bölüm başlıklarından biri: Bize çok kızsınlar Mehmet…

Şiirsel söylemle, dert yanma, endişe paylaşımı ve daha önemlisi “müttefiklik” duyusu – iddiasıyla; ‘umurumda değil, senin için göze alıyorum’ dercesine açılıyor bölüm:

Mehmet,
Münevver Andaç’ın oğlu Mehmet,
Babasının oğlu olamayan Mehmet,
Mehmet,
Ama Nâzım’ın oğlu Mehmet!
Bana çok kızacaklar Mehmet,
Yazdıklarım için, yazmadıklarım için.
Kimi seni insan,
Kimi babanı insan,
Kimi kendimi insan olarak ortaya döküp saçtığım için
Bana çok kızacaklar Mehmet…

Sansürlü; somut özne/taraf, kişi/kişiler gösterilmediği için ithama dönen iddiayla, karşı duruşla kapanıyor dertleşme:

Kötü olanlar benim yaşadıklarım, yazsam kalın puntolarla sürmanşet olur. Yazmıyorum, yazmayacağım. Kendi kötücül köşelerinde yazsınlar. Bize çok kızsınlar Mehmet…

Kim o kötücüller, bilmiyoruz.

Bu satırlar ve yazarının da o meçhul kötücül ordusuna dahil edilmemesini umalım, dileyelim.

HAYAT, KURGU VE YAZININ YÜKÜMLÜLÜKLERİ 

Punto – sürmanşet kavramlarının da işaret ettiği gazetecilik deneyimiyle besleniyor kitap. Kısa bölümlerle temposu yüksek bir anlatıma, kurguya sahip. Tabii yazarın edebiyat birikimi de etkili bunda. İlk romanı Beni Beklerken’i izleyen iki kitabı; Zayi “Harp ve Darp Ülkesinde Bir Selvi” (2011), Toprağın Öptüğü Çocuklar (2015), edebiyatla gazeteciliğin başarılı bileşimlerinden. İşitiyor musun Memet? yeni bir deney.

Kitabın kalabalık ara başlıklarından sekiz – dokuzunda aynı ifade var: Sıradan bir biyografi denemesi…

Oral, defalarca yineleyerek “sıradan bir biyografi” yazmayacağını, bununla yetinmeyeceğini belirtiyor kendisine ve okura. Yazım sürecini de okurla paylaşıyor. Kendisine yöneltilen “roman mı” sorularına yanıtının hayır olduğunu da belirtiyor. Bölüm başlıklarından biri yazarın ve metnin açmazını ortaya koyuyor:

Büyülü şey: Uydurmak.

Her yazı kurgudur, evet. Her yaşam öyküsü de birebir hayat değil, birebir gerçek değil, kurgudur. Öykü – kurgu, “uydurma”yı içinde taşır. Özyaşam öyküsü dahil. Nesnellik iddiasındaki haber bültenleri, metinleri de öyledir. Terry Eagleton 18. yüzyıla dek İngilizcede news sözcüğünün hem haber hem öykü anlamına geldiğini belirtir.

Gerçek kişiler ve hayatlar kurguya kaynaklık eder, edebiyat - sanat bunun üstüne inşa edilir. Balzac’ın yazdıklarına verdiği üst başlığı anmakla yetinelim: İnsanlık Komedyası.

Bizde başı çeken isimlerden biri Selim İleri. Gerek yapıtları, gerek yazarları kendi anlatısına malzeme haline getirir. Romanlarında bizi Kerime Nadir’den Muazzez Tahsin Berkant’a, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Nahit Sırrı Örik’e, Peride Celal’e… “geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zamanlar”a, hayatlara götürür.

N. Sırrı Örik’i konu ettiği Cemil Şevket Bey/ Aynalı Dolaba İki El Revolver romanındaki tümce dikkat çekici: “Roman yazmak, başka hayatları çalmaktan başka nedir ki…” (Mealen yazdım, kitap yanımda değil.)

Edebiyatta, tiyatroda, sinemada başka hayatlara - başkalarının hayatına tanıklık ederiz. Arada tanıyıp bildiğimiz gerçek kişiler, olaylar karşımıza çıksa da bir “kurmaca” izlediğimizi biliriz.

Doğum - ölüm tarihi, anası – babası, yaşadığı yer(ler), insanlar belli olan birisini adıyla sanıyla anlatı konusu ettiğinizde o kişiye, gerçekliğe, okura karşı sorumluluk üstlenirsiniz. Üstelik konu ettiğiniz kişi, herkesin ağızbirliği ederek belirttiği gibi dışa kapalı, örtük bir hayat yaşamışken, bunu seçmişken?

“Hayatım boyunca istemediğim hiçbir şeyi yapmadım” diyen birisi bu kapalılığın, örtüklüğün de kendi isteği, seçimi, iradesi olduğunu söylemiş olmuyor mu?

Soru, “tabu” savunuculuğu olarak anılmasın. Tersine; toplumsal – tarihsel konumdaki her şeyin, herkesin araştırılması, sorgulanması, tartışılmasından yanayım. Nâzım Hikmet de, Münevver Andaç da, oğulları Mehmet de bunu gerektirir ve hak eder.

Yazarın yer yer paylaştığı “etik” iç hesaplaşmasından, birilerine açık ve örtük olarak yöneltilen “ahlak” ithamlarından doğuyor soru.

KİM, NEYE, NEDEN DÜŞMAN?

Ahlak yargıçlarına, vaizlerine, bekçilerine şüpheyle yaklaşırım.

Lise yıllarında Ahlakın Ahlaksızlığı’nı okuduğumdan beri böyle bu. Frédéric Paulhan “tuzaklar ve ayrıntılarla dolu zor bir sanat” olarak niteliyor ahlakı. Kitabın sonundaki şu sözler de konumuz bağlamında anılmaya değer:

Herkes hem başkalarıdır, hem başkalarının düşmanıdır. Herkes başkalarıyla yaşar, ancak başkalarına zarar vererek sevinir, onların acısından faydalanarak, ancak başkalarının ölümüyle yaşar.

***

Birinin kayıp hayatını anlamaya, kıymetlendirmeye, gün yüzüne çıkarmaya çalışırken başkalarını batırmak niye? Değneği tersine bükeyim derken, bir düşünsel kimliği ve sahiplerini hiçbir somut olgu göstermeksizin suçlamak, yel değirmenleriyle kavgadan öte bir şeydir. Hayali bir husumet, düşmanlık iddiasıdır bu.

Birilerinin sürekli parmak sallayarak “onlaaar” diye hedef göstermesinden, “… zihniyyeti” söyleminden farkı yok bunun. Öte yandan sadece hedef gösterdiklerini değil; anlayıp korumaya çalıştıklarını da, o yöndeki büyük emeği, çabayı da zayi ediyor.

Memet Fuat, A'dan Z'ye Nâzım Hikmet kitabına “iyi insan” nitelemesiyle, bir uyarıyla, çağrıyla başlar:

Nâzım Hikmet'i anlamak isteyenler önce 'iyilik' konusu üstünde düşünmelidir.

Öyle yapmalı. Hiç de zor olmasa gerek.