YAZARLAR

Deveciyan, Tekalif-i Milliye, Aleviler…

İşte başardım, korona günlerinde mis gibi koronasız ama yamalı bohça gibi bir yazı. Birbirimize bekçilik etmeye kalkışmayıp, birbirimizle iletişim kurmaya, birbirimizin çok kimlikliliğini daha iyi anlamaya çalışabilmek ümidiyle. Merak etmek, araştırmak, öğrenmek, yüzleşmek, bağışlamak, iyileşmek. Bağımsızlık, özgürlük, özgünlük. Şimdilik sağlık hepsinin önüne çıktı ama bunlarsız da olmuyor.

Başlığı “ve bekçiler ve ‘liberal sol kesim’ ve ben ve bizim büyük çaresizliğimiz…” filan diye uzatabilirdim. Yahut daha kısa, yalnızca “ah be ağbi…” deyip bırakmalı -hani “nereden başlasam?” yahut “tut kelin perçeminden” anlamında. Aslında bu kompozisyon derslerinde öğretilen “başlık atma” alışkanlığından kurtulmanın da çoktan zamanı. Dışişleri’nde de telgraflara başlık yerine yazdığınızın özeti bir cümle konulması öğütlenirdi benim meslekteki son dönemimde, ki vakti kısıtlı mandarinler metni okumakla zaman yitirmesinler. Sonuç: Kimsenin okumadığı yığınla kağıt.

Öyleyse, şuraya bir özet yazalım, okuru yükten kurtaralım: Soykırımdan kurtulan bir Osmanlı Ermenisi ailenin torunu rahmetli Patrick Deveciyan*, ASALA mensuplarını da savunmuş bir avukat ve özellikle eski cumhurbaşkanı Sarkozy’ye yakın bir sağcı siyasetçidir. Meşrebinize göre “saygın bir kişiliktir” diye ekler veya eklemeyebilirsiniz, o ayrı.

İşin aslı belki şudur: Bir Fransız “Döveciyan” diye okuyacağı “Devedjian” soyadından adıgeçenin Türkçe “deveci” demek ki zamanında nakliyeci bir ataya sahip bir Osmanlı Ermenisi olduğunu anlayamayacak ancak bizler bunun ayırdına kendiliğinden henüz ilk anda varabileceğiz. Bu andan itibaren kimimizin “adam Ermeni…” diyerek kaşları çatılacak, belki kimimizin çehresinde bir tebessüm belirip “adam bizim buraların adamı…” diyecek. Belki bazı meraklılar da (değerli Rober Koptaş’ın yönettiği) Aras Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanan ama ilk basımı 1915'te yapılmış "Türkiye'de Balık ve Balıkçılık" adlı temel kaynak kitabın yazarı eski İstanbul Balıkhane Müdürü Karekin Deveciyan’la akrabalığı olup olmadığını düşünecek ve “aaa, büyükbabasıymış…” diyecek.

Eğer hariciye gibi tamamına yakını ASALA tarafından görevleri sırasında öldürülmüş aralarında büyükelçiler de bulunan sayıları kırkı aşkın şehide sahip bir camiaya mensupsanız, “arkadaşlarımı Ermeni teröristler öldürdü, Ermeni Deveciyan o Ermeni teröristlerin avukatlığını yaptı, üstelik Ermeni Soykırımı sayesinde Fransa siyasetinde yüksek mevki sahibi oldu, öyleyse Deveciyan iyi ki koronadan öldü” diye düşünüp yazabilirsiniz. Yazılabilir ama sonu “Ermeni Soykırımı diye bir şey de zaten hiç olmadıydı” demeye getirilerek bağlanırsa, en azından “Ermeni Dosyası” kitabının yazarı eski Dışişleri Genel Sekreteri Büyükelçi Kamuran Gürün’le dahi çelişkiye düşülmüş olunur.

Örnekse ben de Dışişleri’ndeyken her ikisi iç savaş ortamında iki yıl görev yaptığım Cezayir ve üç yıl görev yaptığım Bağdat’ta epey ölümcül badire atlattım. Üç yıl üç ay görev yaptığım Erbil’de de başka türlü birtakım badireleri atlatamayıp istifa ettim. Büyükbabamın babası 1914-18 Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey ise “Nemesis” kapsamında Talat Paşa’nın hemen ardından Bahaeddin Şakir’le yan yana ilk öldürülen (17 Nisan 1922-Berlin) üç kişiden ve Osmanlı Divan-ı Harb-ı Örfi mahkemelerinde (1918-19) yargılanan 86 kişi içinde idam cezasına çarptırılan 16 kişiden biri.

Trabzon Valisi (1914-18) Cemal Azmi Bey

Solda Dr.Bahaeddin Şakir’in, sağda Cemal Azmi Bey’in naaşları

Solda babam Attilâ, sağda büyükbabam Ekmel

Atadan, dededen söz etmişken buradan Osmanlı ileri gelenlerinin torunu olup da, “liberal sol kesim” diye tanımlanabilecek bir fraksiyona dahil olanların Alevilerin duyarlılıklarına duyarsız kalmaları ve genel anlamda Alevilik hakkında bilgisiz olmaları konusuna atlayabiliriz. Anladığım kadarıyla sözkonusu ekipte biz dört kişiymişiz: Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Murat Belge ve ben. Yetmezamaevetçiler, tuzukurular, boğazakarşıviskiiçenler, dönekler, liboşlar, kullanışlıahmaklar da aynı familya sanırım ama haydi niyet okumayalım. Diğer üç “büyükler” yaşça da benden oldukça büyükler; ayrıca etkinlik, tanınmışlık, birikim, deneyim olarak katbekat önümdeler, her birini saygıyla tenzih ederim.

Pınar Fidan konusunda ne yazdığım ortada, dileyen dönüp baştan okuyabilir, ayrıca açıklama gerektirmiyor sanırım. Umarım öyledir yani. Pekiyi Hakan Aygün’ün “IBAN” tüvitinden rencide olup, onu hapse tıktıranla, Pınar Fidan’ın stand-up gösterisinden rahatsız olup, onu dava eden arasında ne fark var? Ya cep telefonumun numarasını bir yerlerden edinip bana tehdit ve hakaret mesajları gönderen kimdi? Öz, gerçek, hakiki “sol kesim” mensubu olmak bu mudur? Pekiyi benim bugüne dek “solculuk” iddiasında bulunduğumu görmüş, duymuş olan var mı? Pekiyi Aleviler arasında Kürt meselesine dair, Kürtler arasında Ermeni soykırımına dair kapsamlı araştırmalar yapılmış mı?

Madem bu Çarşamba’yı okurla dertleşme günü ilân ettik, şu kadarını daha not düşmüş olayım: Babam Attilâ (1930-2000) doğduğumda kimi büyüklerin bana “Cemal Azmi” adı verilmesi ısrarlarına direnmiş. Hem “çocuğun sırtına yük bindirmeyelim” demiş, hem rahmetli Türkçe meraklısıydı, “Arapça ad olmasın” istemiş. Tutmuş, Adnan Menderes’in doğum yeri diye “Aydın” koymuş adımı. Yani babam için Menderes’i unutturmamak, hiç görmediği büyükbabasının** öldürülüşünü anımsatmaktan daha öne geçmiş. Demek ki kimlik ve motivasyon verme tercihini o yönde değil, bu yönde kullanmış.

Oradan da Tekalif-i Milliye’ye geçersek, Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşına katkı için el konan malların dörtte üçünün Ermeni ve Rumlara ait olup, bunların “tabiatıyla” hiçbir zaman tazmin edilmediğini unutmayı yeğliyoruz. Belki benzer biçimde Cemal Azmi Bey gibi öldürülen eski (ITC mensubu) devlet görevlilerinin ailelerine yurda dönüşlerine izin verildikten sonra TBMM tarafından hidamat-ı vataniyye tertibinden yapılması kararlaştırılan yardımların da “sahipsiz kalmış” Ermeni mallarından sağlandığı üzerinde de durmuyoruz.

İlk paragraftaki “ve bekçiler…” kısmı açıkta kaldı, onu yazmaya üşeniverdim, topu topu iki tüvitlik şu kısa zincirime göz atabilirsiniz. İşte başardım, korona günlerinde mis gibi koronasız ama yamalı bohça gibi bir yazı. Birbirimize bekçilik etmeye kalkışmayıp, birbirimizle iletişim kurmaya, birbirimizin çok kimlikliliğini daha iyi anlamaya çalışabilmek ümidiyle. Merak etmek, araştırmak, öğrenmek, yüzleşmek, bağışlamak, iyileşmek. Bağımsızlık, özgürlük, özgünlük. Şimdilik sağlık hepsinin önüne çıktı ama bunlarsız da olmuyor.

*AGOS gazetesinin değerli genel yayın yönetmeni Yetvart Danzikyan’ın yönlendirmesi sayesinde okuduğum Belkıs Kılıçkaya’nın Deveciyan’la öğretici söyleşisi için bkz. http://bianet.org/bianet/toplum/78157-deveciyan-gecmisini-ve-1915i-anlatiyor

** Hiç görmediğim büyükbabam tütün eksperi Ekmel Selcen (1902-1965) Almancı, milliyetçi, bahçesinde meyve ağaçları, gül ve tavuk yetiştiren bir ziraatçi, avcı, güreşçi, tangocu, motosiklet kullanan, keman çalan, çabuk öfkelenen ve şarap içip dostlarıyla alaturka şarkı söylemeyi seven biriymiş. Kardeşi Cezmi ise doksan küsur yaşında öldüğünde Türkiye’nin yaşayan en yaşlı elektrik mühendisiydi.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.