YAZARLAR

Yavaşca’nın ölümünden Kurosawa’nın Düşleri’ne: Mutlu cenaze var mıdır?

Eğer giden, ardında bıraktıkları tarafından, şablonlardan oluşan ve formalite tavırların arasında içtenlikten uzaklaşan bir cenaze yerine, kalpten bir veda ile uğurlanmak istiyorsa, neden olmasın? Ne var ki özgürlüğün sınırları sadece hayatta değil ölümde de bir mengene gibi kuşatır bizi. Ne dinî törenlere uyulmadan gidebilirsin, ne de istesen kül olabilirsin…

Yıl sonunda hep okuruz ya, "bu yıl kaybettiklerimiz" gibi hüzünlü listeleri… Birkaç gün önce önemli bir isim daha eklendi kayıplar hanesine: Klasik Türk müziği sanatçısı, büyük besteci Alâeddin Yavaşça.

Onun ölüm haberini alınca iki duyguyu neredeyse aynı anda yaşadım: Üzüntü ve şaşkınlıkla karışık bir utanç. İkincisinin nedeni, onun daha önce öldüğünü sanmamdı.

Aklıma ilk olarak adını onunla birlikte anabileceğim bir bestesi geldi: "Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok."

Sonra internette baktım, bildiğim ve sevdiğim daha pek çok şarkıda onun imzası vardı: "Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime", "Geçmesin günümüz sevgilim yasla", "Boğaziçi şen gönüller yatağı", "Ne bildim kıymetin", "Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin", "Şimdi bahara erdim", "Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar"

95 yaşında veda ettiği hayatında tıp doktorluğu da vardı ama milyonların onu daha çok bildiği alan müzikti. 25 yaşından başlayarak, yani 70 yıl boyunca 652 beste yapmıştı Yavaşça. Ve 256 ödül almıştı.

Ne devasa bir üretkenlik! Sanat dünyamıza ne kadar büyük bir katkı!

Uzun yaşayan ve toplumuna başarıyla hizmet eden insanların arkasından hep düşünürüm: Ne mutlu böyle dolu dolu bir yaşamın ardından veda edebilmek...

Ama bunu ölenin sevenlerinin yanında telaffuz etmek kırıcı olabilir. Zaten cenaze töreninde eşi Ayten Hanım’ın hüznü, hiçbir ölümün doğal ve mutlu bir son olarak kabul edilmesinin kolay olmadığını gösteriyordu. 

*             *             *

Tarihin en önemli film yönetmenlerinden biri olan Akira Kurosawa 1998’de öldüğünde 88 yaşındaydı. Ölümünden 8 yıl önce Düşler adında sekiz bölümlü çok ilginç bir film yapmıştı. Su Değirmenleri Köyü adlı son düşteki cenaze sahnesinde insanlar, şarkılar ve danslarla düzenlenen kutlamayla mezarlarına uğurlanırlar.

Cenaze töreninin bilge kişisi ihtiyar bir köylü, günümüzün temel sorununu "insanın, doğanın bir parçası olduğunu unutması" olarak saptar. "Temiz hava ve temiz su"dan uzaklaşan ve onlarla birlikte kendi ruhunu da kirleten insan, hayatta en önemli şeyin "rahatlık" olduğunu sanmaya başlamıştır.

"Hep her şeyi değiştirerek daha iyi sonuçlara ulaşacaklarını düşünürler. Akıllı olmasına akıllıdırlar. Ancak doğanın kalbini hissedemezler. Ve sonunda daha mutsuz olurlar. Oysa çok daha azı, mutlu bir hayat için yeterli olabilirdi."

103 yaşındaki adam, bunları anlattıktan sonra 99 yaşında ölen bir kadınla vedalaşmaya hazırlanır. Hakkıyla yaşanmış bir hayat sonrasında neşeli bir cenaze düzenlenmektedir. Adam da bayramlıklarını giyip coşkuyla yola düşerken şöyle der:

"Cenazesine gittiğim kadın, benim ilk göz ağrımdı. Ama kalbimi kırmış, bir başkasını seçmişti."

Gülerek devam eder:

"Bazıları hayat zor diyor. Boş laf bu! Hayat güzel ve eğlencelidir..."

Ardından müzik eşliğinde bir şenlik gibi geçen cenaze törenine katılır.

*             *             *

Ölümün ve cenazenin mutlusu olur mu, tartışmalı bir konu. Ama aklımda unutulmaz bir sahnesiyle yer eden bir film daha var: Rembetiko.

Marika, İzmir'de doğduktan hemen sonra "mübadele gereği" Yunanistan'a göçmek zorunda kalmış, orada da "Türk tohumu" diye aşağılanmış, baskılar ve yoksulluk içinde yaşamış bir şarkıcıdır. Rembetiko şarkılarıyla hayata direnir, hatta kafa tutar, onunla alay eder.

Costas Ferris'in 1983 yılında yaptığı filmin en etkileyici görüntüleri, gözyaşlarıyla sulanan gülücükler eşliğinde düzenlenen Marika'nın cenaze törenidir.

Kalabalık, mezarlığın yeşilliklerle çevrilmiş yolundan ağır adımlarla ilerlemektedir. Öndeki dört kişinin omzunda bir tabut, yolun hemen yanında da kazılmış bir çukur vardır. Tabut çukura indirilir. Üstüne toprak yağmaya başlarken bir yerlerden aniden beliren çalgılar, mezar başında elden ele gezdikten sonra çalgıcılarla buluşur.

Kalabalık şarkı söylemeye başlar. Müziğin coşkusu giderek yükselir. İnsanlar mezarın çevresinden geldikleri yola doğru taşarlar. Çılgın bir dans başlar. Kimi kendi ekseninde döner. Kimi dizlerini yere vurur...

Mezarlığın kısa süreli konukları çılgınca dans edip şarkı söyler.

Dans ederken düşürdüğü şapkasını yerden alıp tekrar başına geçiren biri, bu hareketini neşeli bir selamlaşmaya dönüştürerek mezara doğru bağırır:

- Yaşa Marika!..

Oysa ölmüştür Marika. Ve az önce toprağa gömülmüştür.

*             *             *

"Şarkılarla ve danslarla uğurlanmak"... İlginç bir vasiyet olurdu, değil mi?

Biliyorum, öleni mezarına uğurlama, daha çok gözyaşlarıyla çerçevelenen bir tören olarak bilinir. Ama vedalaşmaların da tıpkı duygular gibi bin bir türü vardır aslında.

Eğer giden, ardında bıraktıkları tarafından, şablonlardan oluşan ve formalite tavırların arasında içtenlikten uzaklaşan bir cenaze yerine, kalpten bir veda ile uğurlanmak istiyorsa, neden olmasın?

Ne var ki özgürlüğün sınırları sadece hayatta değil ölümde de bir mengene gibi kuşatır bizi. Ne dinî törenlere uyulmadan gidebilirsin, ne de istesen kül olabilirsin…

Yaşamak değil sadece, ölmek de zor zanaattır ülkemizde.

Onun için ölülerimizi kederle kucaklayıp mevcut kurallarla toprağa vermek daha uygun görünür genellikle. Ve belki - yeri gelirse eğer - bu ortama uygun bir şarkı mırıldanmak:

“Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok.

Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok.

Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok.

Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok.”


Hakan Aksay Kimdir?

Leningrad Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi’nden mezun oldu. Moskova’da uzun süre Cumhuriyet ve NTV, kısa sürelerle de diğer gazete ve televizyon kanallarının temsilcisi olarak çalıştı. Rusya ve Türkiye-Rusya ilişkileri konusunda birçok projede yer aldı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi’nin kurucu başkanıydı. Moskova’da uzun yıllar Nâzım Hikmet’i anma etkinliklerinin organizatörlüğünü yaptı. Türkçe ve Rusça dört kitap yazdı. 2009 sonunda Türkiye’ye döndü. 11 yıl T24’te köşe yazarı ve programcı olarak çalıştı. Tele1 ve Artı TV’de programlar yaptı. 8 Kasım 2021 - 16 Mart 2022 tarihleri arasında Gazete Duvar Genel Yayın Yönetmenliği yaptı.