YAZARLAR

Hâkimiyet-i milliye, zamanın ruhu ve Cumhuriyet

Cumhuriyet düşüncesi sadece ve bizzat Mustafa Kemal’in zihninde olan ve “ülkeyi düşmandan kurtardıktan” sonra “ilân ettiği” bir şey değil, onun da içine doğduğu kuşağın düşünce dünyasını şekillendiren zamanın ruhunun, hâkimiyet-i milliye düşüncesinin geldiği aşamadır. Mustafa Kemal’i kuşağının önderi yapan da tam olarak budur.

Cumhur, en kestirmecesinden halk demek. Sevan Nişanyan cem kelimesiyle akrabalığını vurgulayarak, cumhurun birikme, yığın ve birikinti anlamlarına geldiğini de belirtir. İlhan Ayverdi ise cumhurun halk, topluluk, heyet ve sınıf anlamlarını ön plana çıkarır. Cumhuriyet ise halkın yönetimi irade-i milliye, hâkimiyet-i milliye, ulusal egemenlik anlamında. 

ZAMANIN RUHU, HAKİMİYET-İ MİLLİYE 

Cumhuriyet kavramını, kurumunu bir “an”a, 29 Ekim’de yapılan bir “Anayasa değişikliği”ne indirgemeden, Devlet-i Âli Osman düşüncesinden hâkimiyet-i milliye düşüncesine geçiş, bu geçişin, bu sürecin son halkası olarak ele almak en doğrusu. Bir asır evvel bugün ilan edilen “şey” Cumhuriyet’i ilan eden kuşağın rüyalarını süsleyen şey -o zamanın ruhu, zeitgeisti- hâkimiyet-i milliye düşüncesinin en son halkası, onun kurumsallaşmış hâlidir.

DÜNYANIN BİZİ GÖTÜRDÜĞÜ YER: HÂKİMİYET-İ MİLLİYE 

Dünyanın eşkâli 18. asrın sonlarında baştan ayağı değişmeye başlar. 1776’da ticarî olarak satılmaya başlanan, İskoç mucit James Watt’ın icadı buhar makineleri, Sanayi Devrimi’nin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu teknolojik icat dünyayı baştan aşağı değiştirecek, ekonomi-politik dönüşümün de tetikleyicisi olacaktır. 

Sanayi Devrimi ile birlikte dünya, 1600’lerin ortalarından o günlere değin devam eden, Britanya ve Fransa arasındaki rekabete dayanan ve ticaret sermayesine dayalı kapitalist birikim ile şekillenen dünya-ekonomi daralma evresinden çıkar, Britanya’nın hâkim güç olduğu bir küresel iklimde muazzam bir genişleme dönemine de girer. Bu dönem, 1800’lerin ilk çeyreğine kadar devam edecek, kapitalizm 1800’lerin ilk çeyreğinden İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam edecek olan bir daralma dönemine girecektir.

1700’lerin son çeyreği sadece Sanayi Devrimi ile şekillenmez, 1789 Fransız Devrimi politik olarak da dünyayı altüst eder. Devrimin akabinde Fransa’da cumhuriyet kurulacak, tüyleri diken diken olan Avrupa monarşileri Fransa Cumhuriyeti’ne savaş açacak, 1792’de başlayan Devrim Savaşları 1802’ye kadar devam edecektir. Avrupa’daki altüst oluş Devrim Savaşları ile de son bulmaz. 1803’te başlayan Napolyon Savaşları da bu yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam edecektir.

Napolyon Savaşları’nın bitmesinin ardından toplanan Viyana Kongresi, Birinci Dünya Savaşı başlarına kadar kör topal da olsa devam edecek olan Metternich Düzeni’nin de çerçevesini çizer. Viyana Kongresi’nin önde gelen ismi Klemens von Metternich’in önderliğinde şekillenen Kutsal İttifak tam da bizzat Metternich’in de düşündüğü gibi devletlerin, hanedanların meşruluğu üzerine kurulduğu; aksi takdirde anarşi olacağı düşüncesi üzerine bina edilmiştir. İşte 1914’teki Cihan Harbi’ne kadar kör topal korunmaya çalışılacak olan düzen de tam da böylesi bir düzendir. Bu düzen “kör topal”dı çünkü 1830’daki romantik/kültürel milliyetçi devrimler dünyadaki anayasal monarşilerin de önünü açacaktı. 1848 Devrimleri ise Metternich Statükosu’nun korkulu rüyası oldu. Karl Marx ve Fredrich Engels o günleri Komünist Manifestonun(1) ilk satılarında şöyle tanımlıyorlardı: “Avrupa’da bir heyula kol geziyor –komünizm heyulası. Yaşlı Avrupa’nın bütün devletleri, Papası ve Çarı, Metternich’i ve Guizot’su, Fransız Radikalleri ve Alman hafiyeleri bu heyulaya karşı kutsal bir sürgün avında el ele vermişlerdir.” 

Milliyetçilik düşüncesi ve buna bağlı olarak şekillenen hâkimiyet-i milliye düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu’na ilk olarak ayrılıkçı hareketler olarak sirayet eder. Balkanlarda başlayan, Devlet-i Âli Osman’a reaksiyonla şekillenen ulusal egemenlik/ hâkimiyet-i milliye hareketlerine karşı Osmanlı’nın ilk tepkisi ittihad-ı ânasırı, unsurların yani imparatorluktan ayrılmak isteyen ulusların (unsurların) dağılmasını engelleyerek devletin bekasını tesis etmeye çalışmak olur. Balkan devletlerindeki, milliyetçi, hâkimiyet-i milliyeci, ayrılıkçı, ulus devlet inşacı hareketler de 1800’lerin ilk çeyreğinde Osmanlı’yı derinden etkileme başlarlar. Bu dönemin hem dünya kapitalizminin Britanya hegemonyası altında, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam edecek bir daralma dönemi hem de Napolyon Savaşları ardından kurulan Metternich Statükosu’nun başladığı bir dönem olduğunu bir kez daha hatırlatayım: 1821’de Eflak ve Mora’da isyanlar çıkar. Aynı tarihten bağımsızlığını kazandığı 1829’a kadar Yunanistan’da sular hiç durulmaz. 1876’da Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ karışır ki 1878 de bağımsızlıklarını ilan ederler. 1912’de başlayacak Balkan Savaşları Edirne’nin elden çıkarılmasına kadar uzanır. 

Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu da büyük bir dönüşüm içine girer. Tanzimat Fermanı ile 1839’da kuvveden fiile geçmeye başlayan dönüşüm süreci, Islahat Fermanı üzerinden 1876’da anayasal bir monarşiye geçilmesine doğru evrilir. 1876 Meşrutiyet’i tam da hâkimiyet-i milliye düşüncesinin hayata geçirilme düşüncesidir. Lâkin süreç tam da böyle düz çizgisel işlemez. Meşrutiyet’in ilânı yani hâkimiyet-i milliye düşüncesinin kuvveden fiile geçmesi üzerinden iki yıl bile geçmemiştir ki yeni Sultan, Abdülhamid-i Sâni parlamentoyu süresiz kapatır; seçimler yapılmaz. Artık, Anayasa hem vardır ve yürürlüktedir hem de yoktur rafa kaldırılmıştır. 33 yıl sürecek istibdat dönemi de böylece başlar. 

Bu dönem bir istibdat dönemidir. Dünya 1830’lardan sonra romantik/kültürel milliyetçiliğin etkisine girmiş, anayasal monarşiler ve ulusal egemenlik düşüncesi zamanın ruhu haline gelmiş, Osmanlı’da da 1839’dan sonra bu yönde önemli adımlar atılmıştır. Lâkin 1878’den sonra her şey tersine dönecektir. Bu dönem, Cumhuriyet’in kurucu kuşağının da doğup büyüyeceği, zamanın ruhuyla sarmalanacağı, yani meşrutî yönetimle, yani anayasal yönetimle, yani hâkimiyet-i milliye düşüncesiyle sarmalanacağı bir dönemdir. Hâkimiyet-i Milliye düşüncesi henüz Cumhuriyet’e doğru evrilmemiştir ama evrildiğinde de o kuşak için Cumhuriyet ulusal egemenlik düşüncesinden, hâkimiyet-i milliye düşüncesinden farklı bir anlama gelmeyecektir. 29 Ekim günü TBMM’de okunan Kanun-i Esâsî Encümeni Mazbatasına baktığımızda da bunu; cumhuriyet kavramının hâkimiyet-i milliye anlamında kullanıldığını çok net bir şekilde görürüz:

"Milletimizi refahiyet ve saadete îsal ve istiklâli tammeye mazhar eden Mücahedei Hüdapesendanede hâkimiyeti milliye esası sureti katiyede kabul edilmiş ve daima buna riayet edilegelmişti. Bu usulün Türk Milleti necibesine ne azîm muvaffakiyet temin ettiği aşikârdır. Hâkimiyetin bilâkaydüşart millete aidiyeti ve idare usulünün mukadderatı milleti bizzat ve bilfiil idare etmek esasına müstenit bulunması zaten (Cumhuriyet) demek olduğundan saltanatı terdiyeyi katiyen dâfi olan bu kelimenin istimali ve Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuri olması hakkında Teşkilâtı Esasiye Kanununun maddei mahsusasınm bir fıkra ile tavzih edilmesi hukukan ve maslahaten münasip görülmüştür."

HÂKİMİYET-İ MİLLİYE DÜŞÜNCESİNİN CUMHURİYET’TE TEZAHÜRÜ

Osmanlı, 1912’de Balkan Savaşları ile başlayarak 1922 yılı Eylül’üne kadar 10 yıl nerdeyse kesintisiz devam edecek olan bir savaşın içine girecektir. İçine koskoca Cihan Haribi’ni de alan bu süreç, hâkimiyet-i milliye düşüncesinin cumhuriyet düşüncesine dönüşmesine değil, hâkimiyet-i milliyenin cumhuriyet kurumu içinde tezahür etmesi düşüncesine dönüşmesine yol açacaktır. Onu tam da bir kuşağın zeitgesti, dünyanın zamanının ruhunun 1920’de Ankara’da açılan TBMM’deki tezahürü haline getiren de budur. Mustafa Kemal’in liderlik ettiği de budur. Cumhuriyet düşüncesi sadece ve bizzat Mustafa Kemal’in zihninde olan ve “ülkeyi düşmandan kurtardıktan” sonra “ilân ettiği” bir şey değil, onun da içine doğduğu kuşağın düşünce dünyasını şekillendiren zamanın ruhunun, hâkimiyet-i milliye düşüncesinin geldiği aşamadır. Mustafa Kemal’i kuşağının önderi yapan da tam olarak budur.

CUMHURİYET ERDEM MİDİR?

Cumhuriyeti hâkimiyet-i milliye ile değil de sadece bir padişahsızlık durumu olarak tanımlayacaksak cumhuriyet, bırakın bir erdem olmasını tam anlamıyla hiçbir şeydir. Faşist Almanya ve İtalya’nın da birer cumhuriyet olduklarını hatırlarsak, Kamboçya’nın Pol Pot’unun da, Güney Kore’nin de birer cumhuriyet olduklarını hatırlarsak bir padişahsızlık durumu olarak cumhuriyetin kendi başına bir değerinin olmadığını da söyleyebiliriz. Yine, Norveç ve İsveç gibi krallıkların dünya gelişmişlik endekslerindeki listelerde en üst sıralarda yer aldığını hatırlarsak krallıkların cumhuriyetlerden daha iyi olduklarını bile düşünebiliriz.

ERDEM HALKIN EGEMENLİĞİDİR; CUMHURİYET DE…

Cumhuriyet, tam da kurucu kuşağın da düşündüğü gibi, ancak bir hâkimiyet-i milliye olarak tanımlanırsa erdemdir; padişahsızlık durumu olarak cumhuriyetin erdemi, merdemi yoktur, olamaz.

Hiç tartışmaya gerek yok ki ulusal egemenlik ve onun tezahürü olarak cumhuriyet, kurucu kuşağın ve onun önderi Mustafa Kemal’in düşü, hayaliydi. Onların zihinleri bu kavramların eşliğinde şekilleniyordu. Ancak 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in halk egemenliğine dayanması süreci hiç de öyle kolay olmadı; Cumhuriyet bu sınavda tam anlamıyla bir başarı gösteremedi. En büyük eksikliğimiz de halk egemenliğinin diğer önemli ayağı demokratikleşme konusunda oldu. Ülke demokrasisi 1961, 1971, 1980 ve 1997 darbeleriyle kesintiye uğradı. Kesintiye uğramadığı durumlarda da çoğulcu değil ne yazık ki sadece çoğunlukçu olabildi; sayılara indirgenmiş bir demokrasi algısını nadiren aşabildik. İnsan haklarına dayalı, Anadolu’da yaşayan farklı etnisiteleri, mezhepleri, siyasî düşünceleri, cinsel yönelimleri yurttaş potasında cumhuriyetin hâkimiyet-i milliye düşüncesine eklemleyecek bir politik hattı inşa etmekte istenilen başarıyı elde ettiğimizi söylemek zor.

Eksikliklerimiz, Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılındaki politik mücadele hattımızın da belirleyicisi olmalıdır: Kurucu kadrodan ve onun önderi Mustafa Kemal’den Cumhuriyet’in hâkimiyet-i milliye olduğunu öğrendik. Onlar da, aradaki diğer kuşaklar da bugün bizler de hâkimiyet-i milliye düşüncesinin içini eşit yurttaşlıkla, insan haklarıyla, laikikle doldurmak konusunda yeterince başarılı olamadılar; olamadık: İkinci yüzyılın gündeminin bu olması gerektiğini düşünüyorum.

Bitirken, Cumhuriyet’te doğmuş, onun verdiği imkanlarla okuma imkanı bulabilmiş bir kuşağın çocuğu olarak, hem tüm kurucu kadroya ve Mustafa Kemal’e minnet ve saygı borcumu  hem de çocuklarıma eşit, adil, laik ve demokratik bir cumhuriyet, bir halk cumhuriyeti, bir hâkimiyet-i milliye cumhuriyeti kurma borcumu hep aklımda tuttuğumu da belirtmek isterim.

 Yoza yobaza inat, yaşasın halk egemenliği, yaşasın hâkimiyet-i milliye, yaşasın Cumhuriyet. 

(1)  Marx, K- F. Engels, (2013). Komünist Manifesto, Çev.: Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Yayınları.


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.