YAZARLAR

Ehveni şer mecburiyeti

Güncel bir tartışmayı -bağlamını değiştirerek- bu noktada kullanırsak: Ehveni şer anlamında yeni bir “yetmez ama evet” dalgasıyla yüz yüzeyiz aslında. Üstelik bu sefer daha önceki versiyona diş bileyenler tarafından hararetle desteklenen bir ikinci dalga söz konusu.

Bugünlerde muhalefet üzerine yapılan tartışmaların büyük çoğunluğu, geçmiş hesaplaşmalara dayandırılıyor (en azından kendilerini böyle ifade etmeyi tercih ediyorlar): Babacan veya Davutoğlu’nun yeterli özeleştiri yapıp yapmadığı ya da Akşener’in geçmiş performansı. On yıl önce “yetmez ama evet” diyenlerin bunu neden yaptıkları ya da etkilerinin aslında ne olduğu. Kürt hareketinin ve HDP’nin önceden nasıl tavır aldığı, onlarla önceden nasıl ilişki kurulduğu. Her çeşit endişeli grubun endişelerinin tarihi, bugünü ve geleceğe taşınan hatıraları. Sağ-sol bitti argümanının yüz bilmem kaçıncı sürümü. Siyasetin imkanları hakkındaki aforizmalar ve toplumsal dinamiklerin sahicilik ölçütleri. Kimin sesini kesmesi gerektiği, kimin daha çok gürültüye hakkı olduğu. Eskidiği iddia edilen siyasi taktisyenlik temaları ve taraf değiştirerek tekrar itibar kazanan eski taktisyenler. Cumhurbaşkanı adayı için kriterler konuşulurken başbakan namzetinin fazla kolay kabul görmesi. “Memleketin kime bırakılmayacağı” ile ilgili endişelerin, iktidarla sınırlı olmayan bir çevrede kimlere nasıl devredileceği tartışmalarına doğru ilerlemesi.

Geçmişe güçlü referanslar vermelerine, bitmeyen bir kavganın uzantısı gibi davranmalarına rağmen, bu tartışmalar aslında yakın gelecekle bağlantılı. Hani şu “gelmekte olan” ve artık kesin/kaçınılmaz olduğuna inanılan iktidar değişikliği ve ondan sonrasıyla ilişkili. Bu yüzden giderek sertleşen ve saçaklanan çekişme, bugüne ve geçmişe ilişkin hesaplaşmalardan daha çok geleceğe ilişkin hesaplara dair. “Merkez siyasetin” yeniden ihyası iddialarının da; kurulacaksa yeni sistemin, restore edilecekse hasarın ne olduğu hakkındaki görüşlerin de yaslandığı tasarım, “Erdoğan sonrası” parantezine giriyor. “Erdoğan sonrası” diye tarif edilen yeni iktidar tasarımında, bu otoriter iktidarın inşasında görev almışların -hatta hâlâ görevde bulunanların- giderek daha etkin pozisyonlar ve söz hakları edinmeleri de dikkat çekici. (Bu aktörler sadece ortalıktaki siyasi simalar değil üstelik) Ancak isimlerden daha önemlisi, çare diye sunulan “yeni” paketinde gelen eski yaklaşımların yeterliliği ya da üretmeye aday olduğu krizler. Çok daha önemli bir sorun, muhalefet aktörlerinin, memleketin neye ihtiyacı olduğu ve muhattaplarının ne yapması konusundaki ilkesel çerçeveleri hâlâ kendileri için bağlayıcı saymamaları.

Muhalefet partilerinin üzerinde anlaştığı -ama nedense aylardır ortalama bir çerçeve metne dönüştürmek için nazlanıp durdukları- güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin, her şeyi halledecek sihirli değnek sayılması bekleniyor. Her türlü olumsuzluğun tek ve asli sebebinin “başkanlık rejimi” olduğunun kabul edilmesi, onu geride bırakmanın büyük zafer olarak sunulmasını mümkün kılıyor. Buna katkı veren -vermesi beklenen- herkes demokrasi kahramanı, daha fazlasından bahsetmeye yeltenenler ise hain, değilse öngörüsüz. Hatta bu formüle destek verseler bile bazı çevreler de olası “toksik etkileri” ileri sürülerek peşin düşman ilan edilebiliyor. Elbette başka türlü düşünmeyi imkansız kılan, devlet imkanlarının denkleme eklenmesiyle mutlaka açılması gereken bir kilitlenme yaratan sistemin evvel emirde halli gerekiyor. Fakat her şey böyle başlamadı ve onun için de böyle bitmeyecek. Bu yanılsamayı beslemek sanılandan daha riskli ve gelecekte de epey utandırıcı olabilir.

Türkiye’de otoriterleşme eğilimlerini, bunu mümkün kılan altyapıyı, otoriterleşme ihtiyacının kaynaklarını, otoritenin kime niye lazım olduğunu, üzerinde otorite kurulmak istenen unsurları; bu sürece kimin açık, örtülü, bilerek, bilmeyerek ve nasıl katkı verdiğini, fazla dar bir kronolojiye sıkıştırarak ve az sayıda aktör dikkate alarak açıklama eğilimi yaygın. En geniş ve en eski mücadele pratiklerine dayandığını iddia edenler bile böyle davranıyor. En basitinden şunu açıkça kabul etmek gerek: Türkiye başkanlık sistemine geçtiği için bu ağır sorunlarla yüz yüze kalmadı, otoriterleşme bataklığına referandum sonrasında saplanmadı. Yapanların söylediği gibi “fiili olanı sisteme çevirmenin” miladıydı referandum. Herkes yeniden buluştuğunda memleketi kurtaracak “merkez” de, bir bulutun arkasında kaldığı veya siste görülemediği için kaçırılmış bir kavşak değil. Bugünün sihirli formülü diye sunulan “merkez siyaset”, bu noktaya gelişimizi taşıyan ve şimdilerde yeniden itibar kazandırılan siyasetin üzerinde ısrarla yürüdüğü geniş bir bulvar. 

Güncel bir tartışmayı -bağlamını değiştirerek- bu noktada kullanırsak: Ehveni şer anlamında yeni bir “yetmez ama evet” dalgasıyla yüz yüzeyiz aslında. Üstelik bu sefer daha önceki versiyona diş bileyenler tarafından hararetle desteklenen bir ikinci dalga söz konusu. Muhalefetin tatava edilmeden desteklenmesi gerektiği iddiasının arkasında “haklı ve makul bir misyon” olduğu için, taraftar toplaması daha kolay oluyor. Ancak önceki ve aslında her zamanki “yetmez ama evet”lerde geçerli olan -sonradan utandırıcı/yorucu olabilecek- sorunlar burada da fazlasıyla mevcut. Birinci sorun, imkanların sağladığı fırsatlara yüklenen kolaycılığın baş döndürücü hevesi (öfori). İkincisi, son derece kötü tarif edilmiş acil soruna karşı olmanın, kendi başına çözüme yeterli sayılması. Üçüncüsü, bu sürecin içindeki -hayli etkili- aktörlerin bu özel formüle yükledikleri araçsal rolün ve bu aktörlerin çeşitli açılardan gayet açık olan negatif motivasyonlarının görmezden gelinmesi. Dördüncüsü, yakın vade için mümkün bir zaferin (kazancın) biraz daha uzağa bakıldığında kolayca görülebilecek sorunlarını saklayabilmesi. Fazla uzatmadan keseyim ama en az on başlık daha yazabilirim.

2010 Referandumu'nun önünde ve arkasındaki “yetmez ama evet”in çok haklı biçimde eleştirilen tarafı -bu aynı zamanda şimdiki özeleştirilerin kabul görmemesinin de nedeni aslında- içine girdiği geçici körlük veya körlüğü teşvik eden “maksatlı” çarpıtmalardı (genellemeler). Sadece “vesayetle” mücadele ediyorlar diye iktidarın demokratikleşme diye bir derdi olacağını hatta buna mecbur olduğunu nereden çıkarttınız? Seneler öncesinden başlattıkları ve yürüttükleri mücadele için müsamaha gösterilmesini istedikleri otoriter atakları nasıl yok saydınız? Bu işin nereye varacağını, nelere imkan açtığını -uyarılara rağmen- neden görmek, konuşmak istemediniz? Kısa vadeli ve zahiri bir fayda uğruna çok yapısal bir tartışmayı derinleştirmek yerine hızlı sonuç için geciktirmeyi nasıl göze aldınız? Bu eleştirilerin hepsini benzer argümanlarla içinde bulunduğumuz duruma uyarlamak mümkün. Bunu tartışmaya başlayanlar da var aslında. Hatta “aynı değil”, “onlar daha fenaydı, “şimdi durum farklı” şeklinde cevaplar da verilmeye başlandı. Ancak mesele pek öyle değil, ayrıca hadise son on-on beş senenin meselesi de değil.

“Yetmez ama evet” slogan olarak 2010 senesinde kullanılmış olabilir ama neredeyse 40-50 senedir (daha öncesi de iddia edilebilir belki) kamuoyunun önüne defalarca getirilmiş bir “merkez” vasatı aslında. 12 Eylül sonrasında Özal’ın ANAP’ını iktidar yapan sürecin içinde, 90’ların “kurşun atan kurşun yiyen” politikasının göbeğine oturacak DYP’nin sağlam demokrasi müttefiki sayılmasında, DYP-SHP hükümetinin “tarihi uzlaşma” diye çatılmasında, 28 Şubat’ta destek temin ederken veya bundan yeni bir sosyoloji vehmederken de, çöken merkezi radikal savrulmadan çıkartacak yenilenme diye desteklenen Ecevit ve Bahçeli koalisyonunda, “Ekmek için Ekmelettin”de. Türkiye’de “merkez siyaset” denilen şey, defalarca kötü vasatları mecburi imkanlar olarak insanların önüne koydu, “çevrenin merkeze hücumundan” demokratik açılım bekleyenler de benzer kötü ortalamaları dayattı. Siyaseti, imkanları optimum kullanmak olarak tarif etmeye yatkın olanların böyle önerilerle öne çıkmalarında bir sorun yok belki. Fakat kötü veya daha iyi olması için yeterince üzerine konuşulmamış ortalamaları, tartışılmayacak seçenekler halinde sunmak ve olası sorunlarını tartışmayı yasaklama anlamı içerecek biçimde “itibarsızlaştırmak” iyi değil. Bugün muhalefetin birlikte durma becerisi otoriterlik krizini çözmenin garantisi olmadığı gibi başka formda tazelenmesinin aracına da dönüşebilir. Ya kendisi dönüşebilir ya da daha beterine kapı açan bir zemin üretebilir. Bunun sonraki mesele olduğu iddiası ise bu riski büyüten ana unsur. Galiba geçmişin ve bugünün kavgası taklidi yapan geleceğin hesapları tam burada.

 


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).