YAZARLAR

Fıstıklı sahnede kadın hikayeleri

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkacak kadar kadın düşmanlığının açıkça ortaya konabildiği bir zamanda, bir tiyatro şenliğinin teması tabii ki ‘Adı Sanı İsmi Cismi Topyekün Kadın’ olmalıydı. Sabancı Müzesi’nin bahçesindeki gösteriler, tiyatroyu özleyenlere de ilaç gibi geldi.

İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge. Bu belgeyi imzalayan ilk ülke ise Türkiye. AK Parti iktidarının AB hedefine doğru ilerlediğini sandığımız dönemin ürünü olan icraatlarından biri. Malum, tüm hasımlarını bertaraf ettikten sonra iktidar gönül rahatlığıyla yön değiştirdi. En başından beri siyasi İslamcıların hiç hoşlanmadıkları, aile birliğine zarar veriyor diye yerden yere vurdukları İstanbul Sözleşmesi de tartışılır hale geldi. Erkeğin her türlü kaprisine, hiddetine, şiddetine kadının boyun eğmesini ‘aile birliğinin’ temel şartı görenlerin İstanbul Sözleşmesi’nden hoşlanmaması şaşırtıcı değil. Bizden başka bir de Polonya var sözleşmeye attığı imzayı sorgulayan. Bir süredir aşırı bir parti ve otokrat bir lider tarafından yönetilen, ulusal kimliğinin en önemli ögesi boşanmayı günah sayan Katolik inancı olan Polonya… AK Parti’nin bu hamlesi Saadet Partisi tabanını kazanmalarını sağlayacak mı bilinmez, ama neyse ki sağcısı solcusu, laik olan ya da olmayanı Türkiye’deki tüm aklı başında insanlar ve sivil toplum örgütleri ama en çok da kadınlar bu işe öyle güçlü bir hayır dediler ki galiba şimdilik bu garabetten kurtulduk gibi…

Şiddetin hayatımızdan dışlanması, kadınların özgür olduğu eşitlikçi bir toplum için tabii ki öncelikle sesini yükselten alanlardan biri sanat. Bu nedenle ‘kadın’ temalı etkinlikler, şu sıralar her zamankinden daha anlamlı ve cesaretli. Sabancı Vakfı’nın desteği ile Sabancı Müzesi’nin düzenlediği Müzede Sahne adlı tiyatro şenliği de dördüncü yılında temasını böyle belirlemiş. Emre Koyuncuoğlu’nun sanat yönetmenliğini üstlendiği etkinliğin bu yılki başlığı “özellikle pandemi döneminde daha da artarak şiddet gören, zorlanan, tehdit altında yaşayan ve hayatını kaybeden kadınların sesi olması amacıyla ‘Adı Sanı, İsmi Cismi’ başlığıyla topyekûn kadın” olarak duyuruldu.

Sakıp Sabancı Müzesi’nin boğaza nazır bahçesinde, eski İstanbul ressamlarına ilham verecek fıstık çamlarının gölgesindeki terasında kuruluna sahne, (Fıstıklı Sahne) pandemi koşullarında yerleştirilmiş 100 civarında sandalye alıyor. Benim gittiğim ilk iki akşam bu sandalyeler tabii ki tamamen doluydu. Altı ayı aşkın bir süredir neredeyse durmuş olan sanat etkinliklerini özleyen İstanbullular, açık havada gerçekleşen bu etkinliği kaçırmak istemedi. Üstelik müzik, edebiyat hatta sinemadan farklı olarak tiyatro, salgın ve karantina dönemlerinde hayatımızdan tamamen çıkan ve o küçük salonlarda tekrar izleyiciyle buluşması salgının gerçekten önemli ölçüde hafiflemesi ile mümkün olabilecek bir sanat dalı. Dolayısıyla, bulmuşken koşa koşa tiyatro izlemeye gittik. İyi ki de gitmişiz.

İlk akşam izlediğimiz ‘Nihayet Makamı’, işgal altındaki İstanbul’da geçen, kırık bir aşk, hüzünlü bir kadın dayanışması hikayesi. Bir zamanlar salonların gözdesi olan şair Şehvar Hanım, Paris’teki kocasını terk edip döndüğü İstanbul’da artık yapayalnız ve hastadır. Onu ziyarete gelen eski hizmetkarı, en büyük hayranı, hatta aşığı Sabriye ile eski günleri hatırlarlar. Şehvar Hanım’ın ‘fare gibi köşelerde’ diye hatırladığı Sabriye, neredeyse her şeyini hanımına adamış ama bir yandan bir bestekar, cesaretli bir kuvvacı olarak hayata tutunmayı da bırakmamıştır. İki kadının sınıfsal farklılarla şekillenmiş görünen, kibirle ve sadakatle sınan ilişkisi kader arkadaşlığıyla kıvamını bulur, ama hayatın hüznünden kaçamaz... Sabriye ve Şehvar rollerinde Gülhan Kadim ve Ayşegül Uraz’a sahnede bir hanende (Ayşegül Aykaç) ve bir de sazende (Burçak Çöllü) eşlik ediyor. Bu müzikli, şiirli, şarkılı oyunun metni de dikkat çekici; çok güzel yazılmış. Kurgusu aksamıyor, oyun neredeyse izleyicisini hiç bırakmıyor ve en önemlisi replikleri şiirsel bir sedaya, dolu dolu anlama sahip ve üstelik su gibi akıp gidiyor. İster Şehvar’ın o eski Türkçeyle söyledikleri isterse Sabriye’nin bitimsiz enerjisiyle anlattıkları olsun, her bir lafı ilgiyle dinliyorsunuz. Altıdan Sonra Tiyatro’nun bir yapımı olarak izlediğim oyunun bu güzel metnini de sahnede sazendelik yapıp, oyunun özgün şarkılarını seslendiren Burçak Çöllü yazmış. Yani Burçak Çöllü, oyunu hem yazmış, hem yönetmiş, hem şarkıların bestelemiş hem de onları sahnenin kenarında durup seslendiriyor. Bu görülmemiş çok yönlülük ve her birindeki başarı, gerçekten her tür takdirin ötesinde. Umuyorum böyle güzel oyunlar yazıp, seslendirmeye devam eder.

İkinci gecenin oyunu ise sahneye kanlar içinde, elinde kocaman bir bıçakla fırlayan dansözün dehşetiyle başlayıp, dans etmeye tutkulu bir genç kadının coşkulu hikayesiyle devam eden tek kişilik bir gösteriydi. Dansöz rolünde, gecekonduda yetişmiş genç kadının tutukluğunu da yaptığı tutkulu dansları da başarıyla sahneye taşıyan Sezen Keser’i izleyici de uzun uzun alkışlayarak ödüllendirdi. Şamil Yılmaz, günümüzün hikaye anlatıcılığının önemli kalemlerinden. Mek’an tiyatro olarak yazıp yönettiği bu oyun da onun farklı kimlikler ve mücadele alanları üstüne yazdığı, sahnede enerjik bir oyunculukla izleyiciye ulaştırdığı diğer tek kişilik oyunları gibi etkileyici ve ilgi çekici. Kimliğini ezip yok etmek isteyen sevgilisi, patronu hatta annesi dahil hepsini büyük bir hırsla öldüren Dansöz, belki biraz sert ama çaresizliğin ifadesi bakımından anlamlı bir son vadediyor.

15 Ağustos’a kadar sürecek temsiller ve biletler hakkında detaylı bilgi için.