YAZARLAR

Yitirdiğimiz adaleti Yemekteyiz’de bulabilir miyiz?

Hak gözetme, denge, denklik, doğruluk, karşılıklılık, eşitlik, hukuka uygunluk gibi ahlaki veya normatif kıstaslarla belirlenen bir adalet anlayışının ötesinde, adaleti demokrasi, ifade özgürlüğü ve hoşgörü (aslında demokrasi literatüründe bir süredir bu kavram yerine karşılıklı kabul kullanılıyor) kavramları aracılığıyla açıklamanın, bugün adaleti yitirmenin ne anlama geldiğini ve onu yeniden tesis etmenin neden önemli olduğunu göstermesi açısından gerekli. Zira adaletin kaybolması, yirmi birinci yüzyılda, bir arada yaşamanın ve aslında bir toplum olarak var kalabilmenin zeminini yitirmek anlamına geliyor.

Hans Kelsen, Adalet Nedir isimli makalesinde metafizik ve rasyonalist adalet anlayışlarının açmazlarını değerlendirdikten sonra bir bilim insanı olarak göreceli adalet felsefesini benimsediğini açıklıyor. Kelsen’e göre, adaletin mutlak bir tanımına ulaşmak mümkün değil; buna karşılık, göreceli adalet felsefesinin belirleyici ahlak ilkesi olan hoşgörü, “diğerlerinin siyasi fikirlerine ve dini inançlarına karşı, onları kabul etmeksizin, fakat onların özgür olarak ifade edilmesini engellemeyerek anlayışlı olmayı” gerektiriyor. Böylece yazar, adalet, hoşgörü ve düşünce/ifade özgürlüğü arasında yakın bir ilişkinin varlığını ortaya koyuyor. Dahası adaletin “koruması altında hakikat arayışının gelişebileceği bir toplumsal düzen” gerektirdiğini, bu nedenle de ona göre adaletin demokrasi, özgürlük, hoşgörü ve barış adaleti anlamına geldiğini ileri sürüyor.

Kelsen’in makalesine, adaleti yitirmenin, daha doğrusu toplumsal ilişkileri sürdürmeyi mümkün kılan bir bağ olarak adalet duygusunu yitirmenin ne anlama geldiği üzerine düşünürken rastladım. Hak gözetme, denge, denklik, doğruluk, karşılıklılık, eşitlik, hukuka uygunluk gibi ahlaki veya normatif kıstaslarla belirlenen bir adalet anlayışının ötesinde, adaleti demokrasi, ifade özgürlüğü ve hoşgörü (aslında demokrasi literatüründe bir süredir bu kavram yerine karşılıklı kabul kullanılıyor) kavramları aracılığıyla açıklamanın, bugün adaleti yitirmenin ne anlama geldiğini ve onu yeniden tesis etmenin neden önemli olduğunu göstermesi açısından gerekli olduğunu düşünüyorum. Zira adaleti yitirmek demek, yirmi birinci yüzyılda, bir arada yaşamanın ve aslında bir toplum olarak var kalabilmenin zeminini yitirmek anlamına geliyor.

Adaleti yitirmenin can yakıcı sonuçlarını her gün birebir yaşıyoruz. Sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, okullarda, işyerlerinde ve evlerimizin görece güvenli olması gereken duvarlarının arkasında… Bugün zedelenen adalet duygusu, yalnızca toplumun belli kesimlerinin, muhaliflerin, etnik ve dinsel azınlıkların, LGBTİ’lerin, kadınların, gençlerin ve çocukların geleceğe dair ümitlerini ortadan kaldırmakla kalmıyor; bu kesimlerin maruz kaldıkları haksızlıkları önemsiz ya da ülkenin dirliği, kalkınması, istikrarı, ulusun çıkarı için gerekli görenler de, kurunun yanında yaş da yanar mantığıyla hareket edip bu haksızlıklara istisnai durumlar olarak göz yummak gerektiğini ima edenler de zedelenen adaletin potansiyel kurbanları konumundalar. Kendi köşelerinden olup biteni izleyen veya “mutlu azınlık” içinde kalabilmek adına değerlerinden feragat edenler, aynı kırılgan durumda bulunduklarının, bana olmaz dediklerinin kendi başlarına da gelebileceğinin farkındalar. Henüz bunun farkında olmayan var ise şöyle bir durup etrafına bakınmasını öneririm: Hukuk kuralları herkese eşit uygulanmıyor, gazeteciler, politikacılar, akademisyenler görüşlerini açıkladıkları için tutuklanıyor. İnsan hakları savunucuları hiçbir somut delil olmaksızın ve ağır suçlamalarla haksız yere uzun tutukluluklar yaşıyor. Yüz bini aşkın çalışan haklarında bir yargı kararı olmaksızın işlerinden atılıyor, seyahat özgürlükleri kısıtlanıyor, eğitim hakları engelleniyor. Büyük gazeteler, televizyonlar, bültenlerinde gerçekte olup bitenleri değil, yalnızca “yetkili mercilerce” yayınlanmasına izin verilenleri ya da “yetkili mercileri” üzmeyip memnun edeceğini düşündükleri haberleri, onların münasip gördüğü bir dille yayınlıyor, aksini yapanlar cezalarla ve türlü yıldırmalarla baş etmek zorunda kalıyor. Bütün bunlar yaşanırken Kelsen’in adaletin temelinde yattığını belirttiği ifade özgürlüğünden söz etmek ne mümkün?

Hala bir rejimin demokratik olup olmadığının temel göstergesi olarak kabul edilen seçimlere trafolara giren kediler, YSK’nın sonradan geçerli kabul ettiği mühürsüz oy pusulaları vb. aracılığıyla gölge düşmüşken; meclis etkisiz hale getirilmiş, olağanüstü hal olağanlaşmış, yasaların yerini her konuda çıkarılan kararnameler almışken; ülke eğitim sisteminden arabaların cam filmine kadar bir kişinin iki dudağının arasından çıkan talimatlarla yönetiliyorken adil bir rejimden, ya da demokrasiden söz edebilir miyiz?

Herkes için aynı kriterlerle uygulandığı düşünülen sınavlarda on yıldan uzun bir süre boyunca hak yenildiği, yandaşların, cemaat mensuplarının kilit konumlara, işlere liyakate göre değil sınav soruları çalınarak ya da doğrudan sonuçlara müdahale edilerek yerleştirildiği ortaya çıktı. Üç-beş sayfalık sahte doktora tezleriyle, aşırma makalelerle ya da burçların işe alınmadaki etkisini inceleyen sözde araştırmalarla bilim insanları yetiştirilip doktor, doçent hatta profesör ünvanları bahşedildiğini gördük. Yandaş vali, rektör, parti il başkanı vb. kimselerin eşlerinin, çocuklarının hatta yedi göbek akrabalarının üniversitelerde, kamu kurumlarında işe yerleştirildiği açığa saçıldı. Bütün bunlar yaşanırken toplumun adalet duygusunun zedelenmediğini varsayabilir miyiz?

Çocuk istismarları karşısında hiçbir somut önlem alınamamış, hala çocuğun rızasının olup olmadığı tartışılıyor, hala erkekler eşlerini, eski eşlerini, sevgililerini ve eski sevgililerini ya da sevgili bile olmadıkları kadınları sokak ortasında öldürebiliyor; Diyanet çocuk evliliklerini olumlayan yayınlar yapabiliyorken toplumun adalet duygusunun zedelenmediğini ileri sürebilir miyiz?

Bizi bir arada tutan adalet duygusu bu denli zedelendiğinde, toplum var kalabilmek için onun bir taklitçesine, Baudrillard’ın ifadesiyle bir adalet simülakrasına ihtiyaç duyuyor olmalı. İşte bu noktada adaleti televizyon dizilerinde, magazin programlarında, yarışmalarda ve bir yemek programında aramaya başlayabiliyoruz.

“Yemekteyiz”, yaklaşık on yıldır yayında olan bir program. Ekşi sözlükte tam 265 sayfa giriş olduğuna göre, epeyce de takip edildiğini düşünmek yanlış olmaz. Hem yayın saati nedeniyle, hem de yemek yapmakla aram pek iyi olmadığından olsa gerek, şimdiye kadar izlememişim. Geçtiğimiz haftanın başında, can sıkıntısıyla kanallar arasında dolaşırken rast geldiğimde programın sunucusu Onur Büyüktopçu’nun yarışmacılara ayar çekerken sarf ettiği sözler beni bu yazıyı yazmaya yöneltti. Hafta boyunca programın bütün bölümlerini izledim; sonra geçmiş bölümlere de göz attım. Formatı biliyor olmalısınız. Beş yarışmacının her biri, kendi günlerinde yemeklerini pişiriyor ve diğer yarışmacılarla program sunucusunun beğenisine sunuyorlar. Yemekler yeniyor, eleştiriliyor ve gün sonunda diğer yarışmacılarla sunucu yedikleri yemeklere on üzerinden puan veriyorlar. Haftanın finalinde puanlar açıklanıyor ve en çok puan alan yarışmacı on bin liralık ödülü kazanıyor. Yarışmacıların kast ajansından seçildiği, ellerine bir senaryo verildiği vb. yorumlarını bir kenara bırakarak Onur Büyüktopçu’nun yarışmacıların diğer yarışmacılara puan verirken yaptıkları “adaletsizliğe” isyan edişi üzerinde duracağım. Zira puan verirken ya da yemekleri eleştirirken “adil” olmak, izlediğim kadarıyla hem yarışmacıların, hem de sunucunun dilinden düşmüyor. İlgimi çeken, haksızlık yapmaktan ya da haksızlığa uğramaktan değil, apaçık adil olmaktan ve adaletsizliğe uğramaktan söz etmeleri. Sunucu, önüne konulan yemekleri iştahla yedikten sonra ev sahibine iki puan veren yarışmacıya soruyor: “Ben salatasını yetiştiremediği için bir puan kırdım. Benim yüksek puan verip de sizin iki puan vermeniz adil mi sizce? Ben salata olmadığı için bir puan kırdım. Siz neredeyse sekiz puan kırdınız.” Sonra, verdiği yüksek puanlarla yarışmacıların yaptığı adaletsizliği kendisinin telafi ettiğini söylüyor. Adil puanlar veren yarışmacısını tebrik etmeyi de ihmal etmiyor. Bu sırada yarışmacıların tümü, kendilerinin diğer yarışmacılara puan verirken çok adil davrandıklarını, ancak diğer yarışmacıların onlara adaletsizlik yaptıklarını iddia ediyorlar.

Bundan birkaç gün önce, bir yerel mahkemenin Anayasa Mahkemesi’nin tutuklu gazeteci/akademisyenler için verdiği tahliye kararını uygulamayı reddetmesi ile birlikte, yalnızca Murat Sevinç’in “Bildiğimiz Her Şeyin Sonu” başlıklı yazısında belirttiği gibi Anayasa’nın değiştirilemez ikinci maddesinde yer alan “demokratik hukuk devleti” ilkesi yürürlükten kaldırılmış olmadı; ne yazık ki toplum olarak uyum içinde yaşamamızı sağlayan son adalet kırıntıları da yok edildi. Elimizde kala kala yemek programlarında adaleti arayan sunucu, kendilerinin her zaman adil başkalarının ise hep adaletsiz olduğunu düşünen yarışmacılar ve ekran başındaki izleyicileri kaldı.

Telefon ısrarla çalıyor, ne var ki açan yok. Yalnızca telesekreterin mekanik sesini duyuyoruz uzun süredir: Aradığınız adalete şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra yeniden deneyiniz.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.