YAZARLAR

Cumhuriyet’in kimsesizleri...

Hakikaten akıl alır gibi değil şu yıllarda tanık olduğumuz felaketler. ‘Cumhuriyet,’ yoksul ve kimsesiz yığınların ‘kimsesi’ olacaksa eğer, önce olup bitenin unutulmasına izin verilmemeli.

Üç gün önce kutladık Cumhuriyet Bayramı’nı. Bir devlet biçimi ve ideal olarak ‘cumhuriyet,’ herhalde bu toprakların başına gelen en iyi şeylerden biri. Bir yanıyla son derece sade, basit, onu ‘monarşiden’ ayıran bir tanımı var cumhuriyetin: Devlet başkanının soy esasıyla değil, seçimle iş başına gelmesi. Bu tanımıyla cumhuriyet, bir ‘devlet biçimidir’ ve örneğin o devletin demokratik olup olmamasıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bir monarşi demokratik, bir cumhuriyet anti demokratik olabilir.

Buna mukabil Türkiye gibi ülkelerde ‘cumhuriyet’ kavramı, yalnızca ve basitçe bir devlet biçimini anlatmaz. Tarihsel gerekçelerle, cumhuriyete geçiş ile demokrasi eş zamanlı, birlikte ilerlemiştir. Bunun en önemli nedeni devrimler süreci ve özellikle laiklik ilkesinin kabul edilmesi (aşamalı biçimde 1928 ve 1937). Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi olmadığı düşünülürse, Türkiye açısından cumhuriyet ve demokrasinin, farklı düzeylerde kavramlar olmakla birlikte (yani, biri diğerinin zorunlu nedeni/sonucu olmayan) birbirlerini tamamlayıp güçlendiren niteliğini fark etmek kolaylaşır.

Cumhuriyet, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’de, 29 Ekim 1923 günü yapılan değişiklikle kabul edildi. Tam adı: “Teşkilat-ı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun.” 1921 Anayasası’nın birinci maddesine şu hüküm eklendi: “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir.” Sıradan görünen ancak tarihi değiştiren, altı maddelik bir anayasa değişikliği.

Aylar sonra, 20 Nisan 1924’te Cumhuriyet’in ilk anayasası kabul edildi. Yeni Anayasa’nın ilk maddesi şöyleydi: Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Ne demek bu? Devlet başkanlığı soy esasına dayanmaz. Ancak yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, Türkiye’de cumhuriyet ilkesi yalnızca bundan ibaret değil. Başta laiklik olmak üzere devrimler süreci için tercih edilen her adım, cumhuriyet ilkesine dahil. Bu yüzden, önce 1924 Anayasası’nda tek partinin ‘altı oku’ Anayasa’da devletin nitelikleri olarak benimsenerek ikinci maddeye eklendi (1937); ardından 1961 ve 1982 anayasalarında ‘Cumhuriyet’in temel nitelikleri’ anayasa hükmü olarak benimsendi. İki anayasanın, Cumhuriyet’in niteliklerine yer veren ikinci maddeleri farklı olsa da ‘temel ilkeler’ büyük ölçüde korundu: “...demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Türkiye anayasaları cumhuriyeti, yalnızca bir devlet biçimi olmaktan çok ‘demokratik temel ilkelerle’ birlikte düşünmüş, ‘cumhuriyetin’ ancak söz konusu ilkelerle anlamlı hale geleceğini kabul etmiştir. Nitekim bu yönde verilmiş AYM kararları da mevcut.

Ne yazık ki cumhuriyet, birlikte anıldığı ilkelerin kavranması ve gerçekleştirilmesi konusunda tam anlamıyla başarılı olamadı. Burada Türkiye tarihi gevezelikleri yapıp 1924’ten bugüne hangi yurttaş gruplarının mağdur olduğunu/hissettiğini, kimlerin ezildiğini, kimlerin kendilerini ‘dışarıda’ hissettiğini bir kez daha tekrar edecek değilim.

Yine de halihazırdaki Anayasa’nın, “Cumhuriyet’in nitelikleri” başlıklı ikinci maddesi lafzını bir kez daha hatırlatmakta yarar var:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin, insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu gönül rahatlığıyla iddia edebilir misiniz? Demek ki Anayasa’da yazması değerli, ancak yeterli değil. Söz konusu ilkelerin anlamlı olabilmeleri, gerçekleşmelerine, uygulanmalarına bağlı. Gerçekleşmeleri ise siyasi mücadeleye. Bir kez daha: Siyasi mücadeleye. Elbette "Cumhuriyet çok yaşasın” fakat “Yaşasın” demekle yaşamıyor. Laikliğe, sosyal haklara, hukuk devletine, insan haklarına ‘dayanmayan’ bir cumhuriyet, halkının sahip çıktığı bir cumhuriyet olamıyor.

Doksan beş yıllık bir yönetim biçiminin başarı ya da başarısızlıkları, ‘içerdikleri’ ve ‘dışladıkları’ bir yana, herhalde yine de onun için sarf edilebilecek en anlamlı ifadelerden biri, cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” oluşudur. ‘Olması gerektiği!’ Ben bu satırları, Cumhuriyet’in bana sağladığı ‘parasız eğitim imkânı’ sayesinde yazabiliyorum. Türkiye’de çobanlıktan ya da İETT işçiliğinden ‘cumhurbaşkanlığına’ ulaşılabilmesi de, hem bir devlet biçimi hem de sosyal niteliği/nitelikleri itibariyle cumhuriyet rejiminin ‘faziletidir.’ Malum, o çok bayıldıkları ‘Osmanlı sistemi’ devam etseydi, halihazırdaki iktidar sahiplerinin herhangi bir köşk ya da sarayın yanından geçmesi dahi mümkün olmayacaktı. Sahip oldukları her şeyi, bu rejimin ‘kapıları açma ihtimaline’ borçlular. Trajik ve ironik bir biçimde günümüzün Osmanlı sevdalıları, aynı zamanda ‘Cumhuriyet’in sağladıklarına ve sağlayacaklarına en büyük gereksinim duyan yurttaş kitleleri.

Kimsesizler Cumhuriyeti, İsmail Saymaz, İletişim yayınları, 2018, 120 syf.

Bugün, tahmin ediyorum bu yazıyı okuyan herkesin haberdar olduğu bir ‘gazeteci’ kitabından söz etmek istiyorum. İsmail Saymaz’ın yeni çıkan çalışması Kimsesizler Cumhuriyeti. (İletişim, 2018)

Kitapta, Türkiye’de olup bitenleri yakından takip edenlerin ilk kez duyacağı ya da hayretle okuyacağı bir ‘bilgi’ yok görebildiğim kadarıyla. Buna mukabil İsmail Saymaz, yakın tarihli felaketleri/rezaletleri derli toplu bir biçimde sunmuş ve değerli bir arşiv çalışması yapmış. Sanırım (benim açımdan) kitabın en değerli yanı, alçaklıklarla mücadele için son derece gerekli olan ‘güçlü hafızanın’ değerini bir kez daha hatırlatıyor oluşu.

Okurken gözleriniz doluyor, sinirleniyorsunuz, utanıyorsunuz, kahrediyorsunuz, çaresiz hissediyorsunuz... Ve tümü, ‘iyi geliyor’ inanın. Çünkü tecavüze uğrayan, yanan, tehdit ve taciz edilen çocukların, gariban ailelerin başına gelenlerin görmezden gelinmesi, ‘unutulması’ kötü hissettirmeli insanı, hatırlanması değil. Hakikaten akıl alır gibi değil şu yıllarda tanık olduğumuz felaketler. ‘Cumhuriyet,’ yoksul ve kimsesiz yığınların ‘kimsesi’ olacaksa eğer, önce olup bitenin unutulmasına izin verilmemeli.

İsmail Saymaz, son dönemin en çok ses getiren rezaletlerini bir gazeteci gözüyle işliyor. Görünen o ki hiçbir ayrıntıyı atlamadan.

Kitap, Takdiri İlahi Şirketi başlıklı girişin ardından, her birinde bir olayın anlatıldığı beş bölüm ve sonuç kısmından oluşuyor. Saymaz, öğrencilerin barınma imkânlarını anlattığı kısımda, devlet yurtları ardından özel yurtlara dair bilgi veriyor: “...3964 özel yurt bulunuyor. Bu yurtlardan 2267’si ortaöğretim, 1197’si ise yükseköğretim alanında çalışıyor. Ortaöğretim yurtlarının 2153’ü derneklere, 65’i vakıflara; yükseköğretimdekilerin 343’ü derneklere, 113’ü vakıflara ait. Ortaöğretim yurtlarında 57.503, yükseköğretim yurtlarında 125.738 öğrenci kalıyor...”

Saymaz, dernek ve vakıflara ait yurtların çoğunun dini gruplar tarafından işletildiği gerçeğinin altını bir kez daha çiziyor. Gerekçe çok anlaşılır kuşkusuz: Bu işlerde çok para var ve tarikatların örgütlenmesi için çok iyi bir fırsat! Hangi tarikatların? Kadro ve ihale paylaşımında pay sahibi olan tarikatların. Hangi tarikatların? Türkiye’de bir kesim ‘aydınımız’ tarafından yıllarca ‘sivil toplum’ muamelesi gören tarikatların/cemaatlerin! Saymaz’ın verdiği bilgiye bakılırsa yalnızca İstanbul’da 445 ‘tekke’ faaliyette. Nakşiliğin kolları ‘Menzil’ ve ‘İsmailağa’ cemaatleri ‘binlerce’ Kuran kursunu yönetiyor. Bu arada, tabelasında ‘Talebe’ yazan mekânların çoğu Süleymancıymış! Kitapta ‘Süleymancılar’ın faaliyetleri ve devlet içindeki etkileri/etkinlikleri hayli kapsamlı bir yer tutuyor. Yaşasın sivil toplum!

Peki ‘Ak yurtlara’ ne demeli? AKP’lilerin kurduğu vakıflar ve onların yurtları. Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın kurduğu TÜGVA 52 yurt açmış! Şu meşhur (!) Ensar Vakfı’nın on bir şehirde yirmi yedi yurdu varmış.

Aralık 2015’te Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Karaağaç Kuran Kursu’nda çıkan yangında ölen çocuklar ve gençler. Şikâyetçi olmayan, çocuklarının yanmasını ‘Allah’ın takdiri’ olarak gören, görmek zorunda kalan veliler. Diyanet dahil hiçbir kurumun sorumluluk almaması...

Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Balcılar Beldesi’ndeki Sülemancılar’a ait Özel Boğaziçi Kız Öğrenci Yurdu’nda (kaçak!), Kasım 2008’de LPG patlamasında can veren 18 kız çocuğu. Tarikatın yasa değişikliğiyle kurtarılması, bir iki kişiye verilen cezanın (avukat Hakkı Ünalmış’ın kişisel kararlılığı sayesinde) ardından ‘dernek yöneticilerine’ gelen beraat kararları, söylenen yalanlar ve on sekiz aileden yine yalnızca dördü şikâyetçi...

Ağustos 2015’te, Kütahya Özel İkizhüyük Ortaöğretim Erkek Öğrenci Yurdu’nda kolunu ‘kıyma makinesinde’ kaybeden çocuk Nurettin. Kimi yurt görevlilerin tehditleri. Tedavisi için verilen “200” lira! Yalancı müdürün beraat etmesi, korunması. Çaresiz, gariban aile...

Süleymancılar’ın Aladağ’daki yurtlarında, Kasım 2016’da on bir çocuğun (ve bir görevli) yanarak ölmesi. Yalan ifade baskısı. Kurtarılmaya çalışılan sorumlular...

Konya’daki Ensar Vakfı yurdunda tecavüze uğrayan çocuklar ve çoğu ailenin sessizliğe bürünmesi (kitabın bu kısmında gazeteci Mustafa Hoş ile söyleşi ve Hoş’un “Bu ülke vicdanını Karaman’da kaybetti.” ifadesi)...

Ve diğerleri...

Hepsinde, devletin çekildiği alanlara bir hastalık gibi yayılan tarikatlar, cemaatler, korunan (hatta kimisi ödüllendirilen) kamu görevlileri, korkan, çekinen aileler. Yoksulluk. Cehalet. Din sömürüsü. Çocuklarını kaybeden ailelere demişler ki, “Şikâyet etmeyin, onlar sayesinde siz de cennete gideceksiniz!” Ne güzel değil mi! Çocuğun yanınca sen de cenneti garantiye alıyorsun. Şu tarikatlar ne kadar iyi, ne kadar düşünceli dindarlardan oluşuyor!

Kızı yanarak ölen Aladağlı bir baba şöyle söylüyor:

“Devlet olsa bir böyle olmazdık abi...”

Acılı babanın “Devlet” dediği, Cumhuriyet’tir. Yalnızca bir ‘devlet biçimi’ olarak cumhuriyet değil. ‘Kimsesizlerin kimsesi’ olabildiği ölçüde adını hak edecek cumhuriyet...

BİR DİĞER KİTAP

Hediye Vermek ve Hediye Almak Üzerine, Wilhelm Schmid, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2018, 72 syf.

Her yazıda bir kitap anlatıyorum. Ancak bu kez bir istisna olsun. İsmail Saymaz’ın kitabı, hepimiz için ‘gerekli moral bozukluğu ve kızgınlığa’ neden olan iyi bir arşiv çalışması. İkinci kitap ise yine çok ihtiyaç duyduğumuz ‘moral ve mutluluğa’ katkı sağlayacak, hoş mu hoş bir eser. Anlatmayacağım, alıp okursunuz nasıl olsa! Adı "Hediye Vermek ve Hediye Almak Üzerine.” (İletişim, 2018) Geçen günlerde yayınlandı. Alman felsefeci Wilhelm Schmid kaleme almış. ‘Hediye’ üzerine bu denli güzel bir kitap yazılabilir miymiş?! Yazılırmış demek ki. Hediye vermek ve almak ne anlama gelir? Sevgi vermek, zaman ayırmak, iyi arkadaşlıklar ve misafir ağırlamak, hediye değil midir? Peki insanın kendine verdiği hediyeler? Yazar diyor ki; “Hediye vermek güzeldir ama zahmetlidir... Hediye vermek sanatı hayatı güzelleştirmeye ve zenginleştirmeye katkıda bulunabilecek birçok sanattan biridir. Lakin bütün sanatlar gibi hediye verme sanatı da bir bilgi ve maharet gerektirir...” Yetmiş küsur sayfalık kitap, değerli bir ‘ayrıntı.’ Gözden kaçmamasında yarar var.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.