YAZARLAR

Büyüğün karşısında bacak bacak üstüne atmak...

Benim için en büyük sınavlardan, kendimi deneme anlarından biriydi, yaşça benden büyük biri karşısında nasıl oturacağım. Büyük şehir kültürü ile yetişmiş ve hele ki yeni nesil açısından bir şey ifade ediyor mudur? Sanmam.

Bazen bir yazıya başlık bulmak, o satırları yazmaktan daha zahmetli oluyor. Hele ki birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen konulara değinecekseniz, işte bu yazının başlığı gibi bir satır çıkıyor ortaya!

Başlıktan ne kadar anlaşılıyor bilmiyorum ancak, evet, kenar mahalle konusuna devam ediyorum!

“Ağaç yaşken eğilir” ne kadar doğru bir atasözü değil mi? Hakikaten öyle. Küçük yaşta tanık olduklarımız, bizlere anlatılanlar, hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeyler, sonrasında kim olursak olalım, belleğimizin bir yerinde kalıyor. Biri sorsa, çocukluğuma dair anlatacak hemen hiçbir şey hatırlamayabilirim. Belli belirsiz bir iki yüz, söz, ödül, ceza, hediye, oyuncak, bir akraba, komşu çocuğu vesaire. Çoğu bulanık. Ama bir de o çağda öğrenilip sonrasında yıllarca devam eden alışkanlıklar var. Tabii bunların ne kadarı kenar mahalle ahalisinin ne kadarı bizim gibi ‘Doğu’dan gelenlerin hal ve tavırlarıydı, kestiremiyorum. Muhtemelen, bazen ‘bölge’ etkisi ağır basıyordu. Örneğin, kırk yıl yan yana yaşadığımız komşumuz Boşnak ve bu yazıyı yazarken, onların da benzer geleneklere sahip olup olmadıklarını bilmediğimi fark ediyorum. Kırk küsur yıldır düşünebilseydim keşke!

Kenar mahalle ahalisi birörnek değil. Ne kadar iyi komşuluk ilişkileri kurulursa kurulsun, herkes aslında yine kendisine benzeyenle, hemşehrisiyle yakınlaşmayı tercih ediyor. Bizimkilerin en iyi anlaştığı insanların, üst sokaktaki Sivaslı ve Erzurumlu aileler olması rastlantı değildi muhtemelen. Her neyse... Benim için en büyük sınavlardan, kendimi deneme anlarından biriydi, yaşça benden büyük biri karşısında nasıl oturacağım. Büyük şehir kültürü ile yetişmiş ve hele ki yeni nesil açısından bir şey ifade ediyor mudur? Sanmam. Yaşamım boyunca babamın karşısında hiç öyle oturamadım. Büyük saygısızlık kabul ediliyordu. Oysa ne kadar rahat bir oturma şekli. Üniversiteye gittim, değişmedi. Asistan oldum, uzun yıllar hocamın karşısında bacak bacak üzerine atmadım. O insanların, bu tedirginlik ve özdenetimden haberleri yoktu haliyle. Fakat son sekiz on yılda kendimi ikna etme çabalarım sonuç verdi sanırım, artık daha rahat hissediyorum! Kırk küsur yıldır okuyorum, üniversite bitirdim, öğretim üyesi oldum vs. Siz bir de bu süreçlerden hiç geçmeyeni tahayyül edin! Çocukken size ‘doğru’ diye öğretilenleri, daha sonra isteseniz de o kolay terk edemiyorsunuz. Bir yere işleyip kalıyor.

“Baba” demişken, şu ‘soyadı’ meselesi de aynı derecede takıntıydı. Gerçi muhtemelen ‘soyadının devamı’ tutkusu çok yaygın, muhitleri bölen bir istek bu! Soy sop merakı, eğer aristokrat filan değilseniz herhalde bir şey bırakma isteğinden, yok oluşa meydan okuma arzusundan kaynaklanıyordur. Ben, ‘Hannover’ hanedanından olmadığımızı üniversite yıllarında fark ettim! Sonrasında da rahmetli babamı, evliliğin ve çocuk yapmanın soy sop devamından başka anlamları olduğuna ve soyadımızın ‘sürmemesinin’ insanlık ve ülke için herhangi bir kayıp olmadığına ikna etmem gerekti. Şaka bir yana, Allah aşkına ‘sevinç’ soyadı neden sürsün! Fakat o dünyanın bütün kodları, aslında hemen hiçbir önemi olmayan bazı durumların ne kadar önemli olduğunun kanıtlanması, daha doğrusu belletilmesi üzerine kurulmuş gibi. Gelenekler, ritüeller... Annem seksen küsur yıllık ömrünü, ‘kimin ne diyeceği’ kaygısıyla geçirdi, örneğin. Akıl almaz bir ‘kapalılık’ durumu bu. Toplumsallık, insanın ancak içinde var olabileceği, kendini gerçekleştirebileceği bir çerçeve. Hepimiz için geçerli. Fakat burada söz konusu olan, yaşamın kendisini bir tür ‘hücreye’ dönüştüren ilişki ağları ve o ağa her temas, hücre duvarını daha da kalınlaştırıyor. İşte bu nedenle muhit kapalılıkları üzerinde ısrarla durmalı ve o hücreden başını uzatıp bir şeyler söylemeye çalışan birileri olursa, dinlemeli.

Önceki yazıyı, haşema ve belediye havuzları tartışmasına değinmek istediğimi söyleyerek bitirmiştim. Oradan devam edeyim.

Kenar mahalle yazılarının tamamında, sınıfsal aidiyet konusunun altını çizmeye çalıştım. Zira, nedeni dinsel gibi görünen bazı çatışmaların asıl gerekçesinin inançtan çok mensup olunan tabaka olduğu kanısındayım. Arada bir eş dost arasında sohbetini ettiğimiz ‘haşema’ tartışması da böyle bir yerden çıkıyor bana kalırsa. Yaşamımda haşema var mı, hayır yok. Tanıdığım birileri var mı? Evet, birkaç kişi. Son yıllarda gözle görülür bir artış var haşema ile denize girenlerde. Haliyle, bir de bu kıyafetten rahatsızlık duyanlar mevcut. Birinin kıyafeti, tercihleri, hali tavrı, benim alanıma sızmadığı ve özgürlüğümü ihlal etmediği; şiddete, ölüme, ırkçılığa göz kırpmadığı sürece, beni hiç ilgilendirmez. Ayrıca bu bir erkek değil, kadın konusu ve halihazırda şu satırları yazıyor olmak dahi bir ‘burun sokma’ aslına bakılırsa. Biraz daha açayım:

Türkiye’de ‘memlekete özgü’ bir durum, kadınlara dair konuların erkekler tarafından konuşulup tartışılması. TV ekranlarında da böyle. Bir sürü sevimsiz bıyıklı, oturup kadın meselesi konuşuyor. Daha iki üç gün önce SP (Saadet Partisi)’nin iki vekilinden biri, tutup İstanbul Sözleşmesi hakkında olumsuz bir şeyler söyledi. Sözleşme, Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanan ve özetle ‘kadın haklarını’ korumaya yönelik bir metin. (İnternette var, isteyen ulaşabilir.) Son zamanlarda dinci (inançlı değil, dinci; yani din üzerinden maddi manevi menfaat elde eden!) erkekler sözleşmeyi büyük bir tehlike olarak gördüklerini açıklıyorlar. Söz konusu tayfanın, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlara yönelik alerjisi malum. Güçlü kadın korkuları başka hiçbir şeye benzemiyor. Gel gör ki, korkunun ecele faydası yok!

O SP’li vekil, herhalde “Dur bugün haddim olmayan konularda saçma laflar edeyim,” diye düşünmüş olmalı. Mesele şu ki, ben o partinin kadınlarının, erkeklerinden çok daha konuşulabilir ve tartışmaya açık olduğu kanısındayım. (sahi, SP’de hiç kadın siyasetçi yok mu?!) Muhafazakâr muhitin büyük derdi, erkekleridir, kadınları değil. Önceki yazılarda uzun uzun örneklemeye çalıştım. Dindar bir kadınla türban/başörtüsü meselesini çok daha rahat konuşur tartışırsınız, deneyimle sabittir, yıllarca sınıflarda tartıştım. Aynı yerden gelen bir erkekle, çok daha zor. Çoğunun kafası da, o muhafazakâr dünya kadınları kadar çalışmaz zaten, kusura bakmasınlar. Hırçınlıkları, bu gerçek ortaya çıkmasın diyedir! Tabii, ‘ortalama yaşam süren,’ ‘siyasi çıkarı olmayan’ kadınlardan söz ediyorum burada; yoksa AKP’nin ‘konuya tahsis edilmiş’ sivil toplum kuruluşları mensuplarından değil. O kuruluşların, bir ‘misyonları’ var. Neyse ki milyonlarca kadının (misal, halamların!) bu kuruluşlardan ve misyonlarından haberi dahi yok!

Peki hal böyleyken, eğer kadının tepesinde çok bilmiş heriflerin baskısı olmasa o kıyafetle denize girer mi? Bilmiyorum. Herhalde sayı azalır ancak bunu ‘kadınlara’ sormak gerekir öyle değil mi? Ayrıca baskı var ya da yok, hür iradesiyle ya da mecburiyetten, bir kadın eğer yalnızca haşema ile denize girebilecekse; girmesi, hiç girmemesinden daha iyi olmaz mı? O kenar mahalleden çıkıp ayağı suya değdiğinde, bu durum beni neden rahatsız etmeli? Bu tarz ‘huzursuzlukların’ kaynağı, bir kitlenin ‘artık’ görünür olması bana kalırsa. Bu arada, her ne kadar iki ayrı konu olsa da, haşemayla karşılaştıklarında rahatsızlık duyanlar, örneğin kamu malı olan kıyıların parsellenip halka kapatılmasını neden umursamaz? Nasıl olur da kumu, suyu bize böyle satabilirler? Asıl dert kamunun malıyla kamunun kazıklanması değil mi?

Kadın özgürleşmesi, beden siyaseti, erkek tahakkümü vesaire... Biliyorum, olup biten, değindiğim kadar basit değil ve bunlar üzerine çokça yazılıp çizilen konular, doğru. Fakat bir de hücrelere sinmiş alışkanlıklar, kapalı dünyadan gelen insanların açmazları var. Hiç kimseyi küçük görmeden, bazı konulara ‘beni ilgilendirmez’ diyerek yaklaşmak herkesin işini biraz daha kolaylaştırmaz mı? Mayolu, haşemalıdan daha ‘eşit’ yurttaş değil, bunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer o kadın bir gün mayo giymeye karar verirse, bu onun, o kadının kendine dair kararı olacak, onu ilgilendirecek. Ailelerindeki baskılardan, hödük erkeklik hallerinden yılmış kadınların, bir de diğer yakadan ve hele ki o yakanın ‘er kişisinden’ gelecek nahoş bakışa ihtiyaçları yok.

Bir tür duygu durumunu anlatabilmek için, yine annemden örnek vereyim. Rahmetli, vefat edene dek, başı açık balkona dahi çıkmadı. Bazen bir şey alması gerekirdi, aceleyle tülbendini arardı; “Anne ne olacak, kim var, kim bakıyor?” dediğimdeyse, “Bu yaştan sonra çıplak mı çıkayım insanların karşısına?” derdi. Yetmiş yıl boyunca başını örtmüş bir insandan söz ediyorum. Öyle rahat ediyordu, öyle mutluydu, öyle huzurluydu. Okumuş oğlu, kırk yaşına dek bacak bacak üstüne atamadı yahu, daha ne diyeyim!

Son bir ‘kişisel’ tanıklık da ‘karma havuz’ konusunda olsun. İmamoğlu bir TV programında belediye havuzuyla ilgili bir şeyler söylemiş sanırım ve bu da sosyal medyada konu olmuş, tepki gösterilmiş. En yakınımdaki insanlardan biri. Başı açık, beş vakit namaz kılıyor, muhafazakâr dünyanın tam göbeğinde yetişmiş. Plajda denize giriyor. Fakat havuz tartışmasını okuyunca, “Tamam ben kadınlara tahsis edilmiş havuz aramıyorum ama doğrusu, olsa, kendimi daha rahat hissedebilirdim,” dedi. Ardından, ömrü boyunca pek çok katılığından kurtulduğunu, farklı dinlere ve siyasal görüşlere çok daha rahat baktığını, artık hepsini anladığını, çok değiştiğini ama değişimin ne kadar zor ve zaman alan bir şey olduğunu anlattı. Herkesin zamana ihtiyaç duyduğunu. Sosyal medya tepkilerinin bazen çok kırıcı olabildiğinden şikâyet etti. Uzun süredir tanık olduğum en içten ve anlamlı dertleşmeydi. Diyeceğim, her ne görüp öğreniyorsak yıllar içinde, içimize işliyor. Birbirimizi sevmek, beğenmek zorunda değiliz. Hem de hiç değiliz. Buna mukabil, karşılıklı anlayış göstermekte, bunun için çaba harcamakta büyük yarar var. Bir de, muhafazakâr dünya kadınlarının, erkekleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde ‘ileride’ olduğunu, hiç akıldan çıkarmamalı.

Yazının sonunda... Gerçi hiç yeri değil ama... Vallahi yazmadan edemeyeceğim, dayanamıyorum erkek milletinin şu vasatlığına ve kibrine. İstanbul Sözleşmesi öyleymiş de böyleymiş de... Her gün kadın cinayeti işleniyor memlekette. Bunlara gıkını çıkarmayan herifler aklını İstanbul Sözleşme’siyle bozmuş. Hadi oradan! Az gelişmiş memleketin taze soğanları.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.