YAZARLAR

İktidar, mücadele ve yılbaşı

Nasıl kutladığınız, nasıl eğlendiğiniz, 31 Aralık gecesi neler yaptığınız hiç ama hiç önemli değil; önemli olan bu konudaki tavrınız, aslında siyasetle hiçbir alâkası olmayan bu güne yüklediğiniz anlamdır ki, onu siyasal bir tavır, bir siyasal eylem haline getirir. İşte tam da bu çerçeveden baktığınızda, yılbaşı kutlamak ya da kutlamamak bir siyasal tavır, eylem, faaliyet; hülâsa bir siyasal duruştur.

İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır.

Michel Foucault (Hapishanenin Doğuşu)

Her yılbaşı öncesi, yeni yıl kutlamalarının Hıristiyanların Noel Bayramı olduğu ve bu nedenle kutlanmasının günah olduğu tartışmalarının, artık, Türkiye’ye özgü bir “yılbaşı ritüeli” haline geldiği ortada. Sanırım artık “Noel ve yılbaşının aynı şeyler oldukları, yılbaşının bir dini bayram olduğu” düşüncesi komik bir hâl almaya başlamış olacak ki artık bunun bir “kültürel yozlaşma” olduğu tezi öne çıkarılmaya başlandı.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da “Kültürel yozlaşmalardan birisi[nin de] yılbaşı kutlamaları” olduğunu belirterek “Kumarın farklı bir çeşidi olan piyango ve bütün şans oyunları[nın] da dinimizce haram… günah” olduğunun altını çizmiş. Çok rahatlıkla altına imza atabileceğim değilse de karşı çıkacağım bir argüman hiç değil. Ha, yok, dürüstçe söyleyeyim, ben işin “günah” tarafında değilim -ki bir bilgim yok, zaten ilgim de.  Ben sadece, Profesör Erbaş’ın “yozlaşma” dediğini “cultural diffisuion” olarak düzeltir ve onun fikrine katıldığımı belirtebilirim.

Bir toplumdaki kültürel pratiklerin başka bir topluma/toplumlara yayılması yaygınlaşması olgusu görmezden gelinecek bir durum değilse de “yozlaşma!” sinizmiyle “Cuma vaazlarına” konu edilecek bir husus hiç değil. Kültürel çalışmalar Türkiye’de gittikçe yaygınlaşan bir akademik dal ve çok da güzel çalışmalar yapılıyor. Ben sadece Wallerstein’in jeokültür tanımına az biraz aşinayım. Modern Dünya Sistemi’nin ekonomik siyasî ve kültürel boyutlarını izaha çalışan Wallerstein, devletlerin sahip oldukları kültürel unsurların onun jeokültürel konumunu ve hatta gücünü temsil ettiğini savunur. Aslında jeokültür, bir devletin sahip olduğu güç unsurlarından biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Benimki de lâf, koskoca bir Diyanet İşleri Başkanı’na, elinde kılıçla Ayasofya’da hutbe veren bir “ahir zaman Şeyh-ül İslâmı”na kalkmış jeokültürden, kültürel çalışmalardan, Modern Dünya Sistemi’nden falan bahsediyorum. O “yozlaşma” diyorsa “yozlaşmadır.” Yılbaşında evinizde oturunuz, fındık, fıstık yemeyiniz; neuzubillah, zinhar ağzınıza o ismini anmak istemediğim lânet içecekten koymayınız. Adam master tezini “Kur'an'daki Tekrarlar ve Sırları” üzerine İsmail Karaçam Hocanın danışmanlığında Marmara Üniversitesi’nde 1987’de tamamlamış, doktorasını ise “İlâhî Dinlerde Melek İnancı” üzerine yapmış. O bilmeyecek de kültürel çalışmalar konusunda dirsek çürüten genç arkadaşlar mı bilecekler?

TÜRKİYE’DE YILBAŞI 'KÜLTÜRÜ'

Her konuda ahkâm kesmek, Türkiye’de hem kahir gazeteci esnafının hem de umum üniversite zürefasının baş ve boş işlerinden biridir; bu meslek erbabı şimdilerde “herbokolog” olarak anılıyor; muhteşem bir tabir.

Neyse biz konumuza dönelim, özetle, Erbaş “bile/dahî” biraz kurcalasa yılbaşı kutlamalarının 1950’lerden bu yana yaygınlaşmakta olduğunu tespit edebilirdi.

Türkiye’de yılbaşı eğlencelerinin yaygınlaşması ile televizyonun orta sınıfların eğlence aracı haline gelmesi paralel bir gelişim seyreder. Televizyonun Türkiye’de yaygınlaşmadığı dönemlerde de basında yeni yıl ile ilgili haberlere, değerlendirmelere hatta reklamlara rastlamak mümkün; ancak bu, o dönemlerde yılbaşının, toplumun geniş sayılabilecek bir kesimi tarafından kutlandığı anlamına gelmez. Ama özelikle, DP iktidarı ile birlikte Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan Amerikan yaşam tarzının, yılbaşı kutlamalarını da etkilediği bir gerçektir. Milliyet gazetesinin 25 Aralık 1951 tarihli haberine göre, yaklaşan yılbaşı Beyoğlu piyasasında bir canlanmaya yol açar; gazetenin haberindeki ayrıntı daha da önemli, “Frenk an’anelerinden olan Noel bayramı, son yıllarda bizler tarafından adeta benimsenmiş[tir.]”  

Yılbaşı kutlamalarına ilişkin 1950’lerde artan ilgi sadece basının abartması olmasa gerek, nitekim, İsmail Hami Danışmend de bu konuda çok dertlidir: “Bizim Avrupayı imrendirmiş muhteşem bir azamet devrimiz vardı… Bazen sarp ve yalçın kayalar üstünde fethi değil, muhasarası bile imkansız kalelerle karşılaşırdık: Böyle vaziyetlerde karşıdaki dağların tepelerinde kurduğumuz izâbe fırınlarında top döküp düşman istihkamını aynı irtifadan vurmak için kaç defa dağ başlarına demir ve bakır külçeleri çıkarttık. Büyük toplarla havan toplarını biz icad ettik… Şimdi biz onların yapmadıklarını yapıyoruz. Örfleriyle adetlerinden sonra ayinleriyle yortularını da taklide başladık… Nihayet işte bu hale geldik.1950 başlarında halkın yılbaşı kutlamalarına ilişkin artan bu ilgisini, isterseniz Danışmend’in diliyle değil de, erken cumhuriyet döneminin diliyle “muasır medeniyete ulaşma yönünde atılan bir hamle”, isterseniz de dönemin yeni iktidarının (DP’nin) diliyle “küçük Amerika” olma hedeflerine ulaşmada bir merhale olarak okuyun, pek bir şey değişmez;  50’lerden, hatta bir kamu kurumu olan Milli Piyango’nun yılbaşı çekilişlerinin erken Cumhuriyet döneminin sonlarına rastladığını dikkate alarak 40’lı yılların ikinci yarısından bu yana, Türkiye’de yılbaşı kutlamaları oldukça siyasal bir mevzudur;  din, resmî ideoloji, geçmişten günümüze her daim yılbaşını kurcalamayı ve buna siyasal/dinî bir anlam yüklemeyi çok sever.

1964’ün bitmesine 10 gün kala, Milliyet gazetesinin hafta sonu ekinde yazan Nazan Yeşim, “dönemin ruhu”nu çok güzel yansıtır. Yeşim, yazısına, yılbaşı sofralarını hazırlarken “Senede yalnız bir defa kutlanan bu gece hayli uzun sürdüğü için içkileri ve çeşitli yiyecekleri sofrada bol bulundurmak şarttır.” ikazı ile başlar. Yazara Kars’ta mektupla ulaşan Gülbahar Cankat isimli Hanımefendi, yılbaşında evine yirmi kişilik bir davetli topluluğunun geleceğini ve “…soğuk büfe” yapmak istediğini belirterek Nazan Hanım’a başvurur. Yazarımız, gazetedeki köşesinden uzun uzun okuyucusunu tenvir eder.

1960’lara gelindiğinde, yılbaşı kutlamaları sıradanlaşmış, artık kanıksanmış hale gelmiş olsa da, yine de tam anlamıyla kitleselleşememiş; ciddi bir ekonomik pazar haline gelememiştir: Bunun için televizyona, televizyonda dansöze ve dansözün oynamasına izin verecek bir darbeciye gereksinim vardır. Nitekim, 1980’lerde rejimin siyasal karar alıcılarının yılbaşına dokunuşları “takdire şayan”(!) olacaktır.

Türkiye bir yılbaşı eğlencesi olarak “dansöz” ile aslında 1980’lerden önce tanışır. Unutmamak lazım ki, 1955 yılbaşında Taksim Belediye Gazinosu’nda tertiplenen eğlencede Oryantal Dansöz Türkan Şamil de sahne almaktadır. Ancak, oryantal dansözlerin lüks otel ve gazino müşterilerinin masalarında raks etmeyi bırakıp, televizyon ekranlarına sıçradıkları tarih 31 Aralık 1980’dir.

12 Eylül Darbesi’nden henüz iki buçuk ay sonra TRT’de, 19:20’de başlayan Yılbaşı Özel Programı’nda, dansöz Nesrin Topkapı’nın gece yarısından sadece beş dakika sonra ekranlara arz-ı endam ederek 15 dakika dans etmesi, bu açıdan bir milat olarak kabul edilebilir. Bu uygulama uzun süre devam edecek; yıllar içerisinde dansöz sayısı artacak, süre uzayacak, hatta dansözlerin kıyafetleri(nin ne kadar açık olup olmayacakları) bile basının en önemli magazin malzemesi olarak kullanılagelecektir.

KAPİTALİZM, ULUS-DEVLET, TAKVİM, NOEL VE YILBAŞI

Eskiler için “zaman” ve “mekân” birbirlerinin mütemmim cüzleriydiler. Başka şekilde ifade edecek olursam, “Saat kaç?” sorusu “Neredeyiz?” sorusundan bağımsız olarak ele alınabilecek bir mevzu değildi. Toplumsal hareketliliğin oldukça düşük olduğu ve insanların kentlerden çok kırda yaşadıkları kapitalizm öncesi dönemde insanların başka coğrafyalardaki saatleri öğrenme ihtiyaçları da bir o kadar az ve gereksizdi.

Ezanî saat, alaturka saat de tam bu minval üzere düzenlenmişti: Akşam namazı (güneşin batışı) o günün de bitişi anlamına geliyordu. Akşam olduğundan saatler 12.00’a ayarlanıyor, önceki gün sona eriyor ve yepyeni bir gün başlıyordu. Ramazan aylarında teravih namazlarının sanki bir gün önce başlayıp, bitiyormuş gibi görünmesi de o yüzdendir. Aslında önceden başlayıp biten bir şey yoktur. Şaban ayının son günü akşam namazı vakti sona erip de Ramazan ayına girildiğinde inananlar teravih namazına giderler, gece sahura kalırlar, sabah da oruç tutarlar. Ramazan ayının son günü akşam namazı gelip de akşam ezanı okunduğundaysa Ramazan ayı biter, oruçlar açılır ama teravih namazına gidilmez çünkü ramazan ayı o akşam ezanı ile bitmiş ve artık şevval ayına girilmiştir.

Günün biz kentli-modern insanlar için sabah uyandığımızda başlıyor olduğunu düşünmemiz bunu anlamımızı zorlaştırıyor diye düşünüyorum. Alaturka saatten bahsedip de Tanpınar’ın o muhteşem eserini anmamak olmaz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunda vakit tutucuların gündelik yaşamdaki ehemmiyetini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal’a şöyle anlattırır:

"Adım başı muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden servetlerine, yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kordonlu, kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük, saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç âleme, büyük ve ebedî inançların sesiydi. Onun kendisine mahsus, hayatın her iki budununda genişleyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tayin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğunuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve ârızasız yollarını size açardı."

Modern saat sisteminde gün dönümü mekânla alâkalı değil, ulus-devlet ile ilgili teknik bir ön kabuldür: Gün, saat 24.00’da sona erer; Edirne’de de Şırnak’ta da. Ama Edirne Uzunköprü’nün burnunun dibindeki Dimetoka’da (Evros, Yunanistan) o günün bitmesine daha bir saat vardır. Gece saat 24.00, ne Uzunköprü, ne Cizre (Şırnak) ne de Dimetoka için anlamlıdır. Bu saatler Türkiye ve Yunanistan devletlerinin kendi ulus-devlet sınırları için tanımladıkları “teknik anlamlılıklardır”.

Kapitalizm ve ulus-devletleşme süreçlerinin hız kazanmasıyla birlikte “mekân-zaman” bağlamı kopmuş mekân artık ulus-devletin tamamı olarak kabul edilerek “ulus-devlet-zaman” ya da “resmî-zaman” düşüncesine geçilmiştir. Elbette ABD gibi birden fazla “resmî” saati olan ülkeler de yok değildir ama ABD’deki farklı resmî saatlerin de ABD’nin resmî otoritelerince ülkenin coğrafi büyüklüğü zaruretiyle kabul edilmiş “ulus-devlet-zaman(lar)” oldukları unutulmamalıdır.

Kapitalistleşmenin takvim üzerindeki etkisinin iki yönlü olduğunun altını çizeyim: Kapitalistleşmenin ulus-devlet üzerindeki ilk etkisi ulus-devletleşme dolayımıyla sahip olduğu etkidir. Söylemeye gerek yoktur ki ulus-devlet, kapitalist üretim ilişkilerinin siyasî formunu oluşturmaktadır. Ulus-devletleşme de konumuz bağlamında, zaman ve mekân arasında kurulan kadim ilişkiyi bozucu bir etkiye sahip olmuştur.

Kapitalizmin ikinci etkisi ticaret yaşamının canlanması, kent yaşamının parlaması ve “farklı” coğrafyalara dair düzenli bilgi ihtiyacının artması ile alâkalıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin önce Avrupa’ya ve Amerika’ya sonra da Afrika ve Asya’ya yayılmaya başlayarak bir “dünya ekonomi” halini alması, dünyanın (merkez-yarı çevre ve çevrelerden mürekkep) bir “piyasa” olarak düşünülmeye başlanması da mekândan kopuk bir “dünya saati” düşüncesini körüklemiştir. Bu süreç ulusal/resmî saat düşüncesinden kopuk ve ayrı bir süreç değildir. Kapitalizmle birlikte dünya, merkezi kapitalizmin de merkezi olan (Greenwich, Londra) bir dünya saati esas alınarak ulusal saatlere bölünmüş bir zaman-mekân algısına geçmeye başlar. Artık “Saat kaç?” sorunuza cevabı bizzat kapitalist üretim ilişkileri ve ulus-devletin siyasî yapıları vermektedirler. Artık şu anda saatin kaç olduğu, sizin “nerede” olduğunuzla değil, o yerin hangi ulus-devletin siyasî sınırlarından geçtiğiyle ve o siyasî sınırların kapitalist merkeze uzaklığıyla alâkalı hâle gelmiştir. Tam da 16. yüzyıl sonlarına yani kapitalist “dünya-ekonomi”nin inşa edildiği yüzyılın sonlarına doğru gelirken (1586) Papa 13. Gregorius’un adını taşıyan ve Sezar’ın yaptırdığı Jülyen takviminin güncellenmiş hali olan “modern” takvim tüm dünyaya yayılmaya başlar.

Osmanlı’da süreç benzer şekilde işler. Hicrî takvimden kopuş, sanıldığının aksine Cumhuriyet ile değil Osmanlı dönemi kapitalistleşme ve ulus-devletleşmesinin dönüm noktası olan Tanzimat’la başlar. Tanzimat’a kadar Osmanlılar Hicrî takvimi kullanıyorlardı. Muharrem ayının ilk günü bu takvimin yılbaşı sayılıyordu. Muharrem ayının günümüz takviminde hangi aya denk geldiğini söylemek mümkün değil. Çünkü Hicrî takvimdeki gün sayısı ve Rumî ve Miladi takvimlerdeki gün sayıları birbirleriyle aynı olmadıklarından, Muharrem ayının ilk gününün Rumî ve Miladi takvimlerdeki karşılıkları her yıl değişmekte. Bunun en güzel örneği, bu yıl Hicrî takvime göre hesaplanan Ramazan ayının (ve bayramının), gelecek yıl daha erken bir tarihe denk gelecek olmasıdır.

Tanzimat’ın hemen akabinde 13 Mart 1840 Miladî tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak kabul edilerek Rumî takvime geçildi. Rumî takvim, Jullien takviminin bir uyarlamasıydı. Avantajı, bir yılın Miladi takvimde olduğu gibi 365 güne tekabül etmesi, aylar ve mevsimlerin çakışmasıydı (Ocak ayının hep kış mevsimine denk gelmesi gibi). Bu takvimle, 17. yüzyıl sonrasında gittikçe yaygınlaşan Gregoryen takvim (Miladî takvim) arasında 13 gün fark vardı. Jullien takviminin bir uyarlaması olan Osmanlı’nın Rumî takviminin yıl numaraları da farklıydı. Fark sadece yıl numaralarıyla alâkalıydı. Osmanlı Rumî takvimi Hicret’in yıl numaralarını Batı’nın takvimine adapte etmişti. O nedenle de Batı 1840 yılındayken Osmanlı 1256 yılında olduğunu kabul ediyordu.

1917’ye gelindiğinde ilk olarak bu 13 günlük fark da ortadan kaldırıldı. Rumî takvimde 1 Mart 1333 (M. 1917) günü yapılan düzenlemeyle, bu tarihten 13 gün silinerek gün sayısındaki hata düzeltildi.

Cumhuriyet yönetimi 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen ve 02.01.1926 tarihindeki Resmî Gazete’de (Sayı 260) yayınlanarak yürürlüğe giren kanunla Miladî takvimi kabul etti. Şeklen baktığımızda bu tam anlamıyla bir takvim değişikliğiydi. Cumhuriyet yönetimi Rumî (Jullien) takviminden Miladi (Gregoryen) takvime geçmiş gibi görünüyordu. Ancak Tanzimat’tan bu yana cereyan eden dönüşüme baktığımızda bu, takvimdeki yıl numaralarının yeniden düzenlenmesinden başka bir anlama gelmiyordu.

Kabul edilen kanun şu şekildedir:

Madde 1. — Türkiye Cumhuriyeti dahilinde resmî Devlet takviminde tarih mebdei olarak beynelmilel takvim mebdei kabul edilmiştir.

Madde 2. — 1341 senesi Kânunuevvelinin 31 inci günün takip eden gün 1926 senesi Kânunusanisinin birinci günüdür.

Madde 3. — Hicrî kamerî takvimi kemakân ahvali mahsusada istimali caizdir.

Madde 4. — İşbu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir

Madde 5. — İşbu kanunun ahkâmını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur

BİR 'POLİTİK EYLEM/MÜCADELE' OLARAK 'YILBAŞI KUTLAMAK'

Siyasetin en kabul gören tanımlarından biri, onu bir iktidar mücadelesi olarak tanımlayanıdır. Hemen belirtmek gerekiyor ki, siyaseti tanımlarken kullanılan bu iktidar (kavramı), bir siyasî partiyi, onun hükümetini, Bakanlar Kurulu’nu ya da sadece TBMM’deki sandalye çoğunluğunu ifade etmiyor. Aksine, tüm bunları kapsadığı gibi, aynı zamanda, topluma, toplumsal kurumların, süreçlerin tamamına yayılan bir iktidarı ve ona dair bir mücadeleyi de ifade ediyor. Bu iktidar mücadelesinin ekonomik bir boyutu olduğu kadar, sembolik (değer, anlam vb.) bir boyutu da var. İktidar mücadelesi adını verdiğimiz bu mücadelenin, sembolik bir mücadeleyi, yani değerler, semboller, kavramlar ve anlamlar dünyasındaki bir mücadeleyi içerdiğini de unutmamak lazım.

“Siyaset” sadece seçimler, asgari ücret, vergiler, başkanlık sistemi vb. değildir; semboller dünyası da, Siyasalın Kıyısında başlıklı kitabında Jacques Rancière’nin, temelinde uyuşmazlık kavramının yattığını söylediği siyaseti anlamak için hayli önemlidir. Yukarıdaki paragrafta çok kısaca özetlemeye çalıştıklarımdan yola çıkarak siyasete dair kolay yollu bir tanım üretmeye çalışayım. Bunun için cebimde iki temel kavram var; biri uzlaşmazlık (iktidar mücadelesi bunun üzerine bina olur) diğeri de semboller, anlamlar ve değerler -ki iktidar mücadelesi en çok da bu alanda cereyan eder. Bir (siyasallaşmış) sembol olarak yılbaşı mevzuu tam da buraya denk düşüyor.

İzninizle, şu cebimdeki kelimelerden hareketle bir siyaset tanımı yazayım: Siyaset, yeni yıla girişle ilgili tavrımız, bu teknik durumla ilgili ürettiğimiz değerler, anlamlar, semboller ile ilgili bir uyuşmazlık ve buna dair bir iktidar mücadelesidir. Erbaş’ın “yılbaşı-yozlaşma” arasında kurduğu kifayetsiz rabıtayı da bu açıdan değerlendirebilirsiniz.

Konu semboller olunca kültürden bahsetmemek olmaz. O sembolün siyasallaştırılması sürecinde devreye, yine o toplumun kültür kodları girer. Teknik bir konuyu, yani dünyanın kendi ve güneş etrafındaki dönüş süresinin hesaplanma tekniği ile ilgili bir durumu (yılbaşını), siyasetin tanımı içerisine taşıyabilmemize izin veren de onun bu sembolik niteliğidir. Yılbaşı tartışması, artık, dünyanın güneş etrafındaki dönüşü ile ilgili teknik bir tartışma değil; Türkiye’ye özgü siyasî bir tartışmadır. Onu bu coğrafyaya özgü bir siyasî tartışma, bir iktidar mücadelesi haline getiren, Türkiye’ye özgü bir siyasal simge, değerden yola çıkarak üretilmiş olmasıdır.

Tıpkı, tıp bilimini ilgilendiren bir kavram olarak kürtajın teknik bağlamından koparak Amerikan toplumunun siyasal tartışmalarının odağında yer alması gibi; Osmanlı’da fesin resmî bir başlık olarak kabulündeki gibi; Cumhuriyet’in fes yerine şapkayı getirmesindeki gibi; Arap harflerinden Latin harflerine geçişte, 70’li yılların erkek bıyık modalarında, Türk solunda parka ve postalın sembolik anlamlarında olduğu gibi. Tüm bunlar, tıpkı yılbaşı gibi, o toplumun kültürel kodlarından üretilmiş, semboller üzerinde yürütülen birer iktidar mücadelesi pratikleridirler. Hobsbawm’ın buna benzer bir örnek olarak Evrim Teorisi’ni verdiğini hatırlıyorum. En pozitif bilim bile, konjonktür uygun olduğunda siyasallaşabilir velhasıl.

Listeyi uzatmak mümkün; ancak önemli olan nokta şu ki, siyaset, semboller üretmeyi, bunlar üzerindeki bir tartışmayı, uzlaşmazlığı, bu anlamdaki bir iktidar mücadelesini de içerir. Dün fes nedeniyle II. Mahmut’un lâkabının “gâvur padişah”a çıkmasına sebep olan siyasal mücadele, tartışma, anlamlandırma süreçleri, bugün de yılbaşı için geçerlidir: “Yılbaşı bir gâvur adetidir!” “Yılbaşı kutlamak bir kültürel yozlaşmadır!” ve “Müslüman yılbaşı kutlamaz!” “Yedi Hıristiyan bir danaya ortak girmedikçe çam ağacı süsleme!” Unutmayalım, siyasetin doğasını, muhtevasını dikkate almadıkça, II. Mahmut’tan bugüne çekilen çizgiyi, düşünsel hattı anlatabilmek de mümkün değildir; ne yazık ki, ne dünyanın dönüşü ve takvim ile ilgili bir teknik tartışma ne de İslâm ve yılbaşı ile ilgili teolojik bir tartışma bunu açıklayabilir. Nasıl kutladığınız, nasıl eğlendiğiniz, 31 Aralık gecesi neler yaptığınız hiç ama hiç önemli değil; önemli olan bu konudaki tavrınız, aslında siyasetle hiçbir alâkası olmayan bu güne yüklediğiniz anlamdır ki, onu siyasal bir tavır, bir siyasal eylem haline getirir. İşte tam da bu çerçeveden baktığınızda, yılbaşı kutlamak ya da kutlamamak bir siyasal tavır, eylem, faaliyet; hülâsa bir siyasal duruştur.

Yılbaşı, özellikle AKP iktidarı döneminde iyiden iyiye siyasallaştı; yılbaşı kutlamaları ile ilgili idarî önlemler alınmaya başlanması, sudan bahanelerle yılbaşı kutlamalarına mâni olunmaya çalışılması da yine bu dönemde vaka-i adiyeden sayılır oldu. Eski Ankara Valisi Mehmet Kılıçlar, milli eğitim müdürlüklerine gönderdiği bir yazıyla okullarda düzenlenen yılbaşı etkinliklerinin iptal edilmesini emretmişti. Vali, bu yasağa gerekçe olarak “Yaşanan terör olayları sonucunda yakılan okullarımız, eğitimden yoksun bırakılan öğrencilerimiz, öğrencisiz bırakılan öğretmenlerimizin içinde bulunduğu mağduriyetleri” gerekçe göstermişti. Aynı tarihlerde dönemin Zonguldak Çaycuma İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de yılbaşı kutlamalarına yasak getirmişti; hem de hiç değilse Ankara Valisi’nden daha samimi bir şekilde: İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Özdemir’in açılaması da şu şekildeydi:

"Milli kültürümüzle, milli ve dini değerlerimizle hiçbir ilgisi olmayan yılbaşı kutlamaları çocuklarımızın ve gençlerimizin kendi kültürümüze ve değerlerimize yabancılaşmalarına, yozlaşmaya, başka milletlerin değerlerini benimsemelerine, milli ve manevi değerlerimizden uzaklaşmalarına yol açmaktadır. Ayrıca Türk milli eğitiminin temel amaç ve hedefleri ile de bağdaşmamaktadır. Yukarıda açıklanan gerekçeler nedeniyle, okullarımızda yılbaşı kutlaması, yeni yıl eğlencesi ve bu amaca hizmet edecek hiçbir etkinlik yapılmaması, velilerimizden ve öğrencilerimizden kutlama amacıyla herhangi bir talepte bulunulmaması, yeni yıl kutlamalarını çağrıştıracak süsleme ve semboller kullanılmaması, özellikle bu amaca yönelik eğitim öğretimin aksatılmaması, ortaokul ve liselerde öğrencilerimizin, yılbaşı kutlamanın milli ve dini bakımından sakıncaları ile ilgili bilgilendirilmesi hususunda gereğini önemle rica ederim."

Siyasetle ilgili yaptığımız tanımı unutmayın, Rancière’nin siyasetle ilgili tanımını da hatırlayın; siyaset uyuşmazlıkla yakından alâkalıydı. Mevcut iktidarın tavrı net; İslâmcı siyasal düşüncenin yılbaşına yüklediği anlam da ortada. Lakin tüm bunlar, İslâmcı düşüncenin yılbaşına yüklediği sembolik koda itaat etmek zorunda olduğumuz anlamına da gelmiyor. Yine yazının en başına dönüp siyasetin tanımına bir kez daha bakın lütfen; siyaset bir mücadeledir; hem de semboller ve anlamlar üzerinde yürütülen bir mücadele. Yılbaşının kutlanmaması, kutlanılmaması yönünde idarî kararlar alınabilir; ama bu bizim “kutlama”mıza engel değildir. Zaten onu bir siyasal tartışma, bir iktidar mücadelesi haline getiren de budur.

Ne güzel diyor Foucault: “İktidarın olduğu yerde direniş vardır.” Mevcut yapının yılbaşı ile dindarlık arasında kurduğu ilişki, sadece ve sadece kitleleri kendi söylemi yönünde motive etmeye yönelik bir siyasal hamleden ibarettir. Bu hamlenin dini değil de siyasal olduğunu bilmek ve her sene ısıtılıp önümüze getirilen “Müslüman yılbaşı kutlamaz!” argümanının, aslında onun anlamlar ve değerler düzeyinde yaşanan bir tartışmanın uzantısı olduğunu bilmek de önemlidir.

2023’ün “Müslüman yılbaşı kutlamaz” yozlaşmasından kurtulacağımız, Türk kültürü üzerine nutuklar atıp, benim nasıl eğleneceğim üzerine parmak sallayan devlet memurlarından kurtulacağımız bir yıl olması; “başka bir Türkiye mümkün” umutlarımızın biraz daha yeşereceği bir yıl olması dileğiyle…


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.