YAZARLAR

Uysallar’ın punk parodisi ve kentli plaza zombileri

Çok sevdiğim The Divine Comedy’nin bir şarkı sözündeki gibi “hayatı cetvelle yaşarken santim santim ölen” kentli plaza zombilerinin, içinden çıktıkları ve kurdukları aileleriyle birlikte tekdüze ve boğucu yaşamlarında sıkışıp kalmışlıklarının antitezini punk ideolojisi ve yaşam biçimiyle vermeyi uygun bulan, müziklerinde pek iddialı dizinin lisanslanan eserleri arasında bir tane bile punk şarkısının olmayışı kayda değer.

Son zamanlarda çok fazla şeyi, sık sık merak ediyorum. Çok soru soruyorum, çoğunlukla kendime. Çoğunun cevabını da veremiyorum. Bu sefer bu soruların bazılarını burada, kâğıt üzerinde yine kendi kendime, ama aslında okura, size sormayı düşündüm. Çabuk ve direkt cevapları olmasa da düşündürecek ve sorgulatacak, bazılarının da hiç cevabı olamayacak sorular.

Yakın zamanda gerçekleştirdiğim bir kıtalararası uçuşta aklımı bunlara yorarken, hakkında başta tweetler olmak üzere birçok analize rastladığım ve bende en fazla ismi ve görselleri nedeniyle merak uyandıran yeni Netflix dizisi Uysallar’ı seyrettim. Meseleleri bu kadar ‘temel’ken, derdini anlatmada bu kadar şekilci olması anlaşılır gibi değildi ama okuduklarımdan, gördüklerimden ve duyduklarımdan ötürü nedense pek beğeneceğimi düşündüğüm bu diziyi bu kadar beğenmemiş olmama hem şaşırdım, hem üzüldüm, hem de biraz kızdım. Sonunda, dizinin karakterleri gibi, düşe kalka ve sürü(kle)nerek tamamladım bu ‘sınırlı’ (limited) dizinin sezonunu.

Dizinin yaratıcıları ve yapımcıları bu kadar güçlü isimler olmasaydı sanırım böyle hissetmez, diziyi de ilk bölümün sonunda kapatır ve devam etmezdim. Ama yapımcısından (Kerem Çatay) yönetmenine (Onur Saylak), yazarından (Hakan Günday) oyuncularına (Öner Erkan, Songül Oden, Haluk Bilginer, Uğur Yücel) bu denli güçlü ve saygın bir kadrodan çok daha fazlasını bekliyor insan. Ana akımın, ana akımı bırakın, Türkiye’nin kanımca en iyi, en yetkin, en sofistike, aynı zamanda en pahalı ve lakin en kazançlı hikâyelerini hayata geçiren uzun format içerik üreticisinin, ana akımın dışında bir söylem ve anlatı üzerinden bir şeyler üretirken nedense içine düştüğü sakarlık, her bölümün türlü sahnesinden fışkırıyor. Mevzuyu asgarî müştereklerde anlatayım derken dört bir yani klişelerle döşemekten tutun da kör göze parmak yapılabilecek ne kadar numara varsa es geçmeden yapabilmek büyük bir başarı! Bunca birikim ve zengin insan kaynağından böylesine aceleye ve acemiliğe gelmiş hissi veren bir yapım çıktığını görmek hayal kırıcı. Bu haliyle dizi, şirin bir temsilden öteye geçemiyor.

Entelijensiyamızın söyledikleri ve sunduklarının etrafında pervane olmuş alt-entelijantsiyanın ne kadar derdi, meselesi varsa her birine Youtube skeci niteliğinde, 5’er-10’ar dakikalık kesit sahnelerle değinmeye çalışan, prodüksiyon tasarımı ve oyunculuklar bakımından gayet sorunlu bloklarla her şeyi söylemeye çalışırken hiçbir şey söyleyememe tuzağına baştan düşüp sonra bir türlü çıkamamış gibi dizi. Örneğin, “tecavüz”e değinirken olgunun vahametini kurbanın faile “herif” demesinden, onu da alelacele araya sıkıştırılmış ‘herhangi’ bir sahneyle vermekten öteye taşıyamayan, olayın dramatik boyutunu doğaçlama tınlayan sıkıcı gitar arpejleriyle yansıtan bir özensizlikten bahsediyorum. Öte yandan, dizide başroldeki babasının oğlundan ziyade kardeşi, annesinin de kocası gibi görünen bunalımlı ergen Ege karakterinin derdini sekiz bölüm boyunca anlayamamam da herhalde benim ayıbımdır. Bunun gibi o kadar çok şey var ki dizide, kurcalasan muhtemelen elinde kalır.

Çok sevdiğim The Divine Comedy’nin (Dante Alighieri’nin şaheseri değil de Neil Hannon’un şaheser müzik projesi olan) bir şarkı sözündeki gibi “hayatı cetvelle yaşarken santim santim ölen” kentli plaza zombilerinin, içinden çıktıkları ve kurdukları aileleriyle birlikte tekdüze ve boğucu yaşamlarında sıkışıp kalmışlıklarının antitezini punk ideolojisi ve yaşam biçimiyle vermeyi uygun bulan, müziklerinde pek iddialı dizinin lisanslanan eserleri arasında bir tane bile punk şarkısının olmayışı kayda değer. Henüz ilk bölümün açılış sahnesinde ruhunun çağrısını reddeden kahramanımızın attığı depara senkronize edilmiş Motörhead klasiği Ace of Spades, insanı şöyle bir yerinden sıçratıp umutlandırsa da, devamında gelen The Animals’dan Sid Vicious’a (ki onun My Way yorumu kullanılmış),  Nick Cave’den Pulp’a kadar müthiş isimlerin müthiş şarkıları bu diziye yapıştırma ve zorlama kaçan seçimler. Bu durum, ülkemizdeki dizi ve filmlerin müzmin sorunu olduğunu düşündüğüm müzik süpervizörlüğü eksikliğini bir kez daha derinden hissettiriyor. ‘Punk’ ise “özgür gibi” veya “özgür” olmaya indirgenirken karikatürleşmiş punk tarzının giyim-kuşamda akla gelebilecek her ikonik imgesi kullanılmış. Dizi bir yandan ana kanal prime-time dizilerinden tamamen sıyrılmaya çalışırken neredeyse düşülebilecek her çukura düşüp basmakalıp kültürel işaret ve ögelerle dolmuş. Hâl böyleyken, mahirce yapılabilse çok şık duracak bazı kült / alternatif dizi ve filmlere (Breaking Bad, Donnie Darko, Wes Anderson sineması gibi) göndermeler de cılız parodilerden öteye geçemiyor.

Hani tamamlaması zor bir puzzle vardır, yerini bir türlü bulamadığınız bir parçanın diğerine neredeyse oturduğu ama asla tam oturmadığı ve bunu birkaç defa yaşatan çok zor bir puzzle. Israrla o parçanın çıkıntısını diğer bir parçanın o çıkıntıya uygun gibi görünen deliğine oturtmaya çalışır, itip durur insan. Bazen o kadar zorlayıcıdır ki bu, fabrikanın üretimde hata yaptığına inanacak kadar biçare kalınır. Dizinin değinip de kendi bakış açısını sunduğu birçok noktada böyle bir hal sezinleniyor. Güncel ahvalimize ve ‘modern’ hayatlarımızın eleştirisine dair söylenebilecek ne varsa söyleme kaygısını bir sezona, ama bence yine de gereğinden fazla uzatılmış sekiz bölüme tıkıştırınca aslında hiçbir şey söylenemediğini bu koskoca yazar, yönetmen ve yapımcı kadrosu nasıl algılamamış, hayret! İşte bu soru retorik ama. Zira algılamamış olma ihtimalleri yok. Gayet iyi farkındalar muhtemelen, ancak bugüne değin sipariş ettiği tüm işlerde asgarî müşterek algıya hitap edebilmeyi her şeyin önünde tutuyor gibi görünen Netflix’in yönergeleri doğrultusunda anlatıyı sıklıkla gündüz dizisi kulvarından yürütmek durumunda kalmışlar muhtemelen.

Çağımızın neredeyse her önemli ve kilitli meselesini bir alışveriş listesine dizip her birine eşdeğer miktarda dokunmaya çalışan, ama genelde bunu birer tweet derinliğinde, çağın tüketim alışkanlıklarına uygun, bir lokmalık (‘bite size’) haplarla vermeye çalışmış Uysallar. Bir çırpıda aklıma gelen başlıklar beyaz yaka, punk, plaza, meyhane, fanzin, insanlık hali, yaşlılık, devlet, bakanlık, cezaevi, estetik operasyon, Rus kadın, psikanaliz, BDSM, maaşlı kölelik, rezidans hayatı, başkaldırı, özgür ifade, konformizm, dost ve düşman… Şöyle bir düşününce tıpkı Twitter Türkiye gibi değil mi? Dizinin, bunlar arasında merkez fikirlerden olan punk ideolojisini galiba yücelteyim derken parodileştirmesi, ikonik Ramones t-shirtünün ana akım tekstil ve moda devlerince ‘etkisiz hale getirilmesi’ne benziyor. Bu ıskalama, bir sahnede ‘Türkiye mozaiği’ ve buraların ne çılgınlıklara liman topraklar olduğu betimlenirken, son derece stilize punklarımızın coplarla mehter müziği eşliğinde sokak zorbalarını dövmesiyle tavan yapıyor.

Yine de Öner Erkan’ın canlandırdığı ana karakter Oktay’ın, işine, ailesine, hayata ve varoluşuna Walter White-vari yabancılaşması incelikle ele alınmış, ki bu Breaking Bad’in bile 65 bölümde içinden çıkamadığı, anlatımı zor bir konu. Oktay’ın bir mimar olmasına rağmen mütemadiyen internette inşaat yıkım videoları seyretmesi ve bunu her sabah alarmdan önce uyanıp alarm çalana kadar yapmasıysa dizinin en beğendiğim buluşu. Karakterlerin isimleri (Olcay ve Oktay Uysal, Ege ve Ece kardeşler, Fevri Bar’ın sahibi Fevzi, Moloz vs.), bazı monolog ve diyaloglarda yazarın kendini hissettiren keskin nişancılığı (özellikle Fevzi’nin Oktay’a yaptığı sert konuşma – ki bütün dizinin ana fikri ve teması burada bulunabilir), ‘büyük’ projenin bir cezaevi olması ve onun inşası için seçilen panoramik pastoral lokasyonun sinematografisi, muhtelif kelime oyunları diziye değer katan diğer unsurlardı. Sahneden sahneye, mekândan mekâna prodüksiyon tasarımı ve reji bakımından tutarsızlıklar olsa da bazı sahneler ve mekân seçimleri, dekor ve sanat işçiliği özellikle görsel olarak takdire şayan.

***

Yazının temelinde ve başında yer alan sorular retorik sorular da değiller, içinde kendi bakış açılarımı yansıtacağım, soru kılığına girmiş yorumlar da. Düpedüz ve yalın sorular. Gerçekten merak ediyorum çünkü birçok şeyi ve işin içinden çıkamıyorum. Mesela; memnun musunuz? Bu fazlaca genel ve genelleyici soruyu sorarken, ülkemizde kontrolümüz dışında olup bitenlerden ziyade, üretilip sunulanlardan, sunuluş biçimlerinden, üretenlerin ve sunanların ürünlerini sergileyişlerinden, takındıkları tavırlardan, kullandıkları dilden, ürünleriyle, kendileriyle, birbirleriyle ve sizle olan ilişkilerinden memnun olup olmadığınızı anlayabilmek amaç.

Sorularla başladığım yazı, Uysallar sayesinde sorunlara yoğunlaşmış olsa da, bu dizi ekseninde benim için şu başlıca soruyla bitebilir: ben neden bu diziyi bu kadar önemsedim ve hakkında yazma dürtüsü hissettim? Bu yazının kapasitesini çok aşan birçok diğer sebebin yanında herhalde öncelikle hayatıma damga vuran çok önemli birkaç seneyi ‘punk’ı hücrelerinde yaşayan bir müzik grubuyla ve etrafındaki gerçek punklarla geçirmiş olduğumdandır. Sizi temin ederim ki yaşam tarzı, hayat anlayışı, ideoloji, müzik ve sair tüm ifade biçimleri açısından punk hiç de bu dizide gösterilen şey değil. Dinleyen dinler, gören görür, bilen bilir, yaşayan yaşar.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.