YAZARLAR

Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz!

Tek bir istisna görmedim ki, çok yorgun olduğunuzu söylediğinizde ya da herhangi bir sorundan söz açtığınızda, 'amaan geçer geçer' karşılığını vermesin.

Yıllar önce bir anayasacı olarak başladığım amatör köşe yazarlığı kariyerimi, 'Kelebek' yazıları aşamasıyla tamamlayacağımı tahmin ediyorum. Bugün, çocuk bakımında dikkate alınması gereken bir ayrıntıdan söz edeceğim; bakanları değil, bakanlarla iletişim kuranları ilgilendiren bir ayrıntı daha ziyade.

'Yedi çarpı yirmi dört' çocuk bakan, hele ki bunu salgın ve kapanma koşullarında yapmaya gayret eden kadın ve erkeklere, mümkünse 'nasıl gittiğini' sormamanızı, diyelim sordunuz, bir hata edip de yorgun olduklarını söylerlerse, onlara “Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz,” dememenizi rica ve tavsiye ediyorum. Yapmayın, tutun kendinizi, başka şeyler söylemeyi, hatta yüzlerine öylece bakıp hiçbir şey söylememeyi, başınızı aniden gökyüzüne çevirip duymazdan gelmeyi, konuyu değiştirmeyi, durup dururken 'of şor' hesaplardan söz etmeyi ya da örneğin 'acaba kim aday olur ki' sorusunu yöneltmeyi deneyebilirsiniz, ama lütfen, 'geçecek geçecek' demeyin. Hani hep “bu ülkede köklü değişikliklere ihtiyaç var” der dururuz ya, işte o dönüşüme 'geçecek' telkini başta olmak üzere moral ifadelerinden başlamayı öneriyorum!

Aranızda çocuk büyüten, hatta iyiden iyiye kendinden geçip birkaç çocuk sahibi olup yetiştirmiş, zevk ve zorluklarını bilen çoktur; şimdi size, şöyle yapmalı böyle yapmalı, diyecek halim yok kuşkusuz. Buna mukabil, zorlukları tekrar tekrar anlatıp hatırlatmak gerekiyor ki, memleket erkeği kadınların ne yaşadığını bilsin, iyice anlasın. Geçen yıl Duvar'da 1 Mayıs yazısını ev kadınları için yazmıştım, üstesinden geldiklerinin olabilecek en zor, en ağır iş olduğunu düşündüğümden. Hâlâ aynı kanıdayım. Şu yaşıma dek bu denli ağır bir işçilik olabileceğini hayal dahi etmemiştim, meğer birkaç yıl öncesine dek yorgunluk diye bildiğim aslında yorgunluk değilmiş ve 'zaman' mefhumuyla kastedileni de pek anlamıyormuşum. Ben olsam bir Nobel ödülü daha icat eder ve her yıl dünyanın herhangi bir yerindeki 'ev işçiliği ile iştigal eden' bir kadına verirdim. Akılları fikirleri edebiyatta bilimde, neymiş çok duyarlı romanlar yazmış, neymiş matematik dehasıymış, neymiş ekonomide formül geliştirmiş; peki çocuk bakmış mı, günde beş kez bez değiştirirken, aynı zamanda ev temizliği ve yemek yapıp, tencere kaynarken çocuğu uyutmaya çalışıp, iki dakika kanepede uzanmaya yeltendiği anda yan odadan gelen çığlıkla yerinden fırlamış ve tüm kemikleri sızlarken çocuğun bitip tükenmez enerjisiyle, şunu oynayalım bunu oynayalım, taleplerine maruz kalmış mı, ben ona bakarım şekerim.

Ah öyle deme, filanca çok üretken bir akademisyen, falanca şirkette mühim bir görevde, feşmekanın işi başından aşkın, beriki akşama kadar toplantıda, çok işleri var çok, kolay mı eve ekmek götürmek; kadın ne iş yapıyor ki, sabahtan akşama evde, oh ne rahat. O çalışan erkek ahali nasıl yapıyor bunları, evlerinin 'direği' o çocukları büyütmese ve küçük çaplı bir fabrika olan evi organize etmese ne yapabilirlerdi acep! Erkek işe gidip para kazanıyor, öyle mi, bak sen, ya ne yapacaktı, saksı mı bu, gidip bir yerde çalışacak elbette, nesi çok özel, akşama dek evde kadının ne yaşadığını biliyor mu; eve gelip yemek isterler bir de, kolay mı, beyimiz çalışmış tüm gün, çok yorulmuş, çok acıkmış, çocuklarla günde bir saat bıy-bıy yapınca babalık ettiklerini zannediyorlar. Erkek milletine öncelikle Virginia Woolf okutmalı, zorunlu olmalı ama, liselerde, üniversitelerde ders konusu haline getirip sonra sınavını yapmalı, Woolf neden evde kendisine ait bir oda isteye isteye ömür tüketmiş, okutmak gerekiyor bizim erkek ahaliye ki yaptıklarını, ev dışı faaliyetlerini, işlerini matah bir şey zannetmesinler. Dışarıda oluşlarını içeride yaşayanlara borçlu olduklarını kavrayabilsinler. Muhafazakâr erkek çok çocuk mu istiyor, o cenahın erkeğine birkaç hafta 'yedi çarpı yirmi dört' çocuk baktırmalı, üç-beş çocuk istiyorsun öyle mi, al iki hafta sen ilgilen, sonra gel konuşalım. Akşamdan akşama gördükleri için, çocuğun tüm gün vitrinde süs olup yemek vakti salona indiğini zannediyorlar. Neyse, yazdıkça sinirleniyorum hakikaten, sabah akşam kadınlara teşekkür etmeli er kişiler, sabah akşam, hatta arada bir nedensiz yere özür de dilemeliler, durup dururken, 'öyle içimden geldi,' diyerek.

Çok yorucu bir uğraş, çok. Günü gelince bakım aşamaları üzerine yazacağım, şimdilik yalnızca şu 'amaan geçer geçer' ayrıntısını anlatmak istiyorum.

Tek bir istisna görmedim ki, çok yorgun olduğunuzu söylediğinizde ya da herhangi bir sorundan söz açtığınızda, 'amaan geçer geçer' karşılığını vermesin. Sabah kalktınız ve önceki hayatınızda hiç olmayan ne var ne yok uğraşmaya başladınız, gün boyu sürdü, akşam oldu, yorgunluktan ve bazen sinirden harap durumdasınız, adınızı sorsalar hatırlayacak haliniz yok, ufaklık o esnada yeni bir şey talep etmiş ve telefon çalıyor... Öncelikle, çocuktan sonra yalnızca siz değil, yıllardır tanıdığınız herkes biraz değişiyor, artık sizi bir çift olarak 'sek' istemiyorlar, 'yanınızda çocukla' servis alma arzusu var; haksız da değiller çünkü siz sıkıcısınız ve hayat o çocukta. Sevimli, yaratıcı, canlı ve mutluluk veren o, siz onun diğerleriyle tanışmasında aracı konumundasınız, hepsi bu. Çok anlaşılabilir, ben de olsam beni/bizi değil onu sorardım. İşte söz konusu bu eğilim telefonda da değişmiyor, açar açmaz, “Eee ne yapıyor bakalım fıstık?” sorusu... İyi, güzel, oynuyor, geçen gün şunu dedi ve maşallahların ardından, bu kez adetten olduğu üzere sizin hal ve hatırınıza geliyor sıra. Aslında yorgunluğunuza, perişanlığınıza dair hiçbir şey söylemek istemiyorsunuz, çünkü arayanı pişman edip şımarıklık yapmanın ve unutmak istediğiniz yorgunluğunuzu çoğaltmanın âlemi yok; buna mukabil, diyelim bir an, bedensel sızılarınızı layıkıyla betimleme ihtimali olmasa da dudaklarınızdan “Ne olsun, yorgunluk işte,” gibi bir cümle döküldü. Yanıt gecikmiyor: “Amaan geçecek geçecek, merak etmeyin.” Sıklıkla şöyle devam ediyor: “En güzel günleriniz, kıymetini bilin, sonra çok ararsınız.” Böylesine içten, böylesine haklı, böylesine iyi niyetli ve aynı zamanda insana kendisini bu denli yorgun hissettiren bir yanıt olamaz, hakikaten öyle. Unutmadan, bir de “Bunlar bir şey mi, o hoo daha neler yaşayacaksınız,” diyebilen bir tür var ki, başlı başına bir vaka.

Peki, ne desin karşınızdaki, haksız mı, size moral vermeye çalışıyor, ayrıca insanın geçmiş günleri andığı, özlediği de çok olur, doğru. Muhtemelen, ölmez sağ kalırsak yıllar sonra bizler de bugünleri çok arayacağız, en zorlu günleri dahi çoğunlukla güzel anacağız. Sağlık sorunları, gençlik devrinin giderek flulaşması, sevilenlerin kaybı, kaçınılmaz sonun yaklaştığını bilmek vs., çok şey var o iç geçirmelerde ve geçmiş yorgunlukların hasretle anılmasında. İyi güzel de, diz ağrıyor yahu, omuz sızlıyor, yorgunluk, mutfakta bir kez daha reddedilme ihtimali olan bir yemek daha yapmaya çalışmak, yetişemediğiniz işlerin birikmesi, hiçbir şeyle ilgilenememek, ufaklığın birdenbire evde olmayan bir şey istemesi ve o yaşta bir çocuğun yalnızca bir dakikada aynı 'hemeeen' sözcüğünü yaklaşık kırk-elli kez tekrar edebildiğine tanıklık etmek... Ya da diyelim parkta yürüyorsunuz, huzurlusunuz, yalnızca bir çocuğun sahip olabileceği olağanüstü düş gücüyle bir şeyler söylüyor, harika, bir anda aklına bisküvi yemek geliyor, yanınızda yok ve bunu arka arkaya defalarca söyleyip sanki günlerdir aç bırakmışsınız gibi bağırıyor, o sırada çalan telefondaki ses, çığlıkları duyup kahkaha atıyor ve “Ay harika vallahi, çok eğlenceli, kıymetini bilin, insan çok arıyor o günleri,” deyiveriyor.

Şekerim, çocuk bağırıyor, nesini arayacağım bağırtının, diyemiyorsunuz tabii ve “Hiç sorma, çok tatlı kerata, bazen böyle tutturuyor işte,” diyerek geçiştirmek zorunda hissediyorsunuz. 'Geçecek geçecek, bugünlerin kıymetini bilin' telkini, insana kendisini kötü hissettiren, çocuğa haksızlık ettiği hissi yaşatan bir ifade. İnanın, “Perişanız, bugün sürekli sızlandı, her şeye itiraz etti, arabanın anahtarını vazoya saklamış, bir ara mutfağı salona taşıdı, hiçbir şey yemedi, uyumadı da, ayrıca ben de bir lokma yiyemedim, ayakta zor duruyorum, ha bu arada evimize meteor düştü, her şeyimizi kaybettik, şu anda meteorun açtığı çukurdan konuşuyorum,” deseniz; telefondaki ses “Amaan meteor dediğin uzayın neşesi, ne şanslısınız vallahi, geçecek geçecek, çok ararsınız bu günleri,” yanıtını veriyor. Şu aralar bir yöntem deniyorum, telefondaki nasıl olduğumuzu sorduğunda, “Yorgunuz ama geçecek, nihayetinde bunlar en güzel günlerimiz, ileride çok ararız,” diyor ve karşımdakini bu yolla etkisiz hale getirmeye çalışıyorum, dur bakalım...

Değil mi ki Türkiye dönüşsün istiyoruz, şu 'geçecek geçecek' ile başlayalım yenileşmeye, her şeyi devletten beklemeyelim, başka bir şeyler bulalım muhterem okur; ya da bulmayalım, soruyu sorduktan sonra susalım, bir şey söylemeyelim, kişi 'yorgunum' mu dedi, hemen konuyu değiştirelim. Yazıktır, zor günlerin geçeceğini bilen yorgun insanlara 'geçecek' demeyelim artık, bir terakki olsun hayatımızda, bir şeyler değişsin ülkemizde!

Yazı önerisi: Gazeteci-yazar Şengün Kılıç, T24'te nefis popüler tarih yazıları kaleme alıyor, hiçbirini kaçırmamanızı öneririm. Sonuncusu 'Komer'in arabası' üzerine.

İklim krizi notu: Michael Lövy'nin 1+1 Express'te “Kalkınmanın niteliksel dönüşümü” başlığıyla yayınlanan makalesini buraya bırakıyorum.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.