
Suriye penceresindeki buzlu cam
Türkiye’nin doğrudan iç siyasi meselesi haline gelmiş Suriye başlığında önemli gelişmelerin, tartışmaların yaşanacağı bir haftaya doğru ilerliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan önümüzdeki hafta ABD’ye gidiyor ve sık tekrar ettiği restleşmelerde kalıcı bir sonuç sağlamak için 25 Eylül’de Trump ile verimli bir temas imkanı kovalayacak. Bunun çok kolay olmayacağı konusunda bir değerlendirmeyi Murat Yetkin yazdı.
Takip eden günlerde -28 Eylül’de- CHP de, uluslararası bir Suriye konferansı düzenleyecek. Pek çok ülkeden ve çeşitli pozisyonları temsilen konuşmacılar çağrılmış olmasına rağmen Suriye Kürtleri’nin (PYD) çağrılmamış olduğu konferansa biçilen rol için, CHP Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz “Elimizi taşın altına koyma zamanı geldi” diyor.
Bu arada alanda birkaç noktada gerilimin yükseldiği, olası bir harekat için yığınaklar, sağlık personeli takviyesi gibi işaretlerin arttığı yolunda haberler geliyor. Birleşmiş Milletler’deki ateşkes girişimleri vetolarla sonuçsuz kalınca İdlib’in yeniden ısınacağı beklentisi de artıyor. Aynı anda olması imkansız seçeneklerden, birbirinin tam zıttı olasılıklardan eş zamanlı söz ediliyor.
Meselenin bölgenin sınırlarını aşıp dünyadaki güç mücadelesiyle ilişkilenen, çok taraflı, çok yönlü karmaşık yanları olduğu, bunların her birinin de önceliği değişen yeni çatışma hatlarıyla daha çetrefil –katmanlı- hale geldiği ortada. Bu nedenle diplomatik, ekonomik ve askeri açılardan bazı dosyalar kapanırken yenileri açılıyor veya yenilenen bir içerik kazanıyor. Ancak 2010 yılında başlayan Arap Baharı’nın en uzun sahnelerinden biri olan Suriye parantezinin, şimdiye kadar olduğu gibi pozisyon zenginlikleri yaratarak devam etmeyeceği konusundaki görüşler giderek ağırlık kazanmaya başladı. Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un “Aslında bu savaş bitti” açıklaması da bu çerçevede okunabilir. Uluslararası düzeyde Suriye sahnesi, yeni perdelerle yeni hikayeler açan bir oyundan çok on yıllık bir parantez olarak galiba son perdeye doğru ilerliyor. Fakat hem buraya taşınmış Suriye hem Suriye’ye taşınmış Türkiye resmi dolayısıyla bir süre daha iç politik gündemin önemli bir parçası olmaya devam edecek. Bu, sadece fazlasıyla iç içe geçmiş sorunların yarattığı tablonun zorunlu bir sonucu olarak değil biraz da böyle tercih edildiği –hem iktidar hem muhalefet tarafından- için böyle.
Seçimden sonra bütün siyasi gündemi -birbiriyle de ilişkilendirerek- Suriye ve Kürt politikasına yükleyen iktidar bir sarkaç çalıştırıyor. Bir tarafta istediğini almış, bölge gücü olduğunu kanıtlamış ülke iddiası, diğer tarafta “kendi planını” uygulama konusunda gözünü karartmış, yalnız ve kararlı ülke havası olan bir salıncak işliyor adeta. Anti emperyalizm, ümmetin umudu, milliyetçiliğin son kalesi ve daha pek çok renkteki bayrağın kenarlarından sallandığı bir salıncak. Her salınmasında içinde olanları da seyredenleri de hipnotize eden bir sarkaç. Gerilimi istenen seviyede tutan ama düzenli salınımla hafif bir uyku rehavetini de yedekte bulunduran bir hal. Sallanırken -15 günlük periyotlar halinde- bir seferinde “Oyalanmaya tahammülümüz yok, göbeğimizi kendimiz keseriz” resti diğer seferinde “Türkiye’nin olmadığı formüllerin işlemeyeceği görüldü” sözleri. Başarı havasına doğru yol alırken “bizden habersiz kuş uçmaz”, gerilimin gazına basarken “arkamızdan iş çeviriyorlar” iddiası. İleriye giderken peşine taktığı “eleştirileri”, geri gelirken “memleket mevzubahisse destekleriz elbette” haline çevirme becerisi.
Suriye’deki Suriyeliler, Türkiye’deki Suriyeliler, buradaki Kürtler, oradaki Kürtler, buradan oraya giden cihatçılar, oradan buraya gelecek olan Selefiler, Aleviler-Sünniler, giren askerler, çıkan tehlikeler. Herkesin üzerine derin siyaset –gürültülü siyasetsizlik- kurabileceği kadar çok malzeme. Fukaralık, taciz ve her türlü melanetin, bu ülkedeki her sorunun müsebbibi gösterilen günah keçileri, her manevraya veya hareketsizliğe uyacak bahane zenginliği, her gelişmeyi açıklayabilecek komplo iddiaları. İslamcılıktan milliyetçiliğe, mezhepçilikten Avrasyacılığa, solculuktan kaba faydacılığa her siyasi pozisyon için, yerine getirilmesi gerekenleri bir kenarda tutarak söylenebilecek kadar çok söz, çok ilkeli-tutarlı olmayı gerektirmeyen bol pozisyon var. Sekiz yıldır neredeyse bütün siyasi iddialarda maceralı bir yolculuk yapmış ama gittiği mesafeyi anlatamayan iktidarın dışındaki diğer siyasi oyuncular da, böyle verimli ve biraz da zorunlu bir oyun sahası oldukça, bu kadar güçlü çağrılar sürdükçe meseleye kayıtsız kalamıyor. Her şeyin bağlandığı mesele yumağı ile oynamanın mahmurluğuyla o yumaktan çıkan ipin ucunu takip etme zorunluluğu biraz karışıyor.
Dünyadaki güç dengelerinin, bu dengelerin yenilendiği dönemlerdeki sert mücadelelerin, küresel siyasi süreçler kadar temasta olan bütün ülkelerdeki iç siyaset üzerinde de etkili olduğuna kuşku yok. Yakın zamanda kaybettiğimiz Wallerstein’ın dünya sistemleri teorisi bize bunu öğretti. Pek çok siyasi gelişme, bu ana çatışmadan yansıyan çıktılarla biçimleniyor. Yine önemli siyasi hamleler bu ana çatışmaları dikkate almadan kurulamaz veya etkili olamaz. Suriye, bu temel çatışmanın önemli sahnelerinden biri olarak uzunca bir süredir karşımızda ve birçok açıdan artık fazlasıyla “içimizde”. Ancak Suriye’nin dünyanın en önemli meselesi, Türkiye’nin baş sorunu olduğundan niye bu kadar eminiz? Suriye’den bu ülkeye yansıyan/yansıtılanları, ihraç veya ithal edilen bütün meseleleri, burada başka bir kullanım için yeniden biçimlenen her iddiayı, diğer her şeyi önemsiz hale getiren bir hakikat haline getirmenin bir sınırı olmalı. Kürt siyasi hareketinden ana muhalefete, iktidar partisinden onun ortaklarına kadar herkes, Suriye meselesine köreltici bir öncelik tanımaya fazla meyyal. Herkes bir yere varmayan, başka bir meseleye yer bırakmayan kayık salıncağı sallamaya çok hevesli.
1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Gelecek Partisi’nin çıkış fotoğrafı
Gelecek Partisi’nin, AKP içinden gelişen rahatsızlık potansiyeli ve siyasetin genelindeki krize, bir üslup ve kadro sorunu olarak yaklaşmayı deneyeceği anlaşılıyor. “Ortak akıldan uzaklaşma, sorunlu lider kültü ve edilgen kadro” gibi göndermeler doğrudan AKP teşkilatlarına gidiyor.
Değiştirmek mi sürdürmek mi zor?
İktidar değişmezlik, dayanıklılık ve sürdürülebilirlik konusunu öne çıkardıkça, sorun çözme iddiasından ve gelecek fikrinden uzaklaşıyor. Talep ve beklentileri daha öncelikli olan dinamik kesimler (kentler ve gençler) daha hızlı kopuyor. 50+1 sistemi ve ittifaklar düzeni taktik avantajlar yaratmıyor, aksine riski büyütüyor.
Sürdürülemez olan son ana kadar sürdürülür
Adını koymamakla veya alternatifini görememekle birlikte, sorunların kaynağı hakkında, vatandaşın sanılandan daha “ileri gittiğini” gösteren işaretler mevcut. Galiba iktidarın kendisi için en hayati hatası da bu göstergeleri tam okuyamıyor veya yeterince önemsemiyor olması.
Siyasette değişen ve değişmeyen
Şimdi yeni partilerin ortaya çıkmasıyla nelerin değişebileceği üzerine çok tartışılıyor. Yavaş yavaş ortaya çıkan rakamlar önemli hareketlenme yaratacak bir potansiyel olduğunu gösteriyor. Fakat bu ilk görüntünün ardından kadim tartışma yine gündemi işgal ediyor: “Tamam da Erdoğan gider mi?”
Her şey paraya çevrilebilir mi?
Termik santrallere takılacak filtrelerin kaybettirecekleri ile o bacalardan çıkan dumanların yok edeceklerini paraya çevirerek karşılaştırmanın kimin işine yarayacağı ortada. Ulusal çıkar için ekonomik fedakarlığın mermi fiyatına çevrilmesinde de benzer bir durum var.
Yine 'gündem değiştirme' paranoyası
İktidarın, aleyhine gelişen bir gündemi değiştirmekten çok, kendisi için kullanışlı bir gündem yaratmaya daha fazla ihtiyacı olduğu konusundaki kanaatim değişmedi, aksine giderek pekişiyor. İktidarın aleyhine olan gündem –ekonomi ve dış politika başarısızlıkları, her düzeyde yönetememe krizi- özel olarak hareketlendirilemediği ve sonuç üretmeyen bir sınırda donduğu için, kronik bir etkisizlik yaratıyor.
Kendi mesleğinin celladı olmak
Kendi bilgi alanına ilişkin bütün birikimi heba etme pahasına suç ortaklığına boğazına kadar batmış uygulamacılar, kendilerini buna zorlayanları haklı görmekten, göstermekten başka çıkış bulamıyorlar. Pek çok alanda, başkalarını infaza memur edenler, kendi mesleklerinin “külahsız” celladı oluyor.
Orta sınıfa uydurulan tarih
Çocuğuna tek taş takma lüksünü savunan ile artık başörtüsüyle üniversiteye gidebilen kızının aylarca iş bulamamasıyla yüz yüze olanı aynı yerde tutmak giderek zorlaşıyor. Hak ettiği halde alamadığını isteyenle, hak etmediğini aldığını en iyi kendisi bilenin refleksi aynı değil. Başkasının olanı ona benzeyerek elde etme hevesi, kimlik aidiyetiyle yetinmeye zorlananlardan giderek uzaklaşıyor.
Eşeği kaybedip bulma veya mehter diplomasisi
Suriye harekatı, ürettiği gerilimle sağlayacağı siyasi getiriden daha çok, başarı illüzyonu temin edebilmesiyle kıymetli. ABD gezisi de bu pencereden bakıldığı için “başarılı”. Biraz “önce eşeği kaybettirip sonra buldurma" uyanıklığı veya bir tür mehter adımı taktiği. “İstediğimiz olmadı” diye gidip, “ateşkes iyi gidiyor” cevabını onay olarak cebine koyup dönmek böyle mümkün olabiliyor.
Dümeni yeniden dışarıya kırmak
Bugün yapılan görüşme sonrasındaki açıklamalar (atılacak tweetler) gidişatın nasıl olacağı konusunda bir fikir verecek. Ancak ilk sonuç nasıl çıkacak olursa olsun, sonraki gelişmeler nasıl seyrederse etsin, Erdoğan iktidarı için dış konjonktüre bağımlılığın bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor.
O kadar önemli değiliz
Çarpık bireysellik, ayarı kaçmış bencillik, insanlar daha önemli hale gelsin diye pompalanmadı. Tam tersi insanlar, kendilerinden başka kimsenin önemsemediği, güvensiz bir yalnızlığa mahkum. Önemsizleştiler, gösterecekleri özel performanslar dışında zaten önemsiz oldukları hissettirildi. Zincirlerinden başka kaybedeceği olmayanlar yeniden kendilerine zincirlendi.
Duygu siyaseti
Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı. Sevinmenin veya üzülmenin politik bir pozisyon olarak sunulduğunu, duygu mecburiyetlerinden siyasi rasyonel imal edildiğini izledik. Ne hukuki olan kısmı ne de bunun siyasi karşılığı, duygusal filtrelerden geçmeden, sıfatlarla yüklenmeden konuşuldu.
Tehlikenin farkında mısınız?
Saray davetine icabet Anıtkabir’de yok sayılmaya, tezkereye evet demek “Bay Kemal” olmaktan kurtulamamaya, kayyıma kuvvetli biçimde direnmemek Boğaziçi Başkanlığı’na kapı açıyor.
Kavgada yumruk sayılır
Alanda olmak bazen iddia edildiği gibi masadaki eli güçlendirmiyor, tam tersine zayıflatıyor. Mesela tek başına idare etmesi gereken cihatçı yığını ve Bağdadi’nin sınıra beş kilometre mesafede öldürülmesi önemli bir hatırlatma. Masaya oturma imkanı fazla olsa da, her masaya oturulma şansı bulunsa da sonuçlarının tam kontrol edilemediği mutabakatlarla kalkmak zorunlu oluyor.
Beklenti 'zaferden' daha bereketli
Muamele ve muhataplık açısından hayli gurur kırıcı tarafları olan mutabakatların sadece yapılabilmiş olması, geçici zafer havasından çok daha önemli ve kalıcı. Trump’ın mesajlarının, Rusya’nın patronajının bu kadar kolay kabullenilmesi veya beklendiği kadar mesele edilmemesi biraz bu yüzden. Başkalarının parasıyla Suriye’de inşaat yapma fikri de -yanında Suriyelileri gönderme hediyesiyle birlikte- 32 kilometrelik güvenli kuşaktan çok daha iyi bir siyasi kaldıraç.
Alanda hayaller masada gerçekler
Şimdiye kadar “kazanmış” görünmesine izin verilen Türkiye’nin, ABD’den sonra tam kontrol sağlamış ve kendisini kuşatmış olan Rusya’nın çıkış planına daha fazla yakınlaşması gerekecek. Şam ile anlaşmayı, “Suriyelileri geri gönderme” gibi yüksek siyasi getirisi olan bir hedefe çevirmek, operasyonun ilk kısmı kadar kolay ve ucuz olmayabilir.
Biz tam olarak ne seyrettik?
Anlaşma ABD ile yapılmış olsa da –söylenmesi yasaklanan- ateşkes YPG ile yapıldı. Trump’ın Erdoğan ile birlikte YPG komutanlarına teşekkürünü dikkatlere sunmak gerekir. İktidar Erdoğan’ı Trump ile denkleme karşılığında, Trump’ın kurduğu “dövüşen yaramazlar” denkliğini sineye çekmek zorunda.
Özne sapıtması
Mevcut iktidar, bu ülkenin yüzde ellilik diğer yarısının milli olmadığını, hatta hain olduğunu söylerken hiç inandırıcı olmuyor da, bütün dünyanın Türkiye’nin düşmanı olduğunu iddia ederken niye yerden göğe kadar haklı bulunuyor? İçeride “adaletten eser bırakmayan” sınırın dışında nasıl bu kadar değişebiliyor?
Derinleşen sorun, sığlaşan söylem
Harekatın 10 gün sürecek ilk aşamasının Tel Abyad – Resulayn hattıyla sınırlanacağı, ikinci kısmının da asıl olarak buranın güvenliği öncelikli olacağı iddiası da, bütün sınır hattına yayılan sert çatışmaların şimdilik yaşanmamasıyla uyumlu görünüyor.
Savaşın fragmanı bile berbat
Ne beklenmedik ne ansızın yaşandı olanlar. Ancak daha başlamadan hesap dışı olabilecekler konusunda çarpıcı bir fragman gösterime girdi. Bu fragmanda, beladan parasını ödeyerek uzak kalabileceğini düşünen Avrupa ve fırsatçılığı yüksek politikaya çeviren Rusya’nın da rol aldığını gördük.
İYİ Parti çatlar, üç ittifaka da oy gider
İYİ Parti’nin oyunu aldığı veya etkileyebildiği seçmen üzerindeki kontrol gücü de henüz gerçekten test edilmiş değil. İddia, iktidarın yerel seçimleri kaybetmesinde İYİ Parti seçmeninin önemli rolü olduğu. Peki aynı İYİ parti, aynı seçmene başka türlü oy kullanmayı önerse nasıl sonuç alırdı?
Deprem ve iki ses
“Sesimi duyan var mı?” diye bağırırken yüzlerin çevrildiği taraf, "nerede bu devlet?” diye sorarken mesele edilen hadise yeniden gözden geçirilmek zorunda. Siyaset denilen enstrümanla devlet denilen aygıta verilen her onayın ve sorulmayan her hesabın vebali bu iki sesin arasında bir yerde kayboluyor.
Nereden başlamalı, nereye uzanmalı?
Yaşanan tahribatın neresindeyiz ve kurtarılabilecek ne kadar şey kaldı, daha iyisini yapabilmek için nereden ve kiminle başlamalı? Hangi sorun bugün "düzeltilmeye” başlandığında, ne zaman düzelmenin başladığını fark edebiliriz? Her alan için, kendini düzeltmeye yetecek insan kaynağında rezervler ne durumda?
Ne öldüren ne güldüren denge
Önemli ölçüde işlevsizleşmiş AKP, sistem değişikliği ile kendini imha eden ilk siyasi parti oldu, son tasfiye dalgasıyla iyice tek sesli hale geldi. Buna karşılık Erdoğan’dan ibaret bir dava için teşkilat da taban da bir türlü motive edilemiyor.
Babacan’ın röportajı, Davutoğlu’nun istifası
Türkiye’nin sağ kitle partilerinde, lider alternatifi barındıran kanatların açık faaliyetlerine, canlı bir iç tartışmaya izin verildiği pek görülmez. Olası bir kopmanın vereceği hasar, canlı kalacak bir iç hizbin yıkıcılığına her zaman tercih edilir. Bu yüzden hiç bitmeyen bir “sağda yeni oluşum” gündemi, sayısız tasfiye hareketi ve parti girişimi vardır.
(Yeniden)* Hassasiyet tartışması
En muğlak alanda kurulan soyut bir “hassasiyet” iddiası yeterli. O öyle istediği, onun işine öylesi geldiği için değil de, damarına basıldığı, duyarlılığı incindiği, değerleri hasar aldığı için böyle yapmakta. Haklılığı garantili bir gerekçeden daha güçlü tahakküm aracı olabilir mi?
İntikam davaları, Clio’lar ve 'Susamam'
Canan Kaftancıoğlu mahkeme heyetine, “Ben sizden daha özgürüm. Bana 17 yıl değil 27 yıl verseniz de, vesayet sona erene kadar mücadelem sürecek” diyordu. Karardan sonra da aynı şeyleri tekrar etti ve “Biz mevsimi başladı, susamam” dedi. “Susamam” klibi de, bu kapkara hukuksuzluk ortamı için herkese şöyle sesleniliyordu: “Çünkü çocuk öldü, vuran memurdu diye ‘haklıdır’ dedin. Sesini çıkarmadın, yani suçlusun. Çünkü iki gün üzülüp sonra gözündeki nehri kuruttun. Tuğçe ve Büşra’nın katilini serbest bırakan hakimin adını unuttun.”
AKP’den bir şey çıkmaz
AKP içinden çıkacak parti girişimlerinden bir şey çıkıp çıkmayacağı üzerine, hem AKP içinde hem AKP dışında yoğun bir tartışma sürüyor. Fakat galiba asıl tartışılmaya muhtaç olan, artık AKP’den bir şey çıkıp çıkmayacağı. Yeni parti girişimcilerinin de şimdilik yaslandıkları tek kuvvetli argüman da bu aslında.
Siyasetin sağında hareketlenme
Davutoğlu’nun -yanlış anlamalara neden olacak biçimde- birden konuşkanlaşması; yıllardır sessiz bir tasfiyeyi kabullenmiş olanların toplu istifası farklı yorumları çağırıyor: İktidar yeterince sıkıştığı ve iç sıkıntısı büyüdüğü için mi harekete geçildi? Yoksa daha fazla beklemenin iktidarın durumu iyice toparlamasına yol açacağı mı değerlendirildi? Bu ucu açık soruların ve belki de birbirini tamamlayacak cevaplarının dışında, Türkiye’deki siyasi dengenin ağırlık merkezi sağ blokta, bir temsil kapışmasının çok yakınlaştığı anlaşılıyor.
Utanma duygusu geri gelir mi?
İçinde bulunduğumuz günler, Sırrı Süreyya Önder’in meclis kürsüsünden söylediği gibi “Allah utandırmasın” diyenlerin dualarının kabul edildiği, utanılacak her şeye gerekçe uydurulabildiği, utanma duygusunun tedavülden kalktığı bir zaman dilimi halini aldı. Utanma kelimesinin fiile dönüştüğü “utandırma” sözünün işlevsizleştiği bir zaman. Çünkü utandırma, ancak utanma duygusu var olmaya devam ettiğinde mümkün.
Kadın öldüren el ile 'idam şart' diyen dil akraba
dam, en ilkel -din kaynaklı hukukla da desteklenen- bir cezalandırma formu olması yanında modern sonrası insanın kaba güdülerine de cevap sağlıyor. Önceden teşhirle sağlanan etki, şimdi perdeleme için kullanılıyor. İnsan öldürme, siyasi vaat olarak kullanılıyor.
'Her şey güzel olacak' için kayyım tayini
Yenilenmiş soruşturma dalgaları, belki yeni kayyım atamaları, gözaltılar ve sokaklara yayılan gazlı, coplu saldırılarla genişleyebilecek bu dönemde, iktidarın yapabileceklerini, onu sesli ve sessiz destekleyenlerin bulabilecekleri bahaneleri, hepsinin ortaklaşa yaratacakları baskı iklimini artık iyi tanıyoruz. Dünyadaki başka heveslilere örnekler yaratacak, ihraç edecek kadar çok kez bunu deneyimledik, çeşitli türlerini ve dozlarını yaşadık.
Sınıfa ihanet
Emek örgütlenmesinin tarihi ve sistemsel zayıflıkları tamam ama mevcut siyasi iktidarın önemli ortaklarından/destekçilerinden olan sınıfların/grupların örgütlerinin de çok farklı bir durumda olduğu söylenemez. Türkiye’nin özgün macerasında, bu kuruluş sürecini ideolojik ve siyasi olarak belirlemiş, bağımsız ve etkili bir burjuvaziden, bunun yerleşik geleneğinden söz edilemeyeceğini biliyoruz.
Sorunları bugün, çözümü gelecek için konuşmak
Daha kötü bir gelecek iddiasının yarattığı belirsizlik ve argüman karışıklığı, olanı perdeleyen bir gündem yaratmaya imkan veriyor. “Türkiye Suriye’de bir yanlışa mı ilerliyor?” sorusu, halen içinde olunan yanlışı örtüyor. Ekonomik krizle ilgili “bak fena olur” uyarıları, iktidara değil kendi iddiasına zorlu sınavlar açıyor.
Kolay 'ortak tepki' ve muhalefet serinliği
Kaz Dağları'nda yapılanlara tepki verilmesinin, itirazın genişlemesinin, daha önce başka konularda sessiz kalanların ses vermesinin, ses verenlerin ve vermenin çeşitliliğinin, bunun kolektif bir özgüven, tazelenen bir dayanışma potansiyeli havası yaratmasının hiç kötü bir tarafı yok. Ayrıca, ne zaman ve ne için olursa olsun, tepki vermeye başlamanın karşılaşması gereken ilk soru, “daha önce neredeydiniz?” olmamalı.
Kendini tekrar etmenin dayanılmaz rahatlığı
Önümüzdeki günlerde ne ekonomik krizin, ne kilitlenen sistemin, ne yolsuzluk ve israfın, ne çevre talanının gündemde yer edinemeyeceği, parti girişimlerinden başka bir siyasi dile kadar yeni olan hiçbir şeyin kendine alan açamayacağı bir atmosfer oluşması olasılığı hiç küçük değil. İktidar sorunlarını çözdüğü, yeni çözümler bulduğu için değil, her şeyi aynı yapmaya devam etmeye hâlâ imkan bulduğu için böyle.
Bahçeli yine sahne alıyor
Türkiye siyasetinde epey uzun bir süredir Bahçeli - Erdoğan görüşmeleri ve bazen medya üzerinden yürüyen mesajlaşmaları önemli hamleleri veya ciddi manevraları tetikliyor. Bu görüşme ve bazen de kontrollü atışmalarda kimin söylediğinin daha etkili olduğu tartışmalı olsa da, genel siyaseti etkilediğine kuşku yok.
Terbiyesizliğin lüzumu yok
Son günlerde, hem ekonomi, hem dış politika krizlerini perdelemek için alana itilen Suriyeliler meselesi etrafında, bu çerçeveye fazlasıyla uyan yakışıksız tartışmalar sürüyor. Olmadık argümanlar saçma bağlamların malzemesi, son derece rahatsız edici imalar “masum” savunmaların parçası, sevimsiz üsluplar popülerliğin gereği olarak devreye giriyor. Kendi sesinin veya aldığı alkışın şehvetine kapılan ya da uğradığı suçlamanın yarattığı hiddete karşı duramayanlar, sonradan değil, şimdiden utanmaları gerekecek şeyler söylüyor.
Çare olmayan avantaj: Zamanı kullanmak
Bugün -ekonomik kriz dolayısıyla dolaşıma sokulan uydurma popüler kavramla söylersek- geçici bir siyasi “dengelenme” yakalanmış gibi görünüyor. Ancak bu “dengelenme”, iktidarın yapısal krizini çözmeyen ve çare olamayacak -üstelik kendisinin yaratmadığı- bir avantaj sadece.
Tarihle oynamak
Bir tarafta Erdoğan’ın geçmişi ayıklama talimatı, diğer tarafta uyarılara rağmen “sapılmış yol” anlatısı. Herkes tarihi yeniden yazmanın, yaşanmış olanı başka türlü anlatmanın peşinde. Güçlü ve üzerinde kalınabilir bir zemini “tarihle oynayarak” sağlamak veya sürdürmek çok sık başvurulan bir yöntem olabilir. Ancak her zaman başarılı sonuç verdiğini söylemek o kadar kolay değil.
Üçüncü yılında 15 Temmuz
15 Temmuz rüzgârının dolduracağı yelkenlerin, gelmekte olan seri krizlere yetecek direnci sağlamasından duyulan endişe, aceleyle referandum ve koşarak bir erken seçim gerektirdi. Her iki yoklamada da ortaya çıkan sonuçlar Allah'ın lütfuyla gelen dalganın çok mesafe aldırmadığını gösterdi.
Demiri değil oyunu soğutmak
Erdoğan’ın partililerle yaptığı kapalı ve açık toplantılarda en sık dile getirdiği nokta, önemli değişiklikler için “istiyorlar diye yapmayız” şeklinde. Birkaç kez basın önünde de paylaştığı bu tavır, basit bir inatlaşmadan çok, meselenin -futbol tabiriyle- oyunun soğutularak halledilmesinin daha isabetli olduğu değerlendirmesinden kaynaklanıyor.
Sistem tartışması tercih değil mecburiyet
Türkiye’de daha önce uygulanmakta olan parlamenter sistemin matah olup olmadığı veya onu geri getirmenin hayırlı olup olmayacağı anlamlı bir tartışma. Ancak asla değiştirilemez bir sistemin kurulduğu ve artık bu kurallara göre davranmak gerektiği önermesi, çok daha büyük saçmalık.
Şimdi iktidar düşünsün
24 Haziran 2018’de yeni sistemin kurallarını kabul ederek, o kurallarla girilen yarışta muhalefet kaybetmiş, “adam kazanmıştı”. 31 Mart’ta ise, bu zeminin dışına çıkarak kampanya yürütebilen muhalefet, işlemeyen sistemini zorlamaktan başka çaresi kalmamış iktidara kaybettirdi.
Hatalı lider mi, güçsüz lider mi?
Karar vermek için biraz erken ama ilk işaretler, Erdoğan’ın 23 Haziran sonuçlarına, yapılan hatalar üzerinden değil -hem kendisi, hem de iktidar için- kaybedilen güç açısından bakmaya yatkın olduğu yolunda. Bu yüzden, sert geçecek hesaplaşmayı kamuya açık bir gösteri haline getirmekten kaçınacağı anlaşılıyor. Hatayı kabul etmekle, güç kaybına razı olmak arasındaki seçimde de, net bir tutumdan bir süre daha uzak kalmaya niyetli görünüyor. Yani yine çare olmayan cevaplara hazırlanıyor. Galiba seçmen mesajında tam idrak edilmeyen taraf da bu.
Kürtlerle sınav ve Kürtlerin sınavı
İktidarın hamlesi ve bir kısım muhalefetin kabulü ile Kürt sorununu sadece Kürtlerin sınavı olarak sunma rahatlığının sonu geliyor. Bunun ilk ceremesini de muhtemelen iktidar ödeyecek.
'Son kırılma'
Meseleyi 31 Mart öncesinden alıp 23 Haziran sonrasına kadar taşıyınca, kırılmanın bizzat Erdoğan ile ilgili olduğu düşünülebilir. Erdoğan’ın haber verdiği “kırılma” ve ışık da, bu hafta işaretlerini vereceği ve 23 Haziran sonrasında uygulamaya başlayacağı yola veya seçeneklere dair olabilir. Son kırılmaya kadar gelen süreci, Erdoğan penceresinden hızlı biçimde hatırlayalım...
Seçim mi, yenilgi mi tazeleniyor?
17 yıllık AK Parti iktidarının ilk kez yaşayacağı “tekrar eden yenilgi” deneyimine kısa bir süre kaldığı anlaşılıyor. Bu meselenin -31 Mart için de geçerli olduğu üzere- aslında iktidarın oy tabanını önemli ölçüde koruduğu iddiasıyla aşılması biraz zor. İki buçuk ay arayla, “aslında biz kazandık” açıklaması yapan Erdoğan da, durumun böyle geçiştirilemeyeceğini gayet iyi biliyor.
Erdoğan neden saklanıyor?
Erdoğan’ın ortalarda görünmemesi; seçimi almak için mi, yenilginin muhatabı olmamak için mi? Belki -aslında çok önemli olan- bir yan soru da: Bu tercih kendisinin kararı mı, ona biçilen bir rol mü? Erdoğan birilerine keseceği hesabı mı, kendisinin ödeyeceği faturayı mı erteliyor?
'Pontus' kampanyası kimin 'marifeti'?
Ramazan bitmeden Yenikapı’da kılınan toplu teravih namazı öncesinde konuşan Erdoğan, "Burası İstanbul, bir diğer adıyla İslambol. Burası Konstantinapol değil ama burayı böyle görmek isteyenler var. Böyle görmek isteyenlere karşı 22 günümüz var" dedi. Bu konuşmadaki ima, daha önce bir ‘troll faaliyeti’ gibi görülen “Pontus” meselesinin resmi bir kampanya başlığı haline getirilmesi talimatına dönüştü. Bir süredir sessiz kalan, görünürlükleri hayli azalan sözcüler, Bahçeli ve Soylu hızla yeniden sahneye çıktı.
AKP’nin bayram vitrini
Uzunca bir süredir kenara çekilmiş (itilmiş) Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin, Köksal Toptan gibi AKP’liler yeniden sahneye çıkıyor. Bir süre önce kamu bankalarının yönetimlerine yapılan atamalarla (Abdülkadir Aksu, Faruk Çelik, Mevlüt Uysal, Sadık Yakut) birlikte düşünüldüğünde, bu hamlenin AKP içindeki sıkıntılara ve özellikle de yeni parti girişimlerine önlem alma ihtiyacıyla ilişkili olması kuvvetle muhtemel.
'Niyet okumak' önemlidir
Politik aktörler, politik gelişmelere tepki verenler ve olup biteni yorumlamaya çalışan herkes, bu konularla ilgilerini ve ilişkilerini belirleyen duygusal dolayımlar ve “niyetleriyle” sıkı sıkıya bağlı. Bu nedenle, farklı zamanlarda gösterilen ve birbirine tamamen zıt duran tepkilerin, bu pencereden bakıldığında şaşırtıcı bir süreklilik arz ettiği fark edilebiliyor. Bir zamanlar konuşmasının sonunu beklemeden gidecek kadar Erdoğan’ı kızdıran birinin, şimdi avuçlarını kızartacak kadar çılgınca alkışlayabilmesi gibi.
Yalanın kime ne faydası var?
Medya çarpıtmayı geçip, haber uydurma aşamasına doğru ilerledi. Bütün televizyon kanallarından, gazetelerden 7-24 kara propaganda yapıldı, linç kampanyaları düzenlendi. Sonuç ne oldu? Muhalefet seçmenini bozmak, dağıtmak şöyle dursun, iktidar seçmeni bile bütün bunlara ikna edilemedi.
Yeniden referandum mu, kimlik sayımı mı?
İktidar bloku yüzdeler üzerinden sapasağlam yerinde duruyor gibi görünürken, kimyası hızla bozuluyor. Söylenen her söze, atılan her adıma, arkadan gelen tefsir ve tevil ile takviye yapmak artık yetmiyor. Zaten bunu yapabilecek donanımda bir ekip de kalmadı. Ekonomik kriz, sadece maddi şartlar veya “mide” üzerindeki etkisiyle değil, ilişki ve ilişkilenme biçimi açısından da sıkıntı üretiyor.
Muhalefet, mideye değil akla konuşursa
31 Mart öncesinde İmamoğlu, geçmiş AKP belediyeciliğine dair neredeyse hiçbir söz söylememiş, Erdoğan ve iktidarı doğrudan karşısına alan bir tavır göstermemişti. Şimdi, hem seçimin iptali, hem de AKP belediyeciliğinin yolsuzluk ve talan tablosu, iktidar sözcülerinin haksız-oransız saldırıları İmamoğlu’nun çıkışlarının ağırlığını oluşturuyor. İmamoğlu’nun kişisel olarak yarattığı sempatinin, pozitif söylemin genişleme alanının sınırlarına yaklaşmış olması muhtemel.
Vefasız zenginler, nankör fakirler
Erdoğan’ın hem “karnı doyup oy vermeyen” alt sınıflara hem “17 yıldır semiren” üst sınıflara aynı anda tavır koyması, güvendiği alanlarda gördüğü destek zafiyetinden çok, bu iki alandaki mızırdanmanın birbiriyle ilişkisi yüzünden.
'(İç) hukuk' tüketilmiştir
Dünyada çeşitli örnekleri görülen ırk, renk, din, cinsiyet farklarına bağlı ayrımcılık, politik görüş kıstasına göre yapılan tasnifle açıkça uygulanıyor. Örneğin, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na linç girişimini “protesto hakkının anayasal koruma altında olduğu iddiasıyla savunurken, pek çok barışçı gösteriye, hatta basın açıklamasına “izinsiz olduğu” gerekçesiyle polisler saldırıyor.
Aynısını istemek daima azını getirir
İktidarın 31 Mart için işe yaramayanı 23 Haziran için yenilemesine karşılık, muhalefetin de sadece 31 Mart’ta işe yarayanlarla yetinmesi beklenen karşılığı sağlamayabilir.
Bu dalga kıyıya taşır mı?
Seçim iptal hamlesi, iktidarın yapabilirlik sınırları konusundaki çaresizliğini zorlayarak aşma niyetini gösteriyor. Bu nedenle, muhalefetin 31 Mart’taki gibi iktidarı gerilimde yalnız bırakma stratejisi aynı sonucu almayabilir. Belki bu yüzden İmamoğlu’nun dilinde kontrollü bir sertleşme izliyoruz.
YSK belirsizliği başlatacak mı, bitirecek mi?
YSK’nın seçimlerin yenilenmesi kararı, muhalefet ve elbette CHP açısından çok kritik ama aynı zamanda paradoksal bir tercihi de gündeme getirecek: “Seçimle sonuç alınabilir, iktidar sandıkta yenilenebilir” fikri nasıl sürdürülecek? Meşru seçim sonucunu kabul etmeyen iktidarı ve AYM gibi mülga sayılacak YSK’yı, siyasi gaspla suçlayıp başka bir mücadele penceresi mi açacak?
İttifakın kara yazısı
Erdoğan’ın Bahçeli dışında bir ortak aramakta olduğu, artık tamamen MHP kontrolünde olan Cumhur İttifakı çizgisinden ve ittifak yüzünden uğradığı zarardan kopmak istediği şeklinde kulisler, yorumlar var. 2013’deki Gezi protestolarından bu yana hiç bitmeyen “yumuşama” beklentileri, öngörüleri yine dolaşımda.
Algı-olgu ilişkisi ve gerçeğin intikamı
İktidar cephesinde yaşanan iç gerilimlere bağlı olarak gelinen (görünen) yol ayrımı ve bu cenahta sayısı giderek artan çatlak sesler meseleleri. Bu meselelerde, gerçekler ile algılar sürekli birbirine karışıyor, birbirinin yerine geçiyor. Yaratılmaya çalışılan -veya öyle olduğu varsayılan- algıdan gerçek çıkartma çabası, gerçeklere bir algı hamlesiyle yön verme gayreti ile algı-olgu geçişkenliği yüzünden oluşan okuma zorlukları iç içe geçiyor.
'Gaz sıkışması' mı, gaz verme mi?
Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının sadece yaşandığı andaki değil, öncesini ve sonrasını da kapsayan bir hazırlığın ve zorlamanın ürünü olduğuna kuşku yok. Bütün seçim kampanyası boyunca kurulan dil, onun taşıyıcısı medya, bu saldırının da doğrudan sorumlusu elbette. Fakat, bu üretilmiş tepki konusunda muhalefet çevrelerinde kolayca etkili olan bir endişe dalgası oluşuyor: Sahiden böyle bir tepki olabilir mi?
Siyasi kibirden vazgeçmek İstanbul’u bırakmaktan bile zor
Kişisel bir özellik olarak değil misyon gereği sürdürmek zorunda olduğu “siyasi kibirden” vazgeçmek, iktidar için İstanbul’u vermekten bile zor. Üç haftadır “bunu neden yapıyorlar” sorusuna bulunamayan cevaplardan biri, seçmeniyle ayrışmaya başlayan iktidarın başka bir temsil formu üretemiyor olması.
Kapalı iktidara karşı açık siyaset
İktidar cephesinde -her zaman olduğu gibi- çok bileşenli bir iç çatışma elbette var, hatta bu göründüğünden veya su yüzüne çıktığından daha derin ve zaman zaman iktidarın üzerine inşa edildiği tek adamdan da daha belirleyici. Fakat bu çatışma, iddia edildiği gibi siyasi zeminde yaşanmıyor ve siyasi çizgi farklarından da doğmuyor. Çünkü sürekli olarak başlangıç ilkelerinden, fabrika ayarlarından söz edilen AKP -uzunca bir süredir- artık bir siyasi aktör değil, onun tarafı olduğu bir siyasi alan da mevcut değil.
Mazbata hakların diyeti olmamalı
31 Mart’ta çıkan sonuç ve sonuca yapılan muamele ile iktidarın elinden çıkardığı sandık kalkanını bir imkan değil de güvence olarak görmek, muhalefet için büyük hata olur. İktidarı daha geriletmenin vesilesi olabilecek İstanbul mazbatası, bütün hakları tekrar talep etmenin diyeti haline gelmemeli. Mazbata ile tüm haklar takasına girilmemeli.
Kontrolsüz gücün kendine ettiği
Düşünün muhalefetsiniz; milyonlarca dolarlık medyanız var, sabahtan akşama sizin söylediklerinizi yayınlıyor, her mahallede miting yapıyorsunuz, bütün devlet imkanları da size tahsis edilmiş. Bu imkanların hepsine sahip olsanız bile, bu seçim kampanyasında ve özellikle son bir haftada Erdoğan’ın kendi otoritesine ve karizmasına verdiği hasarı yaratabilir miydiniz?
Zaafın dibinde, kaosun eşiğinde
İktidarın gerekleri ile, siyasetin ihtiyaçlarının çeliştiği zor bir seçim noktası bu: Yaşanan yenilgi karşısında beklenenden ağır bir travmaya uğrayan sadık seçmeni küstürmemek mi? Bu yenilgiyi yaratan küskünleri ve daha önemlisi seçim kalkanını tamamen kaybetmek mi?
Ezberleri yavaşça yere bırakalım lütfen
Beş yılda seçmen sayısının sabit olduğu varsayılsa bile Cumhur İttifakının oy oranı önce 57.3’ten 51.1’e, ardından da 48.3’e düşmüş, erime düzenli hale gelmiş. Oy sayısı olarak toplamda 1 Milyon 600 bin kayıpla beş yılda neredeyse yüzde 9 civarında gerileme yaşanmış. Bu tabloyu, iktidarın oylarını koruduğu, çok katı konsolidasyonu sündürdüğü, hiçbir şeyin olmadığı şeklinde yorumlamak pek mümkün değil. Bu konudaki ısrar, kötü niyetten değilse, kötü ezberden olabilir.
Seçim okuma kılavuzu
Reform paketleri, dev kalkınma hamleleri, sorunlara mucize reçeteler, birer yıllık ertelemelerle önce referandumu sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini, şimdi de yerel seçimden sonrayı beklemek zorunda. Verilecek dersler bile sonraya bırakılmalı. Muhalefet aktörlerinin de etkili bir alternatif söz kurmak için hep ileriye doğru itilen bir ajandaları, önce aşmaları gereken bir barajları var. Her seçim öncesinde başlayan bu biçimlendirme, doğal olarak seçim sonuçlarını okurken de devrede.
Medyadan tabana imha hikâyeleri
Medyada yaşananların ve sektörün içine sokulduğu durumun, her yeni evrede iyice görünür hale getirdiği önemli bir gerçek var: İktidar, ele geçiremediklerini değil, tamamen kontrol sağladığı, avucuna aldığı şeyleri büyük bir hoyratlıkla harcıyor, kendisinin bile kullanmasına yaramayacak biçimde imha ediyor.
Dersin değil sınavın zamanı
Soylu’nun “gün ders verme günü değil”, Erdoğan’ın “kazansalar da bedel ödetiriz”, Bahçeli’nin “ekmek sonraki iş” sözleri, iktidar seçmenindeki kopmanın/erimenin kabul edilebilir sınırı geçtiğinin göstergesi sayılabilir. Çünkü, ölçüsüz bir saldırganlıkla muhalefeti merkeze koyan kampanya stratejisi yeterli baraj yaratamadığı gibi, aksine erimeyi hızlandırıcı bir etki de yarattı.
Seçim neyi çözer, ne gösterir?
31 Mart’ta yerel seçim yapılacağı için doğrudan bir iktidar değişikliği ihtimali pek gerçekçi değil. Ayrıca -söz konusu bir genel seçim olsaydı da- muhalefetin bir iktidar alternatifi oluşturduğunu kendileri dahil söyleyen kimse yok. Fakat bu seçimin iktidarın meşruiyeti ve zafiyeti konusunda belirleyici olacağı tezi asıl olarak iktidar sözcüleri tarafından ısrarla dile getiriliyor.
İşgalci kadınlar, maskaralık peşinde çocuklar
Ellerinde, yine renkli kağıtlara renkli kalemlerle yazılmış yazılar. Düdükleri de var. Düşünün bir, çalabiliyorlar üstelik, besbelli hazırlıklılar. Ara sokaklardan, caddelerden geliyorlar. Kalabalıklar, gürültülüler. Ezanı bekliyorlar seslerini yükseltmek için; müezzinle yarışıyorlar. Bağırışlarla, ıslıklarla, büyük bir uğultuyla sokak aralarından, mazgallardan, yeraltından, çatılardan geliyorlar.
Beka gömleğinin örtemeyeceği çaresizlik
Beş senedir yapılan yedi seçim -veya referandumda- (2014’de iki, 2015’de iki, 2017’de bir, 2018’de iki) hikayesi bitmiş AKP ve aşırı kişiselleştirilmiş Erdoğan iktidarının devamı için şapkadan hep aynı tavşan çıkıyor: İktidarın bekası ile memleketin selameti arasında kurulan zorlama ilişki ve pozitif-negatif argümanlar eşliğinde Erdoğan’ın güçlerinin korunması/artırılması görüntüsünün devamı.
Devrimci bir eylem: Unutmamak
“Kayıp Bir Devrim Hikayesi”, bugün Galatasaray Meydanı onlara yasaklansa da, unutmamanın sembolü olan Cumartesi Anneleri’nin temsil ettiği bütün kaybettirilenlerin de hikayesi. Faruk Eren, küçük bir çocukken kar topu saldırısından “durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diyerek kurtulmasını sağlayan abisini, aynı ruh haliyle “durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diye anlatıyor.
Ismarlama davaları kim kazanır?
“Adam istedi” davaları mealen şöyle bir örtülü talimata göre yürüyor: “Size suçluları bulun demiyorum, benim rahatsız olduğum şeylerin suç, benim ortalıkta olmasını istemediklerimin suçlu olmasını temin edin.” “Gazete yayın politikası değiştirmek”, “terör örgütüne üye olmaksızın desteklemek”, “etki ajanlığı yapmak” gibi suçlar böyle imal edildi.
Meydan mahkemeleri
Seçim stratejisini beka davası, kampanyasını da önüne gelen herkesi suçlama üzerine kuran iktidar sayesinde, yeni bir durumla daha karşı karşıyayız: Meydanların dev mahkeme salonlarına dönüşmesi. Ama sadece iddia ve hükmün olduğu, savunmanın bulunmadığı mahkemeler.
Olasılığın gücü kime çalışacak?
Bugüne kadar “olasılığın” gücünü iktidar, referandum sırasında pozitif, 24 Haziran’da negatif anlamda kullanmayı başardı. Olsa ne iyi veya olursa fena olur seçeneklerinden politik bir çıktı yarattı. Şimdi, yine ”beka davası” üzerinden “fena olur” olasılığını siyaset masasına sürüyor.
Rakam değil insan olmak
Memleketin yarısı, sabah günaydın dediği komşularının vatan haini olabileceğine, aynı mecliste görev yapanlar rakip parti milletvekillerinin halkın temsilcisi olmadığına inanıyor olabilir mi? Tacize, tecavüze, adaletsizliğe, ölçüsüzlüğe bulunan “hafif” bahaneleri kabul etmenin bir “ağırlığı” yok mudur?
Lümpen muhafazakarlık
Cinsel saldırganlığı tacize uğrayan kadının babasıyla veya kıyafetiyle, gıda enflasyonunu “muhalefetin eline verilen patlıcan” veya hain kabzımallar ile karşılamaya kalkmak önemli bir üslup ve seviye sorunu olmanın yanında, herhangi bir siyasi kimlik dairesi içine sokulması zor ifadeler.
Kaybetmeyen hep kazanır mı?
Sadece yerel seçim göstergeleri açısından duruma bir bakalım: Beş yıl önceki yerel seçimde yüzde 46 oy alarak önemli büyükşehirleri tek başına almış iktidar partisinin ittifakla bile bunların ne kadarını koruyabileceği tartışılıyor. Nazlanarak girilen ittifakın şimdi daha genişlemesinin yolları aranıyor, hatta belediye meclisinde bile ortak liste ihtimali konuşuluyor.
Tanzim satıştan siyasi alışveriş
Patates, patlıcan kuyruğu fotoğrafı yaratmaya değecek bir siyasi sonuç alıp alamayacağı elbette çok tartışmalı ama “uzun zamandır görülmemiş sahnelerin” daima iktidar aleyhine olmadığı da ortada. Hatırlanırsa, uzun yıllar görülmeyen asker cenazelerinin de iktidarı sarsacağı söylenmiş ama tam tersi yaşanmıştı.
Siyasetin yeni sahnesi, mahkeme salonu
Mahkeme salonları, sadece güç sahibi olanların değil, hak arayan, itiraz eden, mücadeleyi sürdürenlerin de en önemli siyasi sahnesi. Duruşmalarda yapılan savunmalar, çoğu zaman mecliste yapılan konuşmalardan daha politik, daha derinlikli ve bazen de daha etkili.
Hikayeden siyaset
Anlatılacak yeni hikaye kurulamadığı, ana karakter yorulduğu, aslında hikaye de bittiği için, şaşırtıcı yan karakterlere daha sık müracaat ediliyor veya onlar daha öne çıkıyor (çıkartılıyor). Ana karakteri negatif etkileyecek güçlü ikinci roller yaratmak ve onu aşırı yormak yerine, yüksek performanslı figürasyona yükleniliyor.
Kanaat siparişleri ve klişe müfettişleri
HDP’nin bir zaman aday çıkartarak yaptığına şimdi aday çıkartmayarak yeltendiğini, beyanlarla gerçeğin çok farklı olduğunu iddia edenler çıkıyor. Aritmetik gerçekler kurulan komplolarla tam örtüşmese de, milyon seviyesindeki seçmen gruplarının nasıl bir düğmeye basılmışçasına gizli kararlara uyacağı pek anlaşılamasa da, iddialar asla popülerlik kaybetmiyor. Yeni sürüm dedikodular, başta sosyal medya olmak üzere yoğun alıcı buluyor.
Duygu durumu: Fena
Herkesin kötü hissetmeye, hatta küsmeye hakkı ve haklı nedenleri var. Bunlardan sorumlu gördüklerini suçlamalarının, hatta cezalandırmak istemelerinin de anlaşılmaz bir tarafı yok. Fakat siyasi zemindeki payın sorumluluğunu almak, buna karşı gösterilecek tavrın sonuçlarını da üstlenmeyi gerektiriyor.
Topçu Kışlası yeniden
Erdoğan’ın da “Türkiye’yi düşürme hamlelerinden biri”, hatta ekonomik krizin gerekçesi saydığı olayla çok kişisel bir ilişkisi, şahsi bir meselesi var. Bu yüzden, yıllar sonra canlandırılan soruşturmalar raflardan indiriliyor, projeler yeniden çizdiriliyor. “O kışla” oraya dikilmeden hesap bir türlü kapatılamıyor.
Birey olmak ve hayal kırıklığı
İşçiler diye bir kalabalık yerine tek tek -ve aslında sürekli güvencesiz hale gelen- çalışanlar olması, vatandaş olmanın ortak güvencesini paylaşan yurttaşlar yerine korkularla yönetilebilen savunmasız bireyler olması, siyasetin şahsileşmesini her yere yayıyor. İnsanlar özgürlük diye sunulan bireysellikte ilerledikçe, sadece yalnızlıklarını keşfediyorlar.
Herkesi yakalayan belirsizlik rehaveti
AKP ve MHP arasındaki "çatlağı" kurnazca bir iş bölümü olarak yorumlayanlar, AKP’nin Kürtlere “bir şeyler olabilir” umudunu pazarlarken, MHP’nin de milliyetçi reaksiyonu blok içinde tutma görevini üstlendiği değerlendirmesini yaptılar. Belirsizlik, hemen hiç risk ve görünen rahatsızlık yaratmadığı gibi, geri dönme lüksü de veren imkanlar sunduğu için, bu olasılıkların hepsi aynı anda gerçek olabilir. Benzer türden savrulmalar muhalefet aktörleri için de fazlasıyla geçerli.
Muhalefet 'bekliyor'
Mevcut koşullar, giderek derinleşen çaresizlik hissi, muhalefet seçmenini şikayetçi olduğu siyaset profesyonelleriyle aynı bekleme açmazına sürüklüyor. Bazen başına gelecekleri, bazen nasıl geleceği belirsiz bir değişimi, bazen de kötü gidişin durdurulmasını beklemek. Ama hep kendi dışında tarif ettiği bir şeyi beklemek.
Palu Ailesi’nin aynası
Mahremiyet teşhirinin, teşhir edilen şeyden uzaklaşma rahatlığını sunan ve asıl meseleyle yabancılaştıran bir etkisi oluyor. Palu Ailesi'nin, kimi kendi kuruntularından, kimi tahrik edilmiş anlamsız korkularla örülü düşünme biçiminin acayipliği de, bu “teşhir yabancılaşması” yüzünden sırları dökülmüş bir aynaya dönüşüyor.
Keyfilikten güç, belirsizlikten imkan bulmak
Çok uzun dönemli ve çok boyutlu bir ilişkide, bu kadar dar bir aralıkta 'kritik eşik' olarak tarif edilecek bu kadar olay yaşanması kolay değil. Üstelik oluşan her yeni durum için, gereğine göre çok agresif, gereğine göre çok uyumlu açıklama bulmak daha da zor.
Siyasette haysiyet ve şahsiyet
Yeni siyaset zemini, oluşturduğu yeni kurallardan (yapıdan) çok, iktidar sahiplerine açtığı fiili imkanlarla ilerliyor. Örneğin, belediye başkanlığına heves eden meclis başkanının yasal düzenleme yapılma gereği duyulmadan istifa etmemesi mümkün oluyor.
Zayıfa şahin tüccar kahramanlar
Küresel sistemin her cephede süreklileşen krizlerinin ve yerine gelecek olan henüz netleşmeden dağılan dengelerin yanında, bu dönemin ürettiği iktidar ve lider prototipi de, yöntemin yaygınlaşmasında son derece etkili. Öngörülemez çıkışlar yapabilmeleri; Trump örneğinde görüldüğü gibi güçlü yönetim geleneklerine uymama lüksleri; kabalığı açık sözlülük, fırsatçılığı zeka, keyfiliği devrim diye pazarlayabilmeleri; her türden düşmanlığı kışkırtmaktan hiç endişe duymamaları; çatışma ve savaş lafını dillerinden hiç düşürmemeleri ortak özellikler.
2018 biterken gidenler, kalanlar
2018’e Afrin operasyonu ile girilmişti. Yılı Fırat’ın doğusuna yeni bir harekat gündemiyle kapatıyoruz. ABD’nin Suriye’den çekileceğini ve vekaletini Türkiye’ye bırakacağını söylemesinin bölgede oluşturacağı yeni denge (veya dengesizlikler) yanında iç politikada da bazı yansımaları olması muhtemel.
Bana mı dedin?
İktidar eleştirildiğinde, “bana mı dedin?” diye tepki veren, vermiş gibi gösterilmeye razı olan seçmenin tavrı demokrasiyle pek ilgili değil. Her seferinde, “size demedik” diye yatıştırılması gereken, sadece “siyasal tercihlere saygı” başlığında değerlendirilecek bir olaydan çok, ahlaki bir mesele gibi duruyor.
Kimlik siyasetinin panzehiri hizmet siyaseti mi?
Muhalefet partileri ve özellikle de CHP’nin hazırlık ve aday belirleme sürecinde yerel şartlara dikkat gösterme çabasına rağmen seçim havasını tek başına belirleme kabiliyeti sınırlı. Başta İstanbul olmak üzere önemli büyükşehirlerde ilçe belediyelerinden adaylar belirlenmesi, yerel motivasyon arayışının ve hizmet yarışçılığının ürünü.
Aşırı strateji, yüksek dozda taktik
Bugün Türkiye’de sarı yelek eylemi yapılması olasılığından, hele onu organize edebilecek bir potansiyelin, yapının varlığından bahseden ciddi bir değerlendirme yok. Zaten, “çağrı yaptı” diye linç edilmeye kalkılan Fatih Portakal da, aslında bunun olamayacağından söz ediyor. Dolayısıyla, iktidar açısından “sarı yelek tehlikesi”, soğuk savaşın “bu kış komünizm gelecek” iddiaları kadar gerçek dışı ve aslında öyle olduğu için de uzak bir ihtimali ezmek için çok daha elverişli.
Hızlanınca icraat devrilince kader!
Bu ülkede daha önce de trenler çarpıştı, büyük anıt olduğu söylenen dev inşaatlarda işçiler öldü, madenlerde yaşlı anaların “O yüzme bilmez ki” dediği çocukları boğuldu, soğukta askerler dondu. Binlerce vaka yaşandı ve bir tek üst düzey yönetici, kaza kılığındaki bütün cinayetlerin sorumlusu olan karar vericilerin biri bile görevinden ayrılmadı, alınmadı.
Aynı derede kaç kere yıkanılır?
İktidar cephesindeki bu tanıdık seri, muhalefet cephesinde de bildik tökezlemeler, kendini tekrar eden tıkanmalar ve verimsiz taktik aklın ötesine bir türlü geçemeyen çabalarla tamamlanıyor. Aylardır, iktidarın yerel yönetim tarzına karşı, kendi farklarını gösteren bir ortak çerçeve geliştiremeyen muhalefetin, gündeme sadece ittifak kulisleriyle giriyor olması da aynılık hissini besliyor.
Tortu ve çamur
İktidar için hayatı ele geçirmek yetmiyor, hatırlananlar da hedef alınıyor. Az sayıda kalmış olan zengin tortular, zehirli çamura dönüştürülmek isteniyor. Hatırladığını hatırladığı gibi söylemeye, savunmaya devam edemeyenler veya hafızasının başkalarınca formatlanmasına izin verenler de bu çamura su taşıyor.
Bahçeli neden 'gerici' oldu?
AKP-MHP ittifakını değerlendirenlerin öngörüleri pek doğrulanmadı. MHP iddia edildiği gibi “dükkanı kapatmadı, siyaseten daha güçlü bir pozisyon elde etti.
Eski defterleri yeniden açmak
Aralarında emekli maaşıyla ayı tamamlamaya çalışanların da bulunduğu insanları “Türkiye’nin kaymağını yiyenler” diye işaret etmek, onlarca yapısal sorun nedeniyle yaşanan ekonomik krizi, “Her şey Gezi ile başladı” diyerek açıklamaya kalkmak, çoğu Avrupa’dan sağlanmış kredilerle beslenerek ayakta tutulan yandaş medyanın karşısında, sınırlı fonlarla ayakta kalmaya çalışan alternatifleri “İpleri Avrupa’nın elinde” diyerek suçlamak... Bunlar yeni keşfedilmiş şeyler değil.
Vaat siyaseti terk ederken
Bir zamanlar politikacıları eleştirmek için; "hep vaat hep vaat" lafı çok sık kullanılırdı. Şimdi, bu kalıbı kullanmayı pek seven çoğunluk, hiçbir şey vadetmeyen, vadetmek zorunda hissetmeyenlerin elinde tutsak kaldı. Dolayısıyla, siyasetin yeniden kurulabilmesi, siyasi alanın açılması için vicdanla birlikte vaat de geri gelmeli.
Yeniden ittifakların gölgesinde siyaset
Bahçeli, görüşme öncesinde hangi başlıkların ele alınacağı sorularına; "Daveti yapan gündemi belirler" diye cevap vererek, iki farklı adrese iki farklı mesaj göndermişti: Genel ve iç kamuoyuna "bizi çağırmak zorunda kaldılar"; Erdoğan'a ise, "bizim yaklaşımımız aynı, sen önereceğin paketi hazırla" şeklinde.
Siyasette hareketlilik vadeden bir hafta
Erdoğan'ın yerel seçim stratejisi ve özellikle HDP'yi Türkiye genelinde ve bölgede sıkıştırma tercihi, AİHM'in Demirtaş kararını bir "yumuşama" imkanı olarak değerlendirmesi olasılığını azaltıyor. Demirtaş'ın serbest kalması durumunda HDP'de meydana gelebilecek hareketlilikten memnun olmayacaklar listesi de hiç kısa değil.
Bildiğini unutmak, elindekinden olmak
Bir süre sonra, hak ihlalleri ve baskılar için harekete geçirilecek kamuoyu kalmayacağı gibi, bunların sorun olduğunu düşünmeye devam eden yeterince insan bile bulmak zor olacak. Bu yüzden, hak, demokrasi, eşitlik ve özgürlük arayışında, ifşa ve sonuçları düzeltme ile yetinmeyen bir direnç ve mücadele stratejisi kurmak acil bir zorunluluk.
Ayrıntıdaki şeytandan öğrenmek
Çok iyi ve başarılı yönetilemeyen bir ülkenin arka planının da mükemmel hesaplar ve tezgahlarla işliyor olması mümkün değil. Ya da bir başka söyleyişle, planlama ve yönetme konusundaki beceri ile tezgah kurmak ve işletmek konusundaki yetenek arasında bir eşitlik olmasa bile paralellik olmalı (eğer aynı aktörlerden söz ediyorsak). İşte bu yüzden, detaylar ve arka plan hikayeleri, "görünmeyenin" gerçek gücü hakkında daha fazla fikir veriyor.
Muhalefet cephesinde güncel durum
Yerel seçimlerde muhalefet partilerinin ortak sayılabilecek hedefi, iki önemli sonuçla işaret ediliyor. Birincisi iktidar partilerinin toplam oy oranının ciddi biçimde geriletilmesi, ikincisi de bazı önemli ve sembol belediyelerin iktidarın elinden alınması.
İttifak hikayesinde güncel tablo
Her mecburiyet ilişkisinde olacağı gibi ittifakta da, hem AKP'yi hem de MHP'yi zorlayan bir süreç yaşandığı ortada. Yerel seçimde ittifak yapılmayacağının açıklanmasının iki tarafta da yüksek memnuniyet yaratması bunu açık biçimde gösteriyor. Fakat bu rahatlamanın sonuçlara nasıl yansıyacağıyla ilgili belirsizlikler devam ediyor.
Sistemin 'çaresi' ve krizi: Kimlik siyaseti
Ne yapılıp edildiğine, ne söz verildiğine bakmadan, ait olduğuna ikna edildiği "kabile kimliğine" göre davranan kalabalıklar, kimlik iknasını kabile dışında kalanlara bakarak tazeliyor. Rahatsızlık veren "yabancıların", sorun çıkartan muhaliflerin itilip kakılması, kabile mensubiyetini bir suç ortaklığına dönüştürürken, "dışarıda kalanlar" için de çaresizlik hissini büyütüyor.
Sahiden Kaşıkçı işi ne oldu?
Karmaşık arka planı bir kenara bırakıp, işin siyasi tarafını görmezden gelip, resmi açıklamalarla ortaya çıkan Kaşıkçı hikayesini bir polisiye olay olarak ele alınca bile, Türkiye açısından sıkıntılı bir resim ortaya çıkıyor. Yapılan resmi açıklamalarla kabul edilmiş olan şu: Türkiye olay yeri ve Türkiye devleti de aktif görgü tanığı.
Hareketlilik de gerilim de iktidar blokunda
Yerel seçimde ittifak yok açıklaması, Melih Gökçek'in MHP ile Mansur Yavaş'ın AKP ile temas kurduğu iddiaları daha birkaç hafta öncesine kadar kolay akla gelmeyecek ihtimallerdi. Önümüzdeki günlerde yeni acayiplikler duymak da şaşırtıcı olmayacak. Hatta duyup şaşırdıklarımızın, aslında öyle olmadığını veya başka biçimde yenilendiğini öğrendiğimiz haller de görebiliriz.
İttifaksız yeni dönem
Yerel seçimde ittifak yapılmayacağını açıklayan Bahçeli ve Erdoğan'ın grup konuşmalarının salonda bulunan taraftarlarınca coşkulu alkışlanması, seçmende de benzer bir etki yaratacağının kanıtı sayılabilir. Yeni durumun her iki parti taban ve teşkilatlarında nisbi bir rahatlamaya neden olması yüksek bir olasılık. Fakat bu erken rahatlamanın özellikle AKP açısından bazı merkezlerde oluşacak sayısal sıkıntılara nasıl yansıyacağını kestirmek kolay değil.
Bahçeli başlattığı gibi bitirdi
Gelinen nokta, iki liderin siyasi öngörüleri hem partilerinin yakın dönem pozisyonları ve hem de Türkiye'nin siyasi yönü açısından hayli önemsediğini, kontrollü başlayan gerilimden aldıkları işaretlerin de yeni bir dengelenme noktası bulunmasını güçleştirdiğini gösteriyor. Ancak, pek çok kritik dönemeçte olduğu gibi, net kararı ve siyasi rotayı Bahçeli açıklamış oldu.
Saçmalığa teslim olmak, nereye su taşır?
Ekonomik kriz ve bu krizle ilişkisi çerçevesinde Brunson olayı; Suudi Konsolosluğu'nda yaşanan "Kaşıkçı cinayeti"; bunlar etrafındaki bilgi ve açıklama trafiğinin kurmacayla yarışabilecek bir akışı var. Örneğin Brunson olayının finalindeki absürtlük, başından itibaren yaşanan tuhaflıkları bile gölgede bıraktı. Bugün itibariyle, bir tarafta püskürtülmüş ekonomik saldırı iddiası, diğer tarafta "anlayışlı" ortağını geri kazanmanın teşekkürü var.
Piyasa okur yazarlığı ve Brunson olayı
Şimdi ortaya çıkan sonucu, verilen kararı yine piyasaların tepkileri üzerinden dinleyeceğiz. "İyi oldu" ya da "bu ne rezalet" diyenler, eleştirenler ve savunanlar aynı verileri kullanarak konuşacak. Karizmanın çizildiğini düşünenler de, tutulanın kopartıldığını iddia edenler de, savaşın kaybedildiğini veya kazanıldığını söyleyenler de; "normalleşme zorlaması" veya "anormalliğin tescili" yorumları yapanlar da tezlerini aynı verilerle temellendirilecek.
Ölçüsüzlük
Dünyada en çok hakaret davası açmış lider unvanına yürüyen, meseleye kişisel yaklaşmayıp makamının saygınlığını koruduğunu iddia eden Cumhurbaşkanı, kendinden önceki bir Cumhurbaşkanını gerçek olmayan bir fotoğrafla suçlayabiliyor. Ama bu noktada, yapılan ölçüsüzlükten daha kötü olan, bu ölçüsüzlüğü durduracak herhangi bir ölçünün olmadığına, varsa da kendisini bağlamadığına inanması. Söyleyenle birlikte, aktaran ve dinleyenin de ölçüsüzleşmesi.
İktidar neden seçimden korkmuyor?
"Normal şartlarda" kriz atmosferinde yerel seçime gidiliyor olduğu için endişeli olması beklenecek iktidar, siyasileşmenin yönünü kontrol ederek riski avantaja çevirmeyi deniyor. Defalarca bunu yapabilmiş olmanın ve ilk adımları itibarıyla da istediğine yakın karşılıklar almanın rahatlığıyla davranıyor.
İmkan ve ihtimal
Türkiye'de siyasi umutsuzluğun ve sürekli duvara çarpan sahte formüllerin asli kaynağı, "karşı bloktan oy almak/alamamak" paradoksu. Siyasi sürecin işlemeye başlaması, bir şeylerin değişmesi için ön koşul kabul edilen, olmaması umutsuzluğun, çaresizliğin en önemli gerekçesi haline gelen bir realite. Çatı aday formülleri, İYİ Parti heyecanı hep buralardan çıktı, seçim yenilgileri hep buraya bağlandı. Anlayacağı dilden, duyabileceği bir sesten "hatası" anlatılınca ikna olacak bir kitle varsayılıyor.
İttifak günlükleri
Yerel seçimde yapılacak ittifakın özel ihtiyaçlar açısından bazı sıkıntılar yarattığı varsayımından yürürsek, geçen hafta Bahçeli'nin söylediği "zafer hırsızı olmamak" ve "safız ama aptal değiliz" sözleriyle, Erdoğan'ın "siyasette yeri yok" ve "taban küserse toparlayamazsınız" değerlendirmeleri bazı ipuçları veriyor.
Bugünün sorumluluğu
Bugün yaşadıklarımız, ne sadece "yetmez ama evet denmesi", ne de "AKP'nin derin devlet tarafından ele geçirilmesiyle" açıklanabilir. Her pozisyonun çizdiği sınırda kötü niyetliler, kandırılmışlar, kullanılmışlar, inanmışlar veya aymamışlar bulunabilir, her tavrın sayısal olandan daha büyük etkileri de olabilir. Fakat, özel bir anda dondurulmuş pozisyonları kullanan klişeler, "bugünün sorumluluğunu" yok etmemeli.
İktidarın yerel seçim rotası
İktidar blokunun daha önce de olduğu gibi büyük ölçüde Bahçeli tarafından çizilen stratejisi, önemli endişelerin ürünü olmakla birlikte nispeten kolay olacağına inanılan "engelleme" hamleleriyle örülü. Zaten bu stratejinin en güçlü tarafı, muhalefet cephesinde yaratabildiği endişenin kendisindekinden fazla olabilmesi.
Acayip zamanlar
Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor? Nasıl oluyor da bu yalanlara inanılıyor veya inanılmış gibi yapılıyor? Nasıl oluyor da, yalanlar ortaya çıktığında bir şey olmuyor? Çünkü, gerçek tamamen imha edilemez olsa da, yalanı anlamsızlaştırmak, mesele olmaktan çıkartmak o kadar zor değil. İnanmaya mecbur olanların üreteceği bahaneler ancak yalanın ahlaki bir mesele olarak da yeniden anlam kazanmasıyla boşa çıkar.
Cumhuriyet tartışması
Cumhuriyet'in bazı okurları, bazı yazarları ve yöneticileri gazeteyi bir dava yayını olarak görüyor ve bir rota problemi algılıyor olabilirler. Ama Mustafa Kemal, İlhan Selçuk veya Uğur Mumcu'nun, gazetenin yönetimini almak için Cumhurbaşkanlığına müracaat ve yazarlarının yargılandığı davada tanık olmak konusunda izni tam olarak ne zaman ve nerede verdiği belirsiz.
Hastaya 'hasta' demek lazım
Nüfusunun neredeyse yüzde 80'i bu topraklara başka yerlerden gelmiş, bunun saklanan değil övünülen bir şey olduğu bir ülke Türkiye. Bu topraklara girilmesi devlet töreniyle kutlanıyor. Böyle bir ülkede, "dışarıdan gelmiş olma" ayrıştırıcılığının saçmalığı ortada. Asıl şaşırtıcı olan düpedüz ırkçı reaksiyonlar verenlerin yaptıklarının farkına varamayacak fobik bir kuşatmaya girmiş olmaları.
Az iken muhalefet çok olunca kibir
Az olduklarını bilen ama kendilerini azınlık olarak görmeyip mücadele edenler ile az olmalarına rağmen sadece bir zamanlar yaşadıkları çoğunluk hissini korumak isteyenler aynı siyasi refleksleri göstermiyorlar.
Krizden çıkan totalitarizm hevesi
Totalitarizm, bireyin bağımsız varoluşunu yok eden ve bütün özgürlük alanlarını kapatmaya yönelen bir yönetim biçimi. Bireysel varoluşun, aileden başlayarak devlete kadar uzanan iktidar alanlarının tamamı için geçerli olan en önemli göstergelerinden biri de itiraz hakkı. Bir kimlikle ve o kimliğin belirlediği görevlerle tanımlı olmayı reddetme veya bu gerekçelerle maruz bırakıldıklarından şikâyet etme hakkı. Şimdi gelinen noktada, krizden dolayı yaşananları bırakın protesto etmeyi, mızmızlanmanın bile yasaklanmaya çalışıldığına tanık oluyoruz.
Vakit bulmak veya yaratmak
Bilgi toplumu çağı ve sosyal medya, bilginin, ilginin ve hatta duyarlılıkların transferini aşırı hızlandırmış olabilir ama hayatın kendi dinamikleri bu değişime uyan bir hız kazanmıyor olabilir. Bu yüzden yaşananları anlamak, üzerine düşünmek, hele onlara müdahale etmek için daha farklı bir zaman ölçeği kullanmak lazım.
Tabana yayılan ucuzculuk
MÜSİAD Genel Başkanı Abdurrahman Kaan, Anadolu Ajansı'na konuşarak, cebine 40 milyar dolar koyup gelenin Türkiye'deki şirketlerin dörtte birini alabileceğini söyledi. Kaan, ABD'nin başlattığı veya sertleştirdiği ticaret savaşının yarattığı fırsatları işaret ederken söylüyordu bunları. Yandaş yayın organları ve hatta ekonomi yorumcuları da, bazı derecelendirme kuruluşlarının Türkiye'nin ucuzluk cennetine dönüştüğü konusundaki değerlendirmelerine pozitif bir durum gibi dikkat çektiler
Kötülüğü çoğaltmak
Şok edici, abartılı ve kimi zaman rahatsız edici içerikleri yüksek trafik uğruna kullanmak, bir kronik medya hastalığı olan istismarcılığı muhalif olma iddiasındaki kullanıcılara da bulaştırdı. Sevimsiz, gerçek dışı ve kutuplaştırıcı paylaşımları olan -alay etmek, deşifre etmek veya tepki göstermek bahaneleriyle mesajları paylaşılan- isimler, sadece destekçileri ile değil muhalifleri sayesinde de milyonlarca takipçiye ulaşıyor.
Baş etme stratejileri
Baş etme stratejisi için öncelikli hedef; sonucu değiştirmek mi, sonucu değiştirmeyi sağlayacak potansiyeli korumak ve büyütmek mi olmalı? 16 Nisan ve 24 Haziran, sonucu değiştirme ataklarıydı. İster sonucun değişmesine neden olacak dinamiklerin güçsüzlüğü, ister bu sonucu kurmaya muktedir güç odaklarının etkisi belirleyici olsun, sonucu değiştirmenin mümkün olmaması yenilgi olarak yaşandı. Şimdi yine sonuç odaklı ve "sonuca götürecek aktör" merkezli bir tartışma öne çıkıyor.
Yeni rejim neye benziyor?
Türkiye'de yaşamakta olunan şeyi yorumlarken ideolojik zeminli totaliterizm, Putinesk Asya otoriterliği, Baasçı rejimler gibi örnekler, rekabetçi otoriteryanizm, Bonapartizm veya "şirket devlet" modelleri kullanılabiliyor. Pek çok benzerlikler ve farklar işaret ediliyor. Ancak bunları tartışırken, Türkiye'nin hiç de boş sayılamayacak bir demokrasi deneyimi olduğunun, birçok özelliği ile kolay yönetilir butik bir ülke olmadığının hatırdan çıkartılmaması gerekir.
Seçim notları 2: 'Büyük hezimet' 7 Haziran'a benziyor mu?
Seçimden önce çok sık duyulan sorulardan biri, 24 Haziran'ın 7 Haziran'a mı, 1 Kasım'a mı benzeyeceğiydi. Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turda geçilip, iktidar koalisyonu da mecliste çoğunluğu sağladığı için büyük bir hezimet olarak değerlendirilen 24 Haziran sonuçları, 7 Haziran'la büyük bir benzerlik taşıyor. Hem oy oranları açısından hem de ortaya çıkarttığı siyasi sonuçlar açısından.
Seçim notları
24 Haziran’ın görünen tablosu, tek adam rejimini kurmayı başaran Erdoğan’ın artık tek başına iktidar olmadığı. Yıllardır peşinde koştuğu, bu uğurda partisini bile feda ettiği başkanlığı yakalamış olan Erdoğan’da bir “başarı” havası görülmemesi, ağır bir memnuniyetsizlik alameti sayılabilir... Eğilimlerden çok beklentileri ölçmüş olan anketler ve sokak havasının yanıltıcı iyimserliği karşılık bulmadı. Bir yıl önce hiç şaşırtıcı olmayacak hatta kısmi başarı kabul edilebilecek bir sonuç (Tek oy kaybı yaşayan partinin AKP olması) büyük bir yenilgi olarak yaşandı...
Umudun kışkırttığı endişe
16 yıllık AKP iktidarının Erdoğan’ın istediği “kindar nesil” yetiştirme konusundaki başarısı tartışılabilir ama zaten yetişmiş olan tatminsiz kindarları, rövanşist saldırganlığı, bu dönem boyunca artan oranda ve hâlâ başarıyla aktive edebildiği ortada. Miting kalabalıklarındaki en hareketli gruplar, sosyal medyada en aktif çehreler ve seçim kampanyasına en imanlı katkılar hep bu kesimden. Bu çembere dahil olan daha küçük bir grup ise özeleştiri, nedamet kılığında küçük mırıldanmalarla kendini gösteriyor. Suç ortaklığı da biraz böyle bir şeydir...
İttifak çatlağı su sızdırıyor
İktidar ittifakı sadece oy desteği açısından değil, iç dengesi açısından da güç kaybediyor. Kaybetmeyle ilgili endişeler alternatif arayışlarını hızlandırıyor ve koalisyon dengelerini etkiliyor. Erdoğan dahil bütün aktörlerin, iktidar gücüyle birlikte koalisyon içindeki pozisyonları da yeniden tartışmaya açılıyor.
Son düzlük kaygıları
Bahçeli’nin “baraj tartışması” kılığında ittifak kapısını açmasıyla kurulan hesap çok açıktı: Son seçimde yüzde 60 oy almış iki partinin kuracağı ittifak karşısında, referandumda olduğu gibi, bir ortak zemin kuramayacak muhalefetin fazla şansı olamayacaktı. Kullanımda olan kutuplaştırma dili yükseltilerek muhalefetin yan yana durması imkansızlaştırılacak, işbirlikleri suçlama için kullanılacaktı. Ancak yapılan hesap pek tutmadı, “şer cephesi” iddiası aleyhe dönünce hemen terk edildi.
Yüzde 50 evde zor tutuluyor
İktidar seçmeninde giderek kristalize olan ve aslında en çok yine iktidar tarafından fark edilen ve ölçülen bir "zorakilik" var. Yüzde elli artık gerçekten "evde" zor tutuluyor. Ama evde zorla tutulanlar, sokağa çıkıp "ötekilere" saldırmak için değil, evi terk etmek için eşikte duruyor.
Kötü haber: Seçim bitmeyecek
Ne Türkiye’nin içinde bulunduğu yapısal sorun öbekleri, ne iktidar ve muhalefet kombinasyonları ve hazırlıkları, ne de gelmekte olan konjonktür seçimlere ara verilecek bir durgunluk döneminin işaretlerini vermiyor. Bu zeminin korkutucu bir karmaşaya dönmesi de, siyasetin derinleştirilmesi için fırsata çevrilmesi de hâlâ mümkün.
Sosyoloji bitti, psikoloji devrede 2: Geçilse bile kaybedilmiş seçim
Muhalefet henüz iktidara alternatif bir proje üretememiş olsa da, ona T A M A M diyecek bir psikolojik rüzgarı yaratmanın eşiğinde. Üstelik bu üstünlük, hep aranıp bulunmayan "karşı taraftan oy çalacak" aktörlerle değil, iktidarın kendi içinden üreyen krizlerle oluşuyor. Bu iktidarı var eden sosyoloji de, psikoloji de kendi içine doğru çöküyor.
Sosyoloji bitti, psikoloji devrede
Muhalefet, çoğunlukla iktidarın gücüne odaklandığı için, kendi imkanlârı ve potansiyeli konusunda zayıf bir psikoloji üretiyor. İktidarın kırılmaz görünen desteğine karşılık, yine neredeyse aynı kararlılıkla direnen öteki yarıyı psikolojik üstünlük olmasa bile denkliğe taşımakta zorlanıyor. "Karşı taraftan" oy almadan iktidarın değişmeyeceği fikrine karşılık, "karşı taraftan" kimseyi ikna edemediği için devam etmekte zorlanan iktidar gerçeğini koyamıyor. "Parçalı muhalefet" argümanını, "parçalı iktidar" teziyle karşılayamıyor.
Abdullah Gül ne bekliyor?
Abdullah Gül iddia edildiği gibi seçimi kazandıracak bir formülse veya yine iddia edildiği gibi Erdoğan'ın temsil ettiği kutuplaştırıcı siyasetin geçici panzehiri olabilecekse, bunu neden yine başkaları anlatıyor? Onun adına, ona rağmen veya tamamen gıyabında birileri birilerini ikna etmeye ya da vazgeçirmeye çalışıyor. Neden, Abdullah Gül kendisi anlatmıyor, söylemiyor, göstermiyor?
Bahçeli'nin bir şifresi var mı?
Bahçeli, "maceracı" bir siyasi lider olarak tarif edilemez. Geriye dönük olarak bakıldığında yaptığı çıkışların sonuçları da, rastlantısal süreçler olarak tanımlanmaya hiç uygun değil. İktidarın varlığını ülkenin "Beka davası" olarak tarif eden ve erken seçim açıklamasını da savaş göndermeleriyle yapan Bahçeli'nin "deneysel siyaset" yaptığı iddiası gerçekçi olmaz.
İktidar mı, siyaset mi değişmeli: AKP'liler ne olacak?
AKP'nin köklü bir geçmişe dayalı sosyolojik bir taban üzerinde yükseldiğini ve AKP iktidarını bu sosyolojinin ürettiği "pozitif" siyasal sonuç olarak tarif edenlerin önemli bir kısmı şimdi muhalefete sığınmış durumda. Bu iktidarın tamamen bir proje olduğunu, emperyalistlerin ve kapitalist güç odaklarının desteğiyle yükseldiği iddiasında olanlar ise, şimdi bunlara "teferruat" diyerek "milli operasyonlar" için hükümetin safında. Gerçek ise galiba arada bir yerde...
İttifak arayışları: Hesaplar, imkanlar, zorluklar
İktidar, "zayıflık alameti" olarak sunulmaya çok uygun olan ittifak ihtiyacını, önce kendisi açısından tartışma konusu olmaktan çıkarttı, sonra da muhalefetin korkusu (kompleksi) haline çevirebildi. CHP'yi "suçluluk", İyi Parti'yi "yetersizlik", HDP'yi "yalnızlık" duygusuyla sıkıştırdı. Böylece muhalefet partileri, ittifak tartışmalarının "mahcup" tarafı haline geldi, kendi güçsüzlüğünü ittifakla çözmeye çalışan iktidar karşısında "güç birliğinden utanan" bir muhalefet oluştu.
Tavır ve pozisyon farkı
Adalet Yürüyüşü tavır, anayasaya aykırılığı biline-söylene dokunulmazlıklara destek vermek pozisyon olarak tarif edilebilir. Gezi eylemleri tavır almak, bayrak mitingleri pozisyon almak; Irak'a müdahale tezkeresine hayır demek tavır, Afrin'i desteklemek pozisyon; Hayır kampanyası yapmak tavır göstermek, "Ekmek için Eklemeddin" formülü bulmak pozisyon üretmek demek.
Allah benzetmesin
İçinde yaşadığımız kutuplaştırma atmosferi, farklılıkları, çeşitlilikleri, ayrıntıları ezip geçiyor; her alanı aynılaştırılmış bloklarla cephelerle bölüyor; iki boyutlu, siyah-beyaz bir dünya yaratıyor. Yanındakini değil ancak karşısındakini görebilen, birlikte olduklarının da sadece arkasında olmasını isteyen bir dar görüşlülük, körlük her yere hakim oluyor. Siyasetten başlayarak hayatın her alanına yayılan bu yaklaşım, yan yana ama ayrı durabilmeyi, bağırmadan konuşabilmeyi zorlaştırıyor.
Seçmen çok mu değişti?
Teknolojiden ekonominin örgütlenmesine, gündelik hayattan ilişki pratiklerine kadar her alanda "değişimin" hızı ve bulaşıcılığı artarken bazı şeylerin aynı kalması elbette beklenemez. Ortaya çıkan tıkanma ve krizlere bakıldığında da, neredeyse havada asılı duran bir rahatsızlık görülebiliyor. Fakat değişimin derinliği, bize ne söylüyor sorusunun cevabı biraz daha karışık.
Türkiye'den Macron çıkar mı?
Öncelikle, "başka seçenek" için başka türlü düşünmenin önünü açmak; başka türlü düşünmeye başlayanların tepkilerinin siyasileşmesini sağlamak; sonra da bunu en geniş alanda ortaklaştıracak bir yüz veya yapı bulmak/üretmek gerekiyor. Yapabilen çıkar mı? Belki...
Kutuplaştırmayı çeşitlendirmek
"Yerli ve milli" kutuplaşmasının, "verimliliği" düşmeye başlayan Afrin gündemi ve dozu azalan (azaltılan) "Batı" ile kapışma gibi temalara eklenecek yeni başlıklarla çeşitlendirilmesi, acilen "hayat tarzı siyaseti" ile takviyesi gerekiyor. "Hayat tarzı" siyaseti desteğe çağrılacağı zaman hemen raftan indirilen birkaç başlık var: "Ahır yapılmış camiler", "başörtülü bacılarım" ile içki, "tahrik" ve "namus" nesnesine indirgenen kadın algısına dayalı "ahlak" saldırısı.
Siyaseti savaşa alet etmek
Türkiye uzunca bir süredir, iç siyaset malzemelerini "dışarıdan" temin ediyor. İç siyasette kullanılacak malzemelerin "yerli" üretimi hem daha zahmetli, hem de "maliyet" kontrolü daha zor. Dışarıdan temin edilen iç siyaset malzemeleri, uygun ambalajla, garantili alıcılara "istenen" fiyattan pazarlanıyor.
'Siyasete alet etme' tartışmaları
İşin özeti; ne Afrin gündeminin siyasete alet edilmesiyle, ne de herkesin kendi seçmenini "ehveni şer"e razı etmeye çalışmasıyla ilgili tartışmaların kolay bitmeyeceği. Keşke bütün krizli meseleler "alet edilme" yerine doğrudan siyasetin gündemi haline gelse ve keşke gündem "en az kötü" darlığına sıkışmayan öneriler üretebilir hale gelse.
Özgürlüğü denetleme (boğma) kolektifi
Devletler kitle iletişim alanlarının kontrollerinde olmasını istiyor. Otoriter, totaliter eğilimli iktidarlar ise bu konuda çok daha hassas ve ısrarcı. Her iş için olduğu gibi, yayın için de "gelip kayıt yaptıracaksın, kim olduğunu bileceğim", yani "benim otoritemi kabul edeceksin", sonra da kendi ayağınla geldiğin için verilen "bu iznin sınırları içinde kalmaya gönüllü olacaksın", yani "benim sansürümden önce sen otosansür işleteceksin" diyorlar.
Verdiği rahatsızlıktan memnun olmak
Afrin harekatına ilişkin itirazlar, ülkenin "milli olan" yarısının sınırını çizmek için kullanıldı ve itirazlara yönelen oransız tepkiler de özel olarak tercih ve teşvik edildi. İşin anahtarı, "tepki alabiliyor" ve "tepkileri (en azından tepkilere yönelecek şiddeti) yönetebiliyor" olmak.
'Milli menfaat', 'anti-emperyalizm' ve 'tam destek'
"Milli mesele" gibi ortak, anti-emperyalizm gibi sol orijinli argümanlarla haklılaştırılmaya çalışılan "tam destek", bu sertlikte olmasa da, daha önce de defalarca yaşandı. Özellikle, dış politika söz konusu olduğunda, "milli mesele" ve "ulusal çıkar" gibi kavramlar kolay müracaat edilen, birilerini kandırmaya yetmese bile "kendini kandırmaya" yeterli "aynılaştırıcılar" oluyor.
'Fırsat verme' korkusu, 'sana ne' muhalefeti
Yaşananlar, iktidar sözcülerinin önlerine gelen, -hatta karşı taraftan atılan- siyasi "fırsatların" değerlendirmesi gibi görünüyor olabilir. Zaten, açıktan "tepki korosuna" katılmayan bazı mahcup CHP'liler de, "fırsat vermiş" olduğu gerekçesiyle Kaftancıoğlu'na dolaylı "eleştiri" imkanını kullanıyor. Son derece anlamsız suçlamalara "sana ne" denmediği için, bu dürtülerle harekete geçirilmek istenenler de "bana ne" demiyor.
Erken gelenler neyin habercisi?
Bahçeli'nin açıklaması ve Erdoğan'dan aldığı karşılık, iktidar bloğunun "seçim odaklı" düşünmeye devam ettiğini, zorlanmasına rağmen "istediğini almaktan" vazgeçmediğini gösteriyor. İttifak açıklamasıyla, seçmen dahil herkes şimdiden tarafını seçmeye çağrılmış oluyor. Bahçeli ve Erdoğan'ın konuşmalarında altı çizildiği gibi, "kim ne hesap yapacaksa, bu sınırlar içinde yapsın" kuralı konuyor.
Ekmek ve hürriyet davası
İran'da başlayan, önümüzdeki günlerde ayrıntıları netleştikçe üzerine konuşulmaya devam edecek olaylar, ekmek-hürriyet ilişkisi üzerine oturuyor. Destekleyen, karşı çıkan, muhalif, iktidar yanlısı, bilen, tahmin eden herkes protestoların asıl gerekçesinin ekonomik sıkıntılar olduğunda birleşiyor. "Kim destekledi" tartışmaları açıklığa kavuşmamış olsa da, meydanlarda hürriyet talebine dair slogan ve işaretlerin ortaya çıktığını da izliyoruz.
KHK güvencesini kim istedi?
Bir buçuk yıldır her yolla demokrasi destanı olarak sunulan, kabul ettirilen, 15 Temmuz darbe girişimine karşı eylemlere cezasızlık kalkanı getirmek, zımnen bir suç işlendiğinin (en azından olasılığının) kabul edilmesi demek aslında. Bunun olması gerektiği gibi yasayla değil, teknik olarak sıkıntılı ve sürekliliği açısından riskli biçimde, KHK ile yapılması da panikli bir aceleciliğin işareti.
Hattı değil sathı, sesi değil sözü savunmak
"Eyyy.." diye başlayan "bittin sen" diye tamamlanan gürültü, tutarlılıkla dirhem alakası olmamış insanların "yalancılık" suçlamalarının müşterek bahis konusu yapıldığı atmosfer nefes almayı zorlaştırıyor. O zaman, siyaset alanını korumanın diğer bir önemli şartı da "sözün değerini" korumak, söze yeniden yer açmak olmalı.
Korku siyaseti kime yarar?
Korkunun siyasettteki belirleyiciliği arttıkça (sürdükçe) çoğunluğu oluşturan kalabalık kerhen ya da gönüllü olarak gerçek veya sahte demeden, "günaha çağrıya" uyuyor ve "istikrara kapanıyor". Artık kazanmaya devam etmiyor olduğunun, hatta kaybetme olasılığının farkına varan rahatsızlar bile, "şimdiye kadar kazandıklarını" güvenceye almanın öncelikli olmasından vazgeçemiyor. Korku siyaset zemininde belirleyici olduğunda, herkes gerçekliği tartışmalı endişeleri, tercihleri için gerekçe olarak kullanabiliyor.
Seyircinin sorumluluğu: İndirilme korkusu, inmezler kaygısı
Toplumun yarısı, çoğunluk olmanın sağladıklarına fazla değer biçerken, diğer yarısı gücünün çok altındakine razı olmakta bir sakınca görmüyor. Ortak yaşama zemini, itiraz, azınlıkta olunsa bile hak talep etme, çoğunluğu değiştirecek yüzde birin hangi tarafta yer alacağına ilişkin hesaplara bağlanıyor. İktidar en çok "indirilmekten"; muhalefet ise "inmezler" diye korkuyor.
Her temas iz, her çamur kir bırakır
Erdoğan'ı AKP'nin hatalarından ve başarısızlıklarından uzakta konumlama çabaları, Man Adası ve Zarrab Davası ile bunlara verilen tepkiler dolayısıyla boşa çıkmış durumda. Siyasetin ve her şeyin üzerine yerleştirilmeye çalışılan bir aktör yeniden gündemin belirleyicisi değil, nesnesi haline geliyor, tartışma yeniden kişiselleşiyor.
Kriz erteleme artık çare olmuyor
"Sorunu çözemiyorsan ertele, borcu ödeyemiyorsan ötele" yönteminin ekonomide işliyor olmasıyla siyasette kullanılabilir olması arasında çok yakın bir ilişki var. Eğer "erteleme" ekonomide işlemez hale gelir veya ertelemenin verebileceği hasar üzerine konuşanlar artarsa, yöntemin başka alanlarda kullanılması da zorlaşır. Şimdiye kadar iktidarla sorun yaşamayan, yaşıyor görünmek istemeyen kesimlerin, bu "suni koma" ve sürdürülmesi zorlaşan erteleme halinden şikayet etmeye başlaması, bu açıdan önemli bir işaret sayılabilir.
AKP'nin Atatürk'ü: Hayaller, gerçekler; beklenenler, gerçekleşenler
2007'deki Cumhuriyet Mitingleri'nde AKP karşıtlığının simgesi olan bayrağın 15 Temmuz itibariyle iktidarın sembolü haline gelmesi, "kalpaklı Atatürk" için tekrar edilecek mi? Oy düşüşüne çare diye bu formülü bulanların mı, bu hamleyle tercihini değiştirenlerin mi zekası, siyasi olgunluğu tartışılacak?
Hiçbir seçim son seçim değildir
Mevcut iktidar hâlâ "seçim" başlığına duyarlı, operasyonel olarak sonuç elde etme konusunda imkânları sonsuz değil, seçmenin gerçek gündeme açık hale gelmesinden tedirgin, kutuplaştırma dahil şapkadan çıkan ideolojik tavşanlar artık daha az iş yapıyor ve bütün bunları dengelemek için "seçim gündemi" konusundaki kontrolü erkenden ele geçirmek istiyor.
Gerçek gündem sizi çağırıyor
İktidar için, 2013'te "Gezi", 2015'te 7 Haziran Seçimi ve son olarak 2017'de 16 Nisan Referandumu gibi biraz da kendiliğinden gelişmiş olaylar, bu konudaki sıkıntılı hatıralar olarak not edildi. 2019'da bir yenisini yaşama riski hamleleri belirliyor. Dış politika ve AKP'ye dönük operasyonlar üzerinden dengenin "güç" kısmına hayli (hatta biraz fazla) yüklenildi. Fakat araştırmalar bu yüklenmenin "destek" tarafına aktarılmasında sıkıntı olduğunu gösteriyor.
'İyi Parti' bekleme odasında
Parti programı, kurucular kurulu, salondaki atmosfer, medya ilgisi ve Akşener'in konuşması başlıkları arasında, İyi Parti'yi en fazla anlatanın yine Akşener'in konuşması olduğu söylenebilir. Ama en çarpıcı olan 16 Nisan'ın 1946 seçimlerine, Erdoğan'ın durumunu da postmodern milli şefliğe benzetilmesiydi. Erdoğan'ın giderek koyulaştırdığı kişiselleşmiş iktidarının "milli irade" ile oluşturduğu tezat, AKP'nin yumuşak karnı olarak tespit edilmiş görünüyor.
Teflon iktidar kader mi?
Seçmenin dikkate aldığı fayda - zarar denkleminin ana değişkenleri, denklemin kuruluş biçimini belirlediği sürece, iktidar kendi hamleleriyle fırlayan dolardan da, attığı adımlar dolayısıyla ülkenin içine çekildiği bataklıktan da negatif olarak etkilenmiyor. Ancak, bunun sonsuza kadar süremeyeceğini de en iyi iktidar biliyor. Çünkü iktidarın içeride ve dışarıda en güvenilir çıpası hâlâ seçmenin oy desteği. Demokrat olduğu için değil, anti-demokratik iktidar stratejisinin devamı için bu desteğe, seçilmişleri yok saymak için “milli iradeye” ihtiyacı var.
Yaptığınızın farkında mısınız?
Bir süredir siyaset vasatının düşüklüğü yüzünden yüksek perdeden bir muhalefet sloganı halinde dolaşımda olan; "Ne oluyor bize? Kutuplaştırma çok tehlikeli kırılmalara yol açıyor, hasletlerimizi kaybediyoruz" gibi sözleri çok sık duyuyoruz. Ama artık biraz daha ileri şeyler söylemenin vakti geldi galiba.
Gökçek gidince iktidarın kimyası bozulur mu?
Eğer iktidar bloğunda bir çözülme yaşanacaksa, bu ideolojik bir gerekçeye dayanmayacak. İdeolojik zaafiyet meselesi, sanıldığı veya iddia edildiği gibi iktidarın zayıf karnı ve ayrıca en güçlü olduğu, bütün sermayesini yüklediği alan değil. Tam tersi, asıl olarak İslamcılık ve milliyetçilik, omuzlarında taşıdıkları iktidarla ilişkileri dolasıyla giderek derinleşen krizlerin içinde.
'Yapıyorum; çünkü yapabiliyorum'
"Örümcek Adam" çizgi romanında, bir karakter var: Cletus Kasady. Sorunlu bir geçmişin ve tuhaf biyolojik birleşmelerin mahsulü bu karakter, örümcek adamın düşmanı. Çeşitli kötülükler yapıyor ve bütün bunları yapmasının nedeni için son derece basit bir cevap veriyor; "yapıyorum; çünkü yapabiliyorum". İktidar ve güç ilişkilerinin psikolojik, sosyal motivasyonu için hiç de karmaşık olmayan, fazlasıyla açık ve açıklayıcı bir cümle aynı zamanda.
TEOG tartışması: Hesabı bırakıp kaçmak
Devlet (rejim veya iktidar da diyebilirsiniz) eğitim sistemini kontrol ederek, aileler de verdikleri "terbiye" ile, yeni nesli biçimleyebileceklerine inanmak istiyorlar. Ve bu konuda saklayamadıkları zaaflarıyla kendilerini ağır hasta, çocukları da sersem etme yolundalar.
12 Eylül'ün sürekliliği: Bir başka müfredat problemi
12 Eylül 1980 ilekurulmuş olan ve hala içinde yaşadığımız çok kapsamlı bir politik müfredatın etkileri tartışmaya açılmalı. Evren'in il il dolaşıp ayetler okuyarak destek istediği bu müfredat, aynı aklın üst modeli tarafından aynı "siyasi istikrar" ihtiyacı için şimdi yeniden güncelleniyor.
Akşener'in seçmeni mi seyircisi mi çok?
Anketlerden anladığımız kadarıyla, Akşener'in alternatif bir siyasi lider olması fikri, seçmende, iç ve dış kamuoyunda satın alınır hale gelmiş durumda. Bu fikrin alıcı bulması, elbette sadece Akşener'deki "liderlik kumaşına" ikna olmakla ilgili değil. İşin ihtiyaç ve beklentilerden beslenen tarafları da var.
Komşunun tavuğu kaz görününce
Bir süredir ilk bakışta doğru gibi görünen basit bir önerme pek revaçta: "siyasi başarı için karşınızdaki bloktan oy almak zorundasınız" veya "aksi durumda sosyolojik olarak azınlıkta olduğunuz için muhalefete mahkumsunuz". Çok kabaca "komşunun tavuğu diyalektiği" diyebileceğimiz bu önerme, en az muhafazakarlık kadar geniş bir genel kabul meselesi haline gelen çarpık bir siyaset algısı tarafından önemli bir hakikat diye pazarlanıyor.
Anlatılan kimin hikâyesi, yazarı kim?
AKP’nin 16 yıllık hikâyesi, daha önceki benzer hikâyeler ve bu yolculuğun önemli durakları ile birlikte düşünüldüğünde tamamlanmış görünüyor. Şimdi izlediğimiz ise, AKP hikâyesi henüz devam ederken onun “içinden” doğmuş bir başka hikâye. Ne yapılmak istendiğine ilişkin keskin fikirler olsa da, nasıl yapılacağı konusunda kafaların fazla berrak olmadığı anlaşılıyor. Daha dört ay önce, “evet verin her şey değişsin” dedikten sonra, “metal yorgunluğu” diye arıza çıkartmak başka nasıl açıklanabilir?
16 yıllık hikâye aslında bitti
Beştepe’nin siyasi işler dairesine dönüştürülmek istenen AKP’nin, bu yeni duruma uydurulması hiç kolay bir süreç olmayacak. Kolay olmayacağı gibi, Erdoğan açısından asla tatmin olunacak bir hale de gelemeyecek. Dolayısıyla, “yeterli heyecanı görmüyorum, bir metal yorgunluğu var, yenilenme gerek” ve benzeri ifadelerin değişik versiyonları hiç bitmeyecek. Çünkü bu ölçüde kişiselleşmiş bir iktidarın ihtiyaç duyduğu aygıtları (elbette partiyi de) mevcut yapıları dönüştürerek oluşturmak çok zor.
İktidar destekçisi ile nasıl konuşmalı?
Totalitarizm, onu var eden ve devamını mümkün kılan destek kalabalığıyla birlikte düşünülecek bir özne. Dolayısıyla, muhalefet dili de kolaylıkla ve galiba doğru olarak, bu muhataplık üzerinden kurulabilir ve sanki kurulsa daha isabetli olur.
Kurulmuş bir saçmalık; Cumhuriyet davası
Fezlekeler, bilirkişi raporları, iddianameler ve mahkeme kararları en temel hukuk bilgisinden bile yoksun ifadelerle dolu. Niyet okumalar, “adeta” denilerek her türden suç ile -mesafeye bakılmaksızın- ilişki kurabilen cümleler “hukuk” metni olarak önümüze konuluyor. Cumhuriyet gazetesi davası da böylesi saçmalıkların birbirinden özel örneklerinin yer aldığı bir hukuk skandalı olarak devam ediyor. Aylardır hapiste olan Cumhuriyet yazar ve yöneticileri ile avukatları günlerdir yaptıkları savunmalarında bu hataları, saçmalıkları birer birer mahkeme heyetinin yüzüne vuruyor.
Kutuplaşmadan yarılmaya doğru: Sol muhalefet imkanları
Çok kabaca sol muhalefet, sağ değerler dünyasına yapacağı keşif gezilerinden çok, kendi değerler dünyasının çekim, etki ve belirleyicilik dozunu artırarak sonuç almaya daha yatkın. Yani geçişkenliği kendi dışına doğru bir akışla yayılmak için kullanmak yerine, kendi alanına dışarıdan bir akış yaratmakla uğraşması daha anlamlı.
9 Temmuz'un rövanşı ne zaman?
İktidar, 15 Temmuz yıldönümünü, Adalet Yürüyüşü rövanşına çevirebilir mi? İktidarın ve "moral zafere" hasret Erdoğan'ın, adını koymadan ve öyle bir karşılaştırmayı asla gündeme getirmeden bunu çok isteyeceğine hiç kuşku yok. Ama meseleyi ele alış biçimi ve ilk işaretler, bir "taze" heyecan vadetmiyor.
Kim daha fazla öğreniyor? Ne öğreniyor?
Son yıllarda yaşananlara bakıldığında, muhalefetin çok fazla ve "değişik" deneyimle, hatta epey kabarık "yenilgi" listesiyle iktidara nazaran daha fazla şey öğrendiğini düşünüyorum. Henüz bu öğrenilenler bir faydaya dönüşmese de, orta - uzun dönem için daha fazla umut vaat ediyor. Ancak, iş "öğrendiklerinden" sonuç çıkartmaya ve avantajlı durum üretmeye geldiğinde de, iktidarın açık ara önde olduğunu söylemek gerek. İktidar korkması gerekenleri saptama ve bunların karşısında geliştireceği tepkinin ölçüsüzlüğü konusunda çok mesafe kaydetti. Ama aslında olup biten hakkında öğrendikleri o kadar fazla değil. Refleksleri güçlenirken, öğrenme güçlüğü artıyor.
Organize işler ve imam - cemaat diyalektiği
Bir hadisenin "organize" olması için illa siyah takımlı ve kara gözlüklü adamların loş bir salonda toplanıp kararlar almaları, birilerine telefonla talimat vermeleri şart değil. Böyle olan "organize işler" de var elbette ama çoğu daha basit bir "imam - cemaat diyalektiği" ile işliyor. "İmam" hedefi işaret ediyor, hangi cepheden saldırılacağını, taarruzun şiddetini öğretiyor ve "ilgililere" de teşvik edilecek ve müsamaha gösterilecek şeyler konusunda örtülü tavsiyelerde bulunuyor.
Kılıçdaroğlu'dan sonra, Akşener de meydana zorlanıyor
MHP'li muhalifler, bundan sonra yollarına yine "MHP'li muhalifler" olarak devam edebilecekler mi? Muhalefet bloğunda da büyük ölçüde kabul edildiği üzere, Akşener, Özdağ ve Oğan'ın artık "MHP muhalefeti" ünvanını kullanmalarının kapısı tamamen kapandı.
Berberoğlu'na hapis, devamı Topçu Kışlası
İktidarın 16 Nisan'da becerilemeyen güç gösterisi, son olarak zeytin işinde de hafif bir burukluk yaratan "geri basma" atmosferin dağıtılması ve talimatı verilen ama bir türlü işaretleri görünmeyen silkinme için, muhalefete ciddi bir moral bozgun yaşatma ihtiyacı var.
'Gidiyorum katarın gittiği yere doğru' *
Aşırı fırsatçı büyük oyuncu olarak Trump'ın meseleleri anlayabildiği ve yönetebildiği hale sokmaya niyetlenmesi, "küçük oyuncuları" sıkıntıya düşürebilir. Erdoğan, "bir oyun oynanıyor ama arkasındakini bulamadık" diyor. Belki, artık kimse arkada durmuyor. Sahnenin önüne geçtilerse, oraya bir baksanız...
'Cumhurbaşkanlığı Partisi' AKP
Cumhurbaşkanlığına bağlı bir hizmet birimine dönüşen AKP, diğer devlet birimlerinin denetimi, "partizanlığın" kontrolü ve Beştepe'nin "bilgi" ihtiyacını karşılamak için de çalışacak.
Referandum tartışmaları son: Huzur bulmayanlar, işleyişi bozanlar
Erdoğan, 15 Temmuz'u "Allahın lütfu" olarak tanımladığı andan itibaren, bazı hükümet sözcülerini ve Başbakanı ezerek, OHAL'in ihtiyaç oldukça süreceğini defalarca söyledi. Buna rağmen, referandumdan evet çıkması durumunda OHAL'in biteceğini düşünen veya söyleyenler (hatta AKP böyle afiş bile yaptırdı) az değildi. Ancak görüldüğü gibi "istenenin olması" huzur bulmaya yetmiyor.
Referandum tartışmaları 16: Kim daha özgür?
Bir adım geriye çekilip bakınca, Kemal Gün, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mı özgür, kendini onların yaşadıklarını/yaptıklarını hafifletmekle görevli hissedenler mi? Hapisteki gazeteciler mi, yenilerinin alınması için işaret edenler mi? Bu soruların cevabı çok kolay.
Referandum tartışmaları 15: 'Sağ ve sol kavgası'
"Giderek oy oranlarını artıran ve siyasette belirleyici konuma ulaşan aşırı sağ partiler, Avrupa'nın sosyo-politik hayatını esir alıyor." Bu sözleri şimdilik bir kenara not edin, söyleyene ve bağlamına daha sonra döneceğim.
Referandum tartışmaları 14: Erdoğan'ın şeffaf tahayyülleri
Cumhurbaşkanı Erdoğan "düz okumaya" çok uygun bir siyasi şahsiyet. "Olumlu" vaatler ve ileri hedefler konusunda son derece yanıltıcı ama tehditler ve yakın fırsatlar konusunda da o derece "açık sözlü". Dünyayı, ülkeyi nasıl algıladığı, içinde bulunduğu şartları nasıl değerlendirdiğini pek saklamıyor.
Referandum tartışmaları 13: Her şeye hazırlıklı iktidar, hiçbir şeye hazır olmayan muhalefet
İktidarın göreli "yenilgiye" hazırlıklı olmasına karşın, muhalefetin sürprizli "başarı" karşısındaki şaşkınlığı yaşananların özeti. Yüksek toplumsal destekle sağlanamayan tahkimat, siyasi hamlelerle ve galiba kolayca telafi edilecek.
Referandum tartışmaları 12: 16 Nisan'da değişenler ve değişmeyenler
Politik beklenti açısından bakıldığında dengeyi bozan değil ama "özgüveni" ve iddiayı zayıflatan, biraz 7 Haziran'a benzer bir durum var. Çünkü, Erdoğan'ın "dosta düşmana" göstermek istediği, bilinen skoru tekrar etmek değildi. Kendi tabanı dışında birilerine de gücünü kabul ettirmek (belki bir kısmına da pes ettirmek) ve dışarıya da "Türkiye benim" demek istedi.
Referandum tartışmaları 11: Korkmak için erken, endişelenmek için geç
Referandum sandığının sonucu ne olursa olsun, şimdiden "kalan" hanesine yazılmış bu hallere bakınca tablo biraz değişik okunuyor. Böyle bakınca, gücünü iyice pekiştirmiş, kuvvetli bir dalgayı arkasına almış, bütün engelleri yıkarak ilerleyen, hegemonyasını kabul ettirmiş ve yıkıcı özgüvenle "büyük değişikliğe" doğru yürüyen bir iktidar görünmüyor.
Referandum tartışmaları 10: Ne olacaksa oluyor aslında
Gerilim tırmandırma meseleleri açısından zayıf bir hafta oldu. Küçük de olsa "evet" katkısı nedeniyle Avrupa mı biraz geri çekildi yoksa "iş ciddiye binmeye başladığı için" iktidar mı frene bastı bilinmez ama koca hafta, gerilim için "Ülker'in subliminal reklamı" iddiası dışında bir şey üretilemedi.
Referandum Tartışmaları 9: Herkes kendi sorusunu cevaplasın
Henüz güçlü bir siyasi sonuç üretmese bile, AKP'nin üzerinde yükseldiği sağ kitle tabanı "seçeneksizlik kuşatmasına" pragmatik refleksleriyle tepki veriyor. Erdoğan'ın 1 Kasım ve 15 Temmuz kredilerini "politik yatırım" yerine iktidar iştahına harcaması da yavaş yavaş faturalanıyor.
Referandum tartışmaları 8: Olay tamamen kişisel
Başkanlığa destek 40-45, AKP'ye destek 50-55, Erdoğan'a genel destek 60-65 bandında. Yani, seçmen nezdinde Erdoğan 'genel siyasi figür' olarak partisinden güçlü ama 'tek siyasi figür' olarak partisinden zayıf durumda. Düpedüz; 'siyasette iki başlılık.'
Referandum Tartışmaları 7: Batı düşmanlığı kaldıracı, eveti yükseltir mi?
Referandumun gündemi, anayasa değişikliğinin dar içeriğinden hayli uzağa taşınmış durumda. Fakat, henüz "evet olup yağan" oylar görülmüyor ama mahcubiyeti ve "her durumda kazanıyorlar" çaresizliğini üzerinden atamayan karşı bloğun hamle hatalarıyla damlayanlardan bahsedilebilir.
Referandum tartışmaları 6: Hesaplar, hayaller ve gerçekler
Türkiye siyasi tarihinde değil, dünyada eşi az görülür bir tablo: Bir parti kendi seçmeninin ancak dörtte birini verdiği karara ikna edebiliyor. Ama asıl kritik olan, başlangıçta sadece evete ikna olmayan seçmenin önce aktif hayırcı, gerilim arttıkça da muhalefet bloğunun bir parçası haline gelmesi. Bu, 7 Haziran sonrası tanzim edilen "yüzdelik hesaplar"ın yenilenmesi ve Erdoğan'ın "sağı sağlama alma" stratejisinin zorlanması demek.
Referandum tartışmaları - 5: Kampanyanın gidişatı hayra alamet mi?
Anayasa değişikliğinin hazırlanışı ve referandumun geliş biçiminin fazla operasyonel bir görüntüsü yok mu? Hazırlanan şey bir finalden çok, bir başlangıca benziyor. "Kentsel dönüşüm" için yapılanın, "politik dönüşüm" için tekrarlanması gibi. Sonuç ne olursa olsun kazanacak bir "hayır" üretmek muhalefet perspektifini de benzer genişlikte kurgulamayı gerektiriyor.
Referandum Tartışmaları 4: Siyasi mühendislik veya siyasi müteahhitlik
Alametler "yeni ittifak" formülünün pek geçici olmadığını ve sonuçtan bağımsız olarak da işlemeye devam edeceğini gösteriyor. 'Hayır' çıktığında, büyük olasılıkla 400 vekil talebiyle erken seçim ve sonucu şansa bırakmamak için de ittifakın devamı gündeme gelecek. Evet çıkması durumunda da, yaklaşmakta olan krizi karşılamak için yeni iktidar bloğunun devamına ihtiyaç duyulacak. Bir yenisi kurulana kadar bu ittifak kalıcı görünüyor.
Referandum tartışmaları 3: Güç, algı, beklenti
Kampanyanın geleceği konusunda, "sertleşme eveti geriletiyor" diye düşünenler olduğu bilgisinden ziyade, Erdoğan'ın "milletin henüz tam kavramadığı kanaatindeyim" sözleri bize daha çok şey söylüyor. Birincisi "gerilimin düşebileceği" beklentisiyle "dış algıya", ikincisi "gerilim yeterli olmadığı" değerlendirmesiyle "iç algıya" dönük.
Referandum tartışmaları 2: Korkunun ecele faydası vardır... Çabuklaştırır!
Bahçeli, yine bu haftaki grup konuşmasında, referandum sonucuyla ilgili kendi korkusunu bastırmak için: "CHP zihniyeti yakın hısmı HDP ile sandığın dibine geçecektir. Halkla alakası olmayanlar kaçacak delik arayacaktır" diyor. Siyaset korkusu ve çarpık siyaset algısı, dönemin ruhuyla birleşerek sonuç odaklı bir düşünme biçimini zorunlu hale getiriyor.
Referandum tartışmaları: Seçmeni sorumluluk almaya kim ikna edecek?
Seçmenin bu referandumun en önemli siyasi aktörü olmasının bir başka gerekçesi de, işte bu noktada ortaya çıkıyor: Siyasi sorumluluk ve basiret sadece partilere ve yöneticilerine ait kavramlar değil.