YAZARLAR

İstanbul Sözleşmesi karşıtı lobiye zorunlu cevap-1: 'Hanım hanımcık' uğraşlar olmasın

İktidarı ve sağ siyaseti etkileyerek İstanbul Sözleşmesi'ni karalayan ve iptal tehlikesi yaratan önyargıları, çarpıtmaları ve art niyetleri görünür kılmak gerekti. Aile Akademisi isimli sivil toplum örgütünün '10 maddede İstanbul Sözleşmesi neden iptal edilmeli' başlıklı metnindeki maddeleri teker teker inceleyerek, kişisel değerlerdirmelerimi okur takdirine bırakacağım.

Cinsiyet temelli şiddetle mücadele alanında hazırlanmış İstanbul Sözleşmesi bu çerçevede imzacı devletleri bağlayıcı niteliği dolayısıyla, ilk olma özelliğine sahip bir uluslararası metin. 2012 yılında TBMM’de onaylanmasıyla Resmi Gazete'de yayınlandı. Sözleşmenin Türkçe resmi çevirisini, ilgilenenler için buraya bırakmakta fayda var... Eril tahakkümü din, gelenek, örf, adet sayanlar, 2014 yılında yürürlüğe girmesinden itibaren sözleşme karşıtı kampanya başlattılar. Çok yönlü ve profesyonelce yürütülen karşı kampanya tam bir lobi çalışması şekline büründü zamanla. Karşıt lobinin sivil toplum ayağında yer alanlardan Aile Akademisi, 10 maddede İstanbul Sözleşmesi neden iptal edilmeli? başlıklı metin yayınladı. Metin yeni değil geçen yıl temmuz ayında yayınlandı. Esasen cevabı pek hak etmediğini düşündüğüm için şimdiye kadar ele almamıştım. Şimdi de kayda değer bulup hak ettiğini düşünmekten kaynaklanmıyor bu yazı. Çok güçlenen ve iktidarı ve sağ siyaseti etkileyerek sözleşmenin iptali tehlikesi yaratan karalama kampanyasının akıl danesi konumunda olduğu için önyargıları, çarpıtmaları ve art niyetleri görünür kılmak gerekti. Hazırlanan on madde başlığını Aile Akademisi metninden aynen alıp, içeriğinden uygun gördüğüm kısımları tırnak içinde sunarak, kişisel değerlerdirmelerimi okur takdirine bırakacağım.

1- İSTANBUL SÖZLEŞMESİ'NİN TEMELİNDE TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI VARDIR

“Sözleşmede toplumsal cinsiyetin tanımı şu şekildedir (Madde 3: Tanımlar, c bendi): ‘Kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamına gelir.’ Bu tanım olabildiğince genel, olumlu veya olumsuz etkileri olan rol ayrımı yapmayan, nitelikten ne kastettiği açık olmayan bir içeriğe sahiptir” buyrulmuş.

Kız çocuklarının spor eğilimini sırf cinsiyeti nedeniyle engelleyen daha “hanım hanımcık” uğraş edinmeye zorlayan bir toplumuz. Veya bir oğlan çocuğunun sanat eğilimini baskılayıp, dövüş sporları gibi daha “erkeksi” meşgalelere yönelmeye zorlayan bir toplumuz aynı zamanda. Çocuklukta ve yetişkinlikte hayatı kuşatan, bireyleri yönlendiren, eşitsiz rol tanımlarının hangi biri sayılsın ki. Fakat hiç böyle baskılar yokmuş gibi tuhaf “ne kastettiği belli olmayan, ucu açık, genel” gibi yorumlar geliştirilmiş. Tabii ki kuşatıcı, kapsayıcı olması için genel ifadeler kullanılmalıydı.

Kültürel değişimler zaten kaçınılmaz olarak kendiliğinden gerçekleşir. Aksi takdirde arkaik (yaşamayan) kültür olup tarihte yerini alır. Yani binlerce yıl öncesine ait davranış kalıpları ve cinsiyet rolleri asla aynı şekilde sürdürülemez. Kültürel değişimin yadsınamaz bir vakıa oluşu gerçeğine değinmeden, ataerkinin inşa ettiği cinsiyet rolleri, kültürün değişmez ve ayrılmaz bir parçası gibi sunulmuş metinde. Gündelik yaşam pratikleri şekillendirir kültürü, her daim yeni şekil alır. Cinsiyet rolleri de hayatın gerçekleri doğrultusunda kaçınılmaz olarak değişir, değişiyor. Zaten toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi çağın yaşam pratiklerine uygun bir hayat tarzını da ifade etmekte olduğundan, sözleşme öncesinde de toplum bu yönde hareketlenmiş, tanımlı cinsiyet rolleri değişmeye başlamıştı. Bu gerçek dikkate alınmayıp doğal değişim durdurulmak isteniyor aslında bu İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet karşıtlığıyla. Değişimi durdurmak için topluma korku salacak bir komplo üretiliyor, toplumsal cinsiyet kavramından ve emperyal tehdit icat ediliyor: “Metin bu haliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerden arınık rol beklentisini temel değer haline getiren yeni bir emperyalizm türüdür.” Gariptir “küçük bir grubun değerden arınık beklentisi” olarak göstermeye kalkıştıkları şey evrensel hukuk ölçütleriyle kağıt üzerinde sabit eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesidir, aslında. İnsan onurunun gereği… Hem dinde hem hukukta yeri olan insan onurunun gereğidir, toplumsal cinsiyet eşitliği. Patriarkal reflekslerle reddediliyor. Din, örf, adet, gelenek, kültür olarak gösterdikleri şeyler sadece erkek egemenliğini tesis eden unsurlar ve bunların eşitlik ilkesiyle işlevsiz kılınmasından rahatsızlar.

2- TOPLUMSAL CİNSİYET SAVUNUCULARININ DİNE VE GELENEĞE BAKIŞI YANLIDIR 

“Genel yükümlükler bölümü, Madde 12/1’de: ‘Kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.’ denmektedir. Burada yerleşik tüm uygulamaların ortadan kaldırılmasından bahsedilirken, yerine konması hedeflenen yeni davranış kalıpların nereden besleneceği muallakta bırakılmıştır.”

Kadını ikincilleştiren ve eşit görmediği için de şiddet karşısında çaresiz bırakan davranış kalıplarının değiştirilmesi gereğinden söz ediliyor, sözleşmede. Ancak kadını eşit görmeye tahammül edemeyenlerce bu madde hükmü, tümüyle dini değerlere ve kültürel özelliklere karşı bir hüküm verilmiş gibi sunuluyor. Bu söyleyişe bakarsak dini, kültürü ve geleneklerin tümünü kadına yönelik şiddete indirgediklerini, eril şiddetten, eril tahakkümden ibaret görüyorlar kültürümüzü, denilebilir. Geleneksel kodlarla inşa edilmiş cinsiyet rolleri ve kalıp yargılarla mücadele edilmesini, din karşıtlığı olarak göstermekle sözleşme içeriğini çarpıtarak anlatıyorlar topluma. Örnek vermek gerekirse “erkektir döver, kadındır susar” şeklindeki halk içinde yaygın anlayışın değişmesinden bahsediyor, sözleşme. Ve “kadının karnından sıpasını, sırtından sopasını eksik etmeyeceksin” şeklindeki anlayışın, mahkeme kararı gerekçesi olamayacağı, bu alışkanlığın değişmesi gereğinden söz ediliyor.

Bir de şu yorum çok düşündürücü: “Kadın ve erkeğe ilişkin tanımlanacak olan yeni rollerle, başka bir toplumsal inşa süreci oluşturulmak istenmektedir.” Başka bir toplumsal inşa süreci ihtimalini dile getiren cümle her şeyden önce mevcut cinsiyet rollerinin, bir inşa olduğu yönündeki sözleşme maddesini kabul ettiklerini gösterir. İnkar edilemez bir gerçek çünkü. Yeni inşa iddiası ise tümüyle önyargıdır. Eşitliğe dayalı hukuk düzleminde kadının da erkeğin de aynı haklara sahip özgür bireyler olarak, kalıp yargılarla sınırlanmadan kendilerini, yetenekleri doğrultusunda geliştirmeleri yolu açılacak ama bunu bir nevi komplo olarak görüyor, gösteriyorlar. Aynı maddenin devamı da şöyle:

“Sözleşmede genel yükümlülükler bölümü, Madde 12/5’te ‘Taraflar kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde “namus”un işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar’ denmektedir. Burada şiddetin yukarıda vurgulanan geniş içeriğinin göze alınması önemlidir. Bir aile üyesinin, diğer bir aile üyesine dini veya kültürel değerler üzerinden herhangi bir müdahalesi, uyarısı durumun şiddet olarak kodlanması için yeterli olabilecektir.”

İlginçtir, müdahale veya uyarı olarak baskı, şiddet yumuşatılıyor. Oysa madde gayet açık şiddet gerekçesi olarak kabul edilmesini önle diyor devlete. Maddede yer alan “sözde namus” ibaresi de en çok itiraz edilenlerden. Bir ifadenin tırnak içine alınması, anlamını zayıflatmak ve değersizleştirmek olarak gösteriliyor. Oysa sözleşme tırnak içine alarak sözde ibaresiyle vurgulamakla namus kavramını hafifletmiyor ama bu gerekçeyle uygulanan şiddetin, masum görülerek cezasız bırakılmasını engelliyor.

Not: Diğer maddelerle dört bölümde tamamlanacak bu dizi.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.