YAZARLAR

Celal Bayar, ‘subliminal’ mesaj mı veriyordu?

27 Mayıs’ı darbe olarak adlandırmayan Celal Bayar, söz konusu darbe tanımını bugün yapsaydı, müebbet talebiyle, tutuklu yargılanıyordu...

Hazır Demokrat Parti’den (DP) başlamışken, bugün, 1950-60 arasında Cumhurbaşkanlığı (İttihat ve Terakki kariyeri ve diğer önemli görevlerini anlatmaya herhalde gerek yok) yapan, DP’nin Adnan Menderes’le birlikte en önemli sembolü olan Celal Bayar’ın bir ‘söyleşisine’ bakalım. Söyleşiyi yapan, Türkiye tarihi, DP, Bayar ve Menderes hakkında çalışmaları bulunan İsmet Bozdağ. Bozdağ, DP ve Menderes hakkında yazmayı düşündüğü kitap üzerine çalışırken Celal Bayar ile uzunca bir söyleşi yapmış, banda aldığı söyleşiyi, yazmayı düşündüğü biyografinin bir yan ürünü olarak yayınlamış. Benim elimde hayli eski bir baskısı var ve ne yazık ki tarih yok. Ancak çeşitli kaynaklarda, bu baskının 1969 tarihli olduğuna dair bilgi mevcut. Baha Matbaası’ndan. İnternette yaptığım gezintide, önce Tercüman gazetesi, son olarak Truva Yayınları tarafından (2010) yapılmış baskılarına da rastladım. Görebildiğim kadarıyla son yayınevi, Truva.

Kitabın adı, Başvekilim Adnan Menderes.

Celal Bayar Anlatıyor: Başvekilim Adnan Menderes, Tercüman Yayınları. Celal Bayar Anlatıyor: Başvekilim Adnan Menderes, Tercüman Yayınları.

Bu kitap hakkında yine iki yazı kaleme alacağım. İlki Bayar’ın genel atmosfere ve 27 Mayıs’a, ikincisi Bayar’ın Menderes ve 1950 sonrası iktidar ile önemli kırılma anlarına bakışı.

Önceki iki incelemede, ilk siyasal parti monografisi olan, Cem Eroğul’un Demokrat Parti adlı eserini anlatmaya çalışmıştım. Bu kez Menderes’in siyaset öncesi ve siyasi kariyerini, Celal Bayar’ın bakış açısıyla özetlemeye çalışacağım. Birkaç açıdan etkileyici bir söyleşi (171 sayfa). Bayar’ın siyasete, anayasaya, iktidar muhalefet ilişkilerine, Türkiye’ye bakışını anlamak; Bayar’ın Menderes algısını görmek; 1950-60 arasındaki gerilimin tümüyle farklı bir pencereden yorumlaması ve bir de tabii günümüzün ‘sağ siyasetçi klişelerinin’ hayli ‘köklü’ olduğunu sergilemesi açılarından!

Bayar, söyleşisinin tamamına yakınını DP’nin iktidara gelişi ve en önemli eşiklerin anlatımına ayırıyor. Muhalefet ile gerginlik ve DP’nin son yılları, hayli yüzeysel geçilmiş.

Yazının başlığına sonda geleceğim.

Bayar, Menderes’i I'inci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde tanır. O devirde İT’nin İzmir ‘Katib-i Mes’ul’ü. II'nci Meşrutiyet ardından yeni okullar (İT Mektepleri) açılmaya başlar ve biri de İzmir’de faaliyete başlamıştır. Menderes önce bu okullarda okumuş, sonrasında Kızılçullu’daki Amerikan Koleji'ne gitmiş. İşte oradayken, iki arkadaşıyla birlikte bir gün Bayar’dan randevu istemişler. Konu, eğitim kadrosu içindeki misyoner rahiplerin Müslüman öğrencileri Hristiyan yapmak istemeleri! Bayar bu şikâyeti ciddiye almış ve hemen harekete geçmiş. Yıllar sonra tanıştığında, hatırayı Menderes hatırlatmış. Bayar’ın anekdotu aktarmasının nedeniyse, Menderes’in ‘Milliyet duyguları ve dine saygısı açısından’ çok önemli bulduğu davranışının, onun kişiliği hakkında fikir verdiğini düşünmesi.

Menderes, yıllar sonra Serbest Fırka Aydın İl Başkanı olur. Bayar, bir heyetle Aydın’a ziyaretlerinde, CHP’ye alınması önerilen Menderes ile buluşup dinler ve partiye alınmasını önerir; bu öneri, Mustafa Kemal’in de teşvikiyle Aydın milletvekilliği ile sonuçlanır. Bu sırada, savaş esnasında yarım bıraktığı eğitimini tamamlamak için Ankara Hukuk Fakültesi’ne girer. Bayar o yıllarda İş Bankası’nın başında. 1930’dan sonra sürekli milletvekilliği yapan Menderes, komisyonlarda vergi/mali konularında uzmanlaşır.

Bayar, DP’nin doğum habercisi olan Dörtlü Takrir çalışmalarını, gazetelerde yavaş yavaş başlayan demokrasi tartışmasını, İnönü’nün muhalefet partisi kurulması için yaktığı yeşil ışığı anlatıyor. Bayar, burada benim de katıldığım bir tespit yapıyor İnönü’nün hayal ettiği ‘çok partili demokrasi’ hakkında: “Devlet Başkanı, gerçi Gençlik Bayramı nutkunda da, Meclisi açış nutkunda da demokratik cihazlanmadan bahsetmişti. Ancak bu demokratik cihazlanmadan ne anladığını da bu nutuklarında açıklıyordu. Onun ister göründüğü demokrasi, bir şekil demokrasisi idi.” Sonraki bir iki yılda CHP ile 6 Ocak 1946’da kurulan DP arasındaki büyük gerilimin temel nedeninin, DP’nin bu demokrasicilik oyununu reddetmesi olduğunu, önceki yazıda vurgulamıştım.

Bayar, DP’nin kuruluş aşamasında Türkiye’nin ‘sosyal portresi’ hakkındaki düşüncelerini de aktarıyor ki tüm söyleşi boyunca bu tür genel değerlendirmelere sık başvuruyor. Bayar’a göre, artık bir muhalefet partisi çok gerekli ve yeni rejimin selameti bakımından tehlikesiz; çünkü Atatürk ilkeleri memlekette yerleşmiş, ulusça benimsenmiş durumda. Ayrıca kurulacak parti, tarihimizde hep olduğu gibi yenilikleri yukarıdan değil, aşağıdan yukarıya doğru örgütlemeli. Hatırlarsanız, bir önceki yazıda iki partinin de (CHP ve DP) burjuvazinin farklı tabakalarını temsil ettiğini ve çok partili yaşama ‘solsuz’ geçilmesinde yaptıkları işbirliğinin gerekçesinin de bu olduğunu yazmıştım. İşte Bayar’ın ‘toplum yapısı’ hakkındaki saptamaları, bu görüşü fazlasıyla doğrular nitelikte. Ona göre bizde sınıfsal ayrımlar keskin değil. Tersine birbirlerinin içinde yaşarlar: “Patron işçi ile, ağa çobanla, hem menfaat, hem hayat görüşü bakımından, Batı’daki gibi çatışma içinde değildir! Hatırlayalım, ne diyordu Onuncu Yıl Marşı: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.”

Görüldüğü gibi, Bayar da aynı kanıda! Bayar, Türkiye’deki ‘devlet baba’ sözünün başka bir yerde olmamasını da, halkın devleti kendinden saydığına bağlıyor. Ona göre ‘Şefkat ve adaletle yöneten koruyucu devlet’ geleneğinden geliyoruz. Bayar’ın sınıfsal ayrımların reddi üzerine kurulu bu ‘sınıfsal’ değerlendirmesinin (!), gerek onun gerekse Menderes’in siyasetindeki en güçlü belirleyici olduğunu iddia etmek yanlış olmaz.

Düşüncesinin doğal uzantısı, hiç kuşkusuz 1961 Anayasası ile tanışacağımız ‘özerk’ kurumların reddidir. Bayar’a göre özerk kurumlar yönetime katılmamalı, güçlü iktidarlar, halktan gelen siyasi eğilime göre ülkeyi yönetmeli. Bunun için ideal anayasa, Atatürk’ün 1924 Anayasası’dır. Ayrıca seçim sisteminin de, TBMM’de güçlü bir çoğunluk elde etmeye izin vermesi gerekir. Tabii, laiklik konusunda hassas olunmalıdır ki Bayar bu konuyu ‘tarihsel deneyimler’ ışığında özellikle vurguluyor. Nitekim, iktidarları boyunca 1924 Anayasası'nı değiştirmeyi hiç düşünmediklerini ekliyor.

Bayar’ın 1924 Anayasası hakkındaki düşünceleri, DP’nin anayasa yorumuyla tam olarak örtüşüyor. Mümtaz Soysal’ın 1960’da yazdığı bir makalesindeki ifadesiyle ‘İngiliz tipi parlamenter demokrasiye’ yol verebilecek 1924 Anayasası, hiç suçu olmamasına karşın çatışmanın sorumlusu olarak görülmüştü. DP, özellikle 1954 seçimlerinden sonra giderek daha belirgin bir ‘çoğunlukçu’ anlayış benimsedi. 1924 Anayasası’nın (1961 ile değiştirilecek olan) önemli bir niteliği, meclis hükümeti ile parlamenter sisteme aynı anda yer vererek ‘karma’ bir yapı benimsemesiydi. TBMM, egemenliği kullanan tek organ olarak tanımlanıyordu. Dördüncü maddesine göre; “Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.” DP, eğer egemenlik hakkını ancak TBMM kullanıyorsa, TBMM’de çoğunluğa sahip olanın egemenliği, başka bir organca kayıt ve şart altına alınamaz görüşünü benimsedi. Türkçesi: Çoğunluksam, egemenim! Bayar’ın, 1950’lerde henüz ‘var olmayan’ özerk kurumlara karşı çıkmasının nedeni de bu yorumdu zaten.

Söz konusu ‘egemenlik ilkesi’ değerlendirmesi, her ne kadar 1961 ile terk edilmişse de bugüne, günümüz siyasi kavgasına miras kaldı. Türkiye sağcısı, bugün de ‘muhtar’ (özerk) kurumlara karşıdır, başta AYM olmak üzere bağımsız yargıdan rahatsızdır (kendi yanına alıncaya dek!) ve hemen her freni ‘oligarşik bürokrasinin bir tezahürü’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Halihazırda, AKP’nin ‘milli irade’ saplantısı, DP/Bayar’ın benimsediği ‘çoğunlukçu’ tercihin başka siyasetçiler tarafından dile getirilmesinden başka bir şey değil.

Gelelim bu yazının garip başlığına.

Kitabın ilk kısmında uzun sayılabilecek bir ‘Önsöz’ kısmı var. Bayar, DP ve Menderes’in hikâyesini anlatmaya başlamadan önce DP-CHP çatışmasına dair genel değerlendirmeler yapıyor. Bayar’a göre her iki parti de Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini istiyordu ancak devlet yönetimi konusundaki fikirleri birbirinden farklıydı. Kendi sözcükleriyle: “...şairin ‘Ol hakikat yektir amma, iş rivayet muhtelif’ dediği gibi, bizim devlet görüşümüz başka, İsmet İnönü’nün devlet görüşü başka olduğu için, çatıştık ve birbirimize derdimizi anlatamadan 27 Mayıs’a ulaştık.” Bayar, bu sayfalarda yukarıda vurgulamaya çalıştığım ‘çoğunlukçu’ egemenlik tanımın savunusunu yapar.

Bayar, egemenliğin kullanımına getirilen yeni ortaklar olarak andığı kurumları, iki başlık altında toplar: Ordu ve aydın. Hemen ardından ekler: “Bu ise, bin yıllık devlet geleneğimize uygundur denilebilir.” İşte Bayar’a göre Atatürk bu gerçeği gördüğü içindir ki 1924 Anayasası’nda ordu ve aydınları devlet ortaklığından çıkarmış ve bütün gücü TBMM’nin şahsında toplamıştır. Bayar’ın 1924 Anayasası'na ilişkin değerlendirmesinin ‘sorunlu’ olduğu gerçeğini bir yana bırakarak, 27 Mayıs yorumuna gelelim.

‘27 Mayıs nedir?’ sorusuna Celal Bayar, 2017’nin Türk savcı ve hakimlerini çileden çıkaracak bir yanıt veriyor: “1961 Anayasası'na, 27 Mayıs Anayasası diyenler vardır. Bu görüşün doğru olduğunu sanmıyorum. Çünkü, 27 Mayıs, Halk Partisi ile Demokrat Partisi arasında sürdürülen Anayasa tefekkürü buhranının milleti usandırıp bezdirdiği bir anda alınmış ‘Fiili bir durumdur.” Çünkü 27 Mayısçılar müdahalelerinin gerekçesini ‘Kardeş kavgasını önlemek’ olarak açıklayıp ‘Bir an önce seçime gidileceğini’ duyurmuştur. Nitekim bir yıl içinde olağan rejime geçilmişti. Bayar, bu nedenlerle 27 Mayıs’a devrim denilemeyeceğini (haklı olarak) ancak bir darbe de denilemeyeceğini söylüyor.

Şöyle ki: “Hayır, bir hükümet darbesi de değildir. Çünkü hükümet darbesi, fikri olsa da olmasa da iktidarda kalmak ve devleti sürekli olarak yönetmek için yapılır. Bir çeşit iktidar hastalığıdır. Küçük bahanelerle veya bahanesiz gelir, oturur, sonra, başka bir darbe ile yıkılır gider. Öyleyse, 27 Mayıs’a hükümet darbesi de diyemeyiz. Ne kimseye karşıdır, ne oturmaya niyetlidir...”

Bayar’a göre 27 Mayıs, bir ‘fiili durum’dur. Osmanlı’dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve yürütme gücüne karşı direnişi, müdahalesidir ve dolayısıyla Anayasayı 27 Mayıs’a bağlamamak gerekir.

27 Mayıs’ı darbe olarak adlandırmayan Celal Bayar, söz konusu darbe tanımını bugün yapsaydı, müebbet talebiyle, tutuklu yargılanıyordu...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.