YAZARLAR

Aynalı Pasaj... 'Patronlarla işçilerin çıkarı aynı olabilir mi?'

Sosyalist feminist Hilary Wainwright, sendikaların parçalanmış, taşeron şirketlere ya da fason üretime dağılmış işçilerle ilişkilenmek ve onları örgütlemek için artık günün 24 saatinde de, yaşadıkları semt ve mahallelerde de faaliyet göstermeleri gerektiğini söyler. Sendikalar artık işliklerden çıkıp işlik dışına da yayılmalıdır. Geçen aylarda Türkiye’de yayılan kurye direnişleri bu tarz sendikal faaliyet için uygun bir zemin oluşturabilirdi.

2005 yılında 1 Mayıs öncesi DİSK, mitingte kullanılmak üzere 35 slogan üretmiş, bunların yazılı olduğu ‘lolipop’ tabir edilen dövizler hazırlamıştı. Sloganları okuduğumda emek mücadelesi perspektifinden bakıldığında çok önemli mantıki ve ideolojik hatalar olduğunu saptadım bunlarda ve DİSK Genel Merkezi’nin kapısını çalıp o dönemki genel başkan Süleyman Çelebi ile bir söyleşi yaptım. “Patronlarla Çıkarımız Aynı’ başlığıyla 1 Mayıs 2005 tarihinde o dönem çalıştığım Akşam Gazetesi’nde yayımlandı bu söyleşi. Sendikal mücadelede önemli bir dönemeçe işaret eden bu söyleşiden bir bölümü bugünkü köşeme almak istedim:

DİSK ne kadar değişti? Sizin gözünüzde işçi sınıfının konumu, ideolojisi ne kadar değişti? Yeni tanımlamalar yaptınız mı işçi sınıfının devrimciliği konusunda?

Kurulduğumuz gün kuruluş bildirgemizdeki bütün talepler bugünü öngörmüş taleplerdi. DİSK’in bu kuruluş bildirgesi aslında bugünün fotoğrafını veriyor. DİSK o bildirgesinde ‘devrimcilikten’ ne anladığını da tarif etmiştir. Bu da şudur: ‘Tutucu, bağnaz ilişkiler karşısında yenilikçi bir sürecin öncülüğünü yapmaktır.’

Nereye kadar gidecek bir süreç bu? Bu kadarla sınırlı mı yani; yenilikçilikle?

Şimdi şöyle: Biz kuruluş bildirgemizdeki söylemlerimizle bugün de çakışıyoruz. Burada bir problem yok. Sadece bugüne bakıldığında bu taleplerimizi daha anlaşılır, daha toplumla buluşan bir vizyona oturtmaya çalışmaktır. Bu sloganlarla, bu yeni sloganlarımızla biz işçi sınıfının bu yeni dönemde rolünün ne olması gerektiğini ifade ediyoruz. Geçmişte biz DGM’lere karşı çıktık, bu yüzden yargılandık. Bugün artık DGM yok. Geçmişte 141-142’ye karşı çıktık. Bugün artık bu ceza maddeleri yok. Geçmişte ‘Kahrolsun Faşizm’ diyorduk. Bugün ‘Demokrasiyi seviyorum’ diyoruz. Geçmişte olduğu gibi şimdi de işsizliğe, sömürüye karşı çıkıyoruz. Bugün bunun için ‘Paylaşmayı seviyorum’ diyoruz.

Ama işte karşı çıkılması, protesto edilmesi gerekenleri söylemek yerine sevgi sözcükleri söylemek, biraz bugünkü duruma ilanı aşk etmek anlamına gelmiyor mu? Tamam bazı mühim ilerlemeler kaydedildi ama 1 Mayıs’ta çözüm talep edilecek bir dizi sorun unutturulmuş olmuyor mu? Mesela işsizlikten mustarip kitleler kendilerini bu memnun ifadeler karşısında unutulmuş hissetmezler mi, kırılmazlar mı size?

Biz 35 slogan ürettik. Hepsinin geçmişi de, bugünü de ifade eden karşılıkları mevcut. Bizim amacımız şunu göstermek: Biz sadece karşı çıkmıyoruz, sadece ‘kahrolsun şu, bu’ demiyoruz. Çözümü de ortaya koyuyoruz. İşsizliğe karşı ‘işimi, fabrikamı seviyorum’ diyoruz. Daha önce biz fabrikamızı sevmiyor muyduk? Biz o zamanlar da fabrikalarımızı koruyorduk. Ama şimdi bu sevgiyi ifade etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Yani işsizlik sorununun bu kadar büyüdüğü, fabrikaların kapandığı bir ortamda.

Ama tam tersine işçiler ‘biz bu kadar çalışmayı, bu kadar uzun saatler fabrikada kalmayı istemiyoruz, iş saatlerinin azaltılmasını istiyoruz’ deseler Batı’daki işçiler gibi, işsizlik sorunu daha kolay çözülmez mi? Yeni istihdam olanakları doğmaz mı? Bu sloganda ise ‘bir iş bulduk, hiç olmazsa işsiz değiliz, ne olursa olsun çalışalım’ gibi bir söylem sezilmiyor mu?

Şimdi bakın, bizim bu sloganları üretmemizin nedenlerinden biri de son yıllarda, son aylarda yaşanan moral bozukluğudur. Bir taraftan ayrılıkçı, milliyetçi bir ciddi yapılaşma ortaya çıktı ve körüklenmeye başlandı. Bunun önüne geçmek için mesela ‘Ülkemi seviyorum’ sloganını ürettik. Bizim çalışanlarımızın hepsi ülkelerini seviyor. Devletin bazı yaklaşım tarzlarına, hükümetlerin yaklaşım tarzlarına karşı çıkabilir işçiler ama ülkeyi yok sayan bir anlayışla değil.

Ama bu zaten herkesin kabul ettiği bir şey. ‘Ülkeyi sevmek’le ‘durumdan memnuniyetsizlik duymak, protesto etmek’ birbirini dışlayan tavırlar değil ki.

Bizim bu sloganları üretmemiz şu konumumuzun değiştiği anlamına gelmiyor. Biz kurulduğumuzdan beri devletten bağımsız bir sendikal örgütüz. Biz siyasi partilerden bağımsız bir örgütüz. Biz sermayeden bağımsız bir örgütüz.

Şimdi burada duralım: Sermayeden bağımsız olduğunuzu söylüyorsunuz. Ama ‘fabrikamı seviyorum’ diyorsunuz bir sloganınızda. Türkiye’deki fabrikaların çoğunun mülkiyeti özel. Patronlar da, sermaye de seviyor fabrikalarını. İşte bu sevgide sermayeden bağımsız değilsiniz.

Biz ülkenin çıkarlarından bağımsız bir örgüt değiliz ama. Sürekli fabrikalar kapanıyor. Elbette seveceğiz fabrikalarımızı, kapanmamaları için çalışacağız.

Bu ama her türden uygulamaya, aşırı sömürüye de boyun eğmek anlamına gelmez mi?

Süleyman Çelebi 

 Dünyadaki bütün işletmelere baktığımızda ister sosyalist ister kapitalist olsun, işçi fabrikasıyla bütünleşmiştir ve artı-değer üretir. Bizim işte bu artı-değerden yararlanma konusunda paylaşım ilişkisini iyi kurmamız lazım. Biz fabrikamızı severken, kuru kuruya sevmiyoruz. Daha çok üretim yapılsın diye söylüyoruz.

Daha çok üretim yapılınca patronların bu biriken artı-değeri işçilere mi dağıtacağını düşünüyorsunuz?

Bunun için çalışıyoruz. Biz kendimizi, kendi çıkarlarımızı korumak adına fabrikamızı seviyoruz. Çocuklarımızın geleceğini korumak adına. Sermaye ne istiyor burada? Daha büyümek istiyor, daha çok para kazanmak istiyor. Ama o büyüyünce, bizim de istediğimiz oluyor işte: İşsizliğe karşı yeni istihdam oluşmuş oluyor. Bugün bir büyümeden söz ediliyor ekonomide. Ama bu büyümenin sonucunda bizim ücretlerimizde bir artış oluyor mu? Hayır. İstihdam artıyor mu? Hayır. Biz de bunun mücadelesini veriyoruz.

İşte, benim de söylemek istediğim bu. Sizin sloganlarınızdaki sevgi şöyle: Bir yanda sermaye, diğer yanda işçi sınıfı. İkisi de fabrikalarını seviyor. Bir aile gibi. Sanki fabrika onların ortak çocuğu. Ve çocuk zarar görmesin diye ilişkilerini sürdürüyorlar. Şöyle bir ütopyası olamaz mı işçi sınıfının: Patronun fabrikasına aşıktır işçi ve bir gün ona sahip olacaktır?

İşverenle hep çelişki yaşamaz işçi. Hep zıtlık üzerine, çelişki üzerine kurulu değildir patronlarla ilişki. Bazen ortak noktalar da olabilir. Mesela kayıtdışı ekonomiye karşı olmak gibi. Biz mesela bunu patronlarla birlikte ortaya koymaktan çekinmeyiz. Kayıtdışı ekonomiden sermaye de etkileniyor, biz çalışanlar da etkileniyoruz. Bu ülkede, kayıtdışı ekonominin bu haksız rekabet ortamında hangi namuslu işveren yatırım yapar? Yatırım yapıp işçilerle uğraşmaktansa oturduğu yerden para kazanmayı daha çok ister. Bu anlamda patronlarla ortak yaklaşımımızı seslendirmekte sakınca görmüyorum.

Ama Türkiye’de kayıtdışı ekonomi ile mücadele, sokaklarda zabıtaların işportacıları kovalaması anlamına geliyor. İşsizlerin son hayatta kalma imkanını da ellerinden almak yani. Bu konuda bir çalışma yapıyor musunuz? Hayatta kalmaya çalışanlarla parayı götürenleri birbirinden ayırmak anlamında? Çünkü aksi bir tavır, yani sadece kayıtlı ekonomide çalışanların memnun sözcüsü olmak ezilenlerin toplu gücünü parçalamak anlamına gelecektir, değil mi?

Bakın, bu bölünme zaten olmuş durumda ezilenler safında. Çünkü bugün çalışanların karşısındaki en büyük tehdit işsizler, işsiz olanlar. Çünkü bugünkü koşullarda bir standarta ulaşmış, sosyal güvenliği olan, sendikası olan işçiler yerine maliyeti daha düşük bir işçi yaratılmak isteniyor. Bir sermaye grubu bir işi yaptırırken işçilik maliyeti 800 dolar oluyor; diğeri aynı işi 400 dolar işçilik maliyetine çıkartıyor. Birisinin sömürüsüne bakın. İşçiyi sömürüyor, devleti sömürüyor, halkı sömürüyor, toplumu sömürüyor. Bunlara kayıtdışı ekonomi diyerek kibarlık yapıyoruz, soyguncu bunlar. Kayıtdışı ekonomiyle mücadele konusunda Türkiye’de herkes mutabık. Ama dışarıdan ya da içeriden Ermeni sorunu gibi sorunları gündeme şırınga eder, tek sorun buymuş gibi davranırsak Türkiye’de hiçbir sorunu çözemeyiz. İşsizlik sorunundan Türk de, Kürt de, efendim, Laz da, Çerkes de etkileniyor. Bizim ortak paydamız sosyal alandaki hayatın daha iyileştirilmesidir. Bu olursa bundan Türk de, Kürt de, Laz da, Çerkes de, Abaza da, Gürcü de yararlanacaktır. Ama Türkiye’de sanki Kürt ve Ermeni sorunundan başka bir sorun yokmuş gibi davranılıyor.

Patronları teknolojiye zorlayan işçi mücadelesi

Bilimsel ya da teknolojik gelişmelerin kapitalist üretim süreçlerinde teknik verimliliği artırmak için kullanılması ya da sermayenin araştırma-geliştirmeye yatırım yapması, patronların yenilik merakı ya da sevdası ile açıklanabilecek bir şey değildir. Kapitalist patronlar, sistemin işleyişinin mantığı gereği sermayesini artırabildiği sürece, yeniliklerle-yenilenmeyle pek de ilgilenmezler. Patronları araştırma-geliştirmeye yatırım yapmaya zorlayacak olan en önemli etken işçi ücretlerindeki artış ve mesai saatlerindeki azalmadır. Bu da işçi sınıfının talebidir ve işçiler bu kazanımları mücadeleleri ile elde ederler. Patronlar, daha fazla işçi istihdam ederek kârlarını maksimize edemeyeceklerini gördüklerinde ancak, teknik verimliliği artırmak için teknolojiye yatırım yaparlar. Yani işçi hareketinin gücü ve mücadelesi bir açıdan da teknolojik gelişmenin en önemli sebeplerinden biridir. İşçi ücretlerini düşük tutmak, işçileri politik müdahalelerle emeklerini ucuza satmaya zorlamak teknolojik gelişmelerin önünü tıkamaktır. Kapitalist illüzyonlara kapılmamış iktisatçılar bunu ortaya koymuştur. Önümüzdeki dönem işçilerin, teknolojik gelişmeler sayesinde aynı ücrete daha az çalışmalarını sağlayacak bir düzen için mücadeleye sahne olacaktır.

Yeni Solun sendikaları 

Richard Sennett

 Richard Sennett, eskiden, yani kapitalizmin fordist üretim düzeni döneminde işçilerin çalışmaya başladıkları aynı fabrikada emekliliklerine kadar çalışabildiklerini, bu süre zarfında adım adım ustalığa, ustabaşılığa kadar yükselebildiklerini, evlenip, çocuk sahibi olduklarını, belki bu çocukların da günü geldiğinde aynı fabrikaya alındıklarını, böylelikle işçilerin çalışma hayatlarını bütün hayatlarının anlatısına dönüştürebildiklerini, bir anlatı ürettiklerini, işleri sayesinde bir hayat hikâyelerinin olabildiğini çok güzel anlatır ‘Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’ adlı kitabında.

Kapitalizmin bugünkü kaygan, parçalanmış, taşeronlaştırılmış üretim düzeninde ise yapılan işin kişilik üzerindeki bu anlatısal, kahramanlaştırıcı, özgüven sağlayıcı etkisi ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla sendikaların da bu yeni döneme göre çalışmalarını ve eylemliliklerini dönüştürmeleri gerekiyor.

İngiltere Yeni Sol’unun önemli isimlerinden sosyolog, sosyalist feminist ve Red Pepper (Kırmızı Biber) dergisi editörü Hilary Wainwright, sendikaların parçalanmış, taşeron şirketlere ya da fason üretime dağılmış işçilerle ilişkilenmek ve onları örgütlemek için artık günün 24 saatinde de, yaşadıkları semt ve mahallelerde de faaliyet göstermeleri gerektiğini söyler.

Sendikalar artık işliklerden çıkıp işlik dışına da yayılmalıdır.

Geçen aylarda Türkiye’de yayılan kurye direnişleri bu tarz sendikal faaliyet için uygun bir zemin oluşturabilirdi.

İşçi hayatından hikâyeler anlatmak... 

Sadece kamuoyu ya da işçi sınıfının dışındaki toplumsal kesimler değil sanatçılar da çoğunca işçiyi fabrikaya kapatır, fabrika dışındaki işçiyi görmez, onun hayatından hikâyeler anlatmaya pek yanaşmaz.

Dardenne Kardeşler (Jean-Pierre ile Luc Dardenne)

Bunu yapmaya kalkışan ve başaran iki sinemayı burada anmak istiyorum bugün. Biri İngiliz yönetmen Ken Loach’ın sineması, diğeri Belçikalı Dardenne Kardeşler’in (Jean-Pierre ile Luc Dardenne) sineması.

Bu isimler emek-sermaye çelişkisini filmlerinin tamamına yayarak ama işçilerin zorlu hayatını da romantize etmeden, işçi ve diğer ezilenlerinin hayatlarından hikâyeler anlatarak dünya sinemasının en önemli yönetmenleri arasına girdi, anaakım film festivallerinden ödüllerle dönüyorlar.

1 Mayıs akşamı için eğer seyretmediyseniz Ken Loach’ın ‘Ben, Daniel Blake’, Dardenne Kardeşler’in ‘İki gün ve Bir Gece’ filmlerini öneririm.

Ken Loach

 


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.