YAZARLAR

Kötü hissetmek...

Öyle acayip şeyler yaşıyor ve öyle ürkütücü diyaloglara, monologlara tanık oluyoruz ki, iyi hoş olanı da fark edemez hâldeyiz. Bu yüzden, var olan tüm iyilikler bir yana, kendimizi kandıramayacak kadar çok kötülükle çevrelenmiş durumdayız. Olup biteni görmezden gelenler bir süre sonra iyice zombileşecek! Yalana iltifat, peşi sıra duyarsızlığı ve kişiliksizleşmeyi sürüklüyor çünkü.

Diken’de “İt muamelesi görmeme hakkı” başlıklı bir yazı kaleme almıştım aylar önce. Eşitlik sorununa ve yurttaşlığın değerine vurgu yapan, sinirli bir yazıydı. Şimdi tam hatırlamıyorum neye sinirlendiğimi ama ya bir dolmuşçunun, taksicinin ya da yolda bayırda herhangi birilerinin davranışıdır herhalde. Sinirlenmek de değil de, daha ziyade ‘kötü hissetmek’ diyebilirim.

Son zamanlarda benim de, tanıdıkların da herhalde en yoğun yaşadığımız duygu bu. Yalancı bir iyimserlik üzerine doğru düzgün hiçbir şey kurulamayacağına göre, durumun ya da durumumuzun vahametini kabul ederek adım atmanın, çaba harcamanın yararına inanıyorum. Aslında başımıza gelen her neyse, biraz da çoğunluğun kendisini pek kötü hissetmemesinden sanırım!

Bu durumda, “Hiç mi iyi bir şey yok kardeşim,” diye sorar ya biri mutlaka! Var tabii. Bir sürü dürüst insan var. İşini iyi yapan insanlar. Çok güzel şehirler, köyler var. Harika bir coğrafya. Eş dost var. Nadir de olsa, insan gibi davranmayı başarabilen kimileriyle de karşılaşıyoruz. Sağda solda, pek çok yerde hemfikir olduklarımız var. Çok iyi tiyatrolar ve oyuncular var. Çok iyi müzisyenler var. Birileri şahane film çekebiliyor. Birileri nefis şiir ve roman yazıyor. Birileri tüm zorluklara karşın gazete çıkarıyor. Birileri inatla işini yapmaya ve iyi yapmaya çalışıyor. Harika kahve kokusu geliyor bazı dükkânlardan. Şu ara bazı mağazalar da ışıklandırıldı, çok affedersiniz hep Hıristiyan adetlerine uyanlar tarafından!

Var anlayacağınız, biraz düşününce her yerde iyilik güzellik var, sizler de farkındasınız. Ama görünmez haldeler şu ara, buna kuşku yok.

Öyle acayip şeyler yaşıyor ve öyle ürkütücü diyaloglara, monologlara tanık oluyoruz ki, iyi hoş olanı da fark edemez hâldeyiz. Bu yüzden, var olan tüm iyilikler bir yana, kendimizi kandıramayacak kadar çok kötülükle çevrelenmiş durumdayız. Olup biteni görmezden gelenler bir süre sonra iyice zombileşecek! Yalana iltifat, peşi sıra duyarsızlığı ve kişiliksizleşmeyi sürüklüyor çünkü. Ortada aldıracak bir şeyler varsa aldırmak gerekmez mi?

‘Kötülük’ sözcüğünü laf olsun diye kullanmıyorum; hakikaten, katıksız bir kötülük söz konusu olan. Hani bir şehrimizdeki (huzur şehri!) stadyumda bir grup taraftar Ankara Garı’nda parçalanan insanların cenazesini yuhalamıştı ya; işte öyle saf kötülük hali. Üstelik bu düzeyde kötücül tavrı, hiçbir tepkiyle, küfürle filan karşılayamıyor insan. O cenaze yuhalayan adam, tecavüz de eder, hırsızlık da yapar, orman da yakar, durup dururken adam da öldürür.

Bunları düşünmek, tanık olmak; herhangi bir ekonomik krizden filan çok daha moral bozucu bir durum toplum ortalaması açısından. Aman canım bakmayın toplum dediğime, bizimki ‘kalabalık’ daha ziyade. Toplum filan değiliz, ağzımız alışmış öyle adlandırıyoruz işte. Hem günlük hayatın hem güncel siyasetin etkisi çok sarsıcı oluyor insan üzerinde. Nobran kabalıkla, sürekli hakaretle, akıl almaz adaletsizliklerle, cezasızlık kültürüyle, insanı önce çileden çıkaran sonra duyarsızlaştıran yalanlarla yaşamak... Ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi “Hayat devam ediyor” demek. Etsin etmesine de, hiçbir şey olmuyormuş gibi değil.

Ne zaman Selahattin Demirtaş ya da onunla aynı konumdaki insanlarla ilgili bir haber okusam kötü hissediyorum. Okumadığımda da. Yalnızca mesleki gerekçelerle ya da aşırı bağımsız yargının lüzumundan fazla adil yargılamasına tanık olmam nedeniyle değil. Her defasında bir kez daha inanamıyorum şu kayıtsızlığa. Çıkın mahallenize, “Bu adamlar neden içeride?” sorusunu yöneltin insanlara, muhtemelen büyük çoğunluk size gerekçelerini anlatır. Yani durumun farkında olmayanların ‘çoğunlukta’ olduğunu hiç zannetmiyorum. Ama bu gerçek hiçbir şeyi değiştirmiyor. Biriyle çay içiyorsunuz ve sohbet esnasında “Yapılan çok büyük haksızlık!” diyorsunuz ve ardından sohbete kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Çok rahatsız edici, mutsuzluk verici bir durum değil mi bu hakikaten? “Evet ya olacak iş değil be, duydun mu ne demiş son duruşmada?!” Duydum, elinin körünü demiş!

Osman Kavala... Diğerleri... Öğrenciler... Zaten hep aynı isimleri, yine hep aynı insanlar gündeme getiriyor. Sonra yine o herkes, çaresizce kaldığı yerden devam ediyor. Muhalif birileri de diyor ki, “Ya ama o da Soros filan.” “Demirtaş da hendeklere şeyapmadı ama!” Öyle mi? “Eh savunmasında yanıt verdi ya tüm bu suçlamalara, okumadın mı?” Okumadı. Ayrıca okusa da bir şey değişmiyor. Bilmek ile bilmemek arasındaki derin ayrımın önemini kaybettiği anlar var. İşte öyle bir eşikteyiz sanırım. Bilen de, bilmeyenlerle aynı sessizliğe gömülmüş durumda.

Örneğin bir CHP milletvekili cezaevinden çıktı bir süre önce. Çıkması gerekiyordu. Ben de onun durumuyla ilgili uzun bir anayasa yazısı yazmıştım, anayasa uygulanıyormuşçasına! Çıktıktan sonra, kendisiyle neredeyse aynı hukuksal konumda olan HDP’li vekille ilgili tek sözcük sarf etmedi. Onun için anayasa yazısı yazanlar, diğerini görmezden geldi. Ne tuhaf değil mi! Değil, diyorsunuz haklı olarak.

Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder cezaevi kapısındaydı. Kapıda el salladı ve yaklaşık iki yıl yatmak üzere içeri girdi. Ben de bunu internetten okuyup hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Nerede kalmıştım? Aynı yerden mi? Mümkün mü? Neden girdi cezaevine? İddianamesine, sarf ettiği bir-iki sözcük çarpıtılarak konulmuş. Ne fark etti peki? Barış sürecinde destek istenip işbirliği yapılan insanlara, şimdi “destek verdikleri” için ceza kesiliyor! Hiçbir şey değişmiyor yaşamımızda. Onlarla birlikte hareket eden dönemin siyasetçileri de sus pus. Gıkları çıkmıyor. Zerrece mahcup olmuyorlar belli ki. Eh kötü hissetmeyelim mi şimdi?

Daha iki üç gün önce bir TV sunucusu, epeyce hakaret işitti malumunuz. Hem de söylemediği şeyler nedeniyle! Sosyal medya hesabından “Demeseydi iyiydi,” gibi bir şeyler yazmış. Gerekçesi çok basit görünmüyor mu? Milyonlarca insanın izlediği sunucu, çaresizlik içinde ve muhtemelen endişeyle esprili üslup kullanmak zorunda kalıyor. ‘Yurttaş olunmasına izin verilmemesi’ tam da böyle bir şey işte. Yurttaşlık, her dört beş yılda bir önüne bırakılan sandığa şuursuzca zarf atmak değil; kişilik haklarını herkese karşı savunabilmektir oysa. Olup biten ve Portakal'ın endişeli mesajı, çok kötü hissettirmiyor mu? Çok hem de.

Ne kadar yorucu ve kötü hissettiren şeyler değil mi? Nasıl da değersiz mahluklarız. Bizim vergilerimizle bize kötü davranan insanlar tarafından hizaya çekilmek ve korkmak. Endişelenmek. Her insanı alçaltıp böcek gibi hissettirecek duygular bunlar. Aşçının uşaktan, ulağın şoförden, şoförün bahçıvandan ve hepsinin evin beyinden korkması. Yerleşen, habisleşen korku. Zihnimize yuvalandıkça insanı insan olmaktan çıkaran.

Ben yarın, sonraki gün, sonraki gün ve ondan sonraki gün, memleketi yönetenlerin benim gibi düşünen insanlara hakaret edeceğini, küçük göreceğini bilerek uyanacağım. Acayip bir durum! Yani rahmetli anam yaklaşık yarım yüzyıl önce beni; yaşamım boyunca karşılaşmadığım, bir bardak çay içmediğim birileri sürekli aşağılasın, kötü davransın diye doğurmuş gibi. Bir ömür. Vergiyi veriyorsun, onlar da alıp senin zihniyetine demediğini bırakmıyor!

Her gün her an tanık olduğumuz türlü anormalliğe, haksızlığa çoğumuz göz ucuyla bakıp yolumuza devam ediyoruz. Bu durumun, dolmuşta karşılaştığımız hoyratlıktan bir farkı yok inanın. Ya da örnek verdiğim yargılamaların, metrobüste sizin yerinizi kapmak için omuz atan adamın davranışından bir farkı yok. Her gün tanık oluyoruz, her gün tanık olmamış gibi yapıyoruz, her Allah’ın günü... Çünkü yaşamak zorundayız. İyi hoş ama o zaman da yaşadığımız günler bir b_ka benzemiyor işte. ‘B’ ile ‘K’ arasına ‘alt çizgi’ koydum ki, siz anlamayın, Gazete Duvar da düzeysizlik ithamıyla sınanmasın! Çok ayıp böyle şeyler. Adil yargılanmadan yıllarca cezaevinde kalmak, yaşamınızın karartılması filan sorun değil ama şu alt çizgiler önemli toplum yaşamında!

Geçenlerde Kemal Can bir yazısında, yılların hak kazanımlarının nasıl berhava edilebildiğine dikkat çekti. Çok önemli bunları dile getirmek. Çünkü yaşadığımız koşullarda hak ve adalet ilkeleri, ‘duygu’ düzeyinde yok olmak üzere. Hiçbir ilkeye sahip çıkılmıyor artık. Bunlar bizi endişelendirmeli ve çok kötü hissettirmeli. Ülke kalabalığını bir arada tutan başka bir şey yok zira. Uygar bir ülke ile balta girmemiş ormanı birbirinden ayıran, yüzyılların kazanımı olan temel hak ilkeleri.

Herkes, arkasına gücü aldığında ve bir iki yaygın sembole referans verdiğinde her şeyi yapabileceğini düşünmemeli. Türkiye’de düşünüyor. Araç arka camına Mustafa Kemal imzası ile Osmanlı tuğrasını birlikte yapıştırıp kırmızı ışıkta durmayan insan tipi. Bu tip, aklı başında insanlara her kötülüğü yapabilir. Bu yüzden bize kendimizi kötü hissettiriyor karşılaşmak. İki gün önce (Pazar) T24’te Gökçer Tahincioğlu, yazısında çok güzel betimledi bu insan tipini. Yine Pazar günü Fatih Yaşlı, Birgün’de ‘arsızlığı’ çok iyi anlattı. Tren kazasından yola çıkarak.

İşte bunlar, çok yorucu değil mi? O tren kazası nedeniyle tek bir siyasetçi ve bürokratın sorumluluk almayacağını, iki güne unutulacağını biliyoruz. Bunu bilerek yaşıyoruz. Nasıl yaşayabilir insan bu duyguyla? Ancak, kendisinin de değersiz olduğunu düşünürse. Bir trene binebilirim ve ihmal nedeniyle ölebilirim, sorun değil. Olur böyle şeyler. Bu değersizlik duygusu kötü, çok kötü hissettiriyor. Hissettirsin.

Kutsanan cehalet. Kültürel çoraklaşma. Tecavüz ve şiddet oranları, kadın cinayetleri. Yasaklar. Sınırlamalar. Hukukun/anayasanın askıdaki hâli. ‘Yalanın’ bir sorun olmaktan çıkması. Dalkavukluk sırasına girmiş devşirme şarkıcı türkücü tayfasına tanık olmak, gün aşırı. Tanıklıkların sosyal medyada büyütülmesi, köpürtülmesi, iyice can sıkıcı hale getirilmesi. Her gün birine hakaret, bir diğerini hedef gösterme. Ve memlekette her kurumun birbirine benzemesi. Haklı korkular, endişeler... Ve ‘korku’ duygusunun arkasına maharetle gizlenen, karaktersizlikler.

Çok yorucu olup biten. Kötü hissetmek için gerekçelerimiz var. Ama olumsuz yargılarla bitmeyecek yazı. Serde enayice bir iyimserlik olduğundan da değil. Direnç için, ‘iyiyim’ demek için çok gerekli bir duygu bana kalırsa kötü hissetmek. Yalan dolanla yaşamayı reddetmek. Kötüye kötü diyebilmek. Memleketin şu koşullarında bir insanın iyi hissetmesi için, hakikaten insanlık macerasının çok başlarında bir yerlerde takılıp kalmış olması gerekiyor. Dert edelim, kötü hissedelim ki, hep iyi ve güçlü olalım...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.