YAZARLAR

Teknik direktörler nasıl daha popüler oldu?

Oyunu sokakta ve sahada değil televizyon ekranında ve bilgisayar monitöründe deneyimlemeye alışan yeni kuşak, kendini oyunculardan ziyade teknik direktörle özdeşleştirdi…

Futbol tarihinin en başarılı ve özgün karakterlerinden İtalyan Giovanni Trapattoni, teknik direktörün takım üzerindeki etkisi sorulduğunda, “İyi hoca takımı yüzde 10 daha iyi, kötü hoca yüzde 30 daha kötü yapabilir” demişti. Hocaların ekibe katkısını ölçme merakı kadim bir soru olarak ortada duruyor. Bir rakam vermek olanaksız, ama Avrupa futbolunda hocalara gösterilen ilgi ve atfedilen önem giderek artıyor.

YARIM SÜRPRİZLER VE HOCALARIN ROLÜ

2020-21 sezonunda Avrupa’nın birçok ligi “yarım sürpriz” şampiyonlar çıkardı. Atletico Madrid (İspanya), Lille (Fransa), Sporting Lizbon (Portekiz), Beşiktaş (Türkiye), Glasgow Rangers (İskoçya) kendi liglerindeki daha pahalı ve güçlü kadroları geride bıraktı. Liglerin yanı sıra turnuvalarda da “plaselerin” yılı oldu. Ne UEFA Avrupa Ligi’ni kazanan Villarreal, ne Şampiyonlar Ligi’ni alan Chelsea, ne de Euro 2020’de kupayı kaldıran İtalya turnuvanın en büyük favorileri arasındaydı.

Futbolda sürprizler her zaman olur, zaten oyun bu yüzden bu kadar sevilir; ama bir sezonda bu kadar fazla görünmesinin bir sebebi olmalı. Akla ilk olarak pandemi geliyor. Seyircisiz statlar, pozitif çıkan oyuncular, sezonun geç başlamasından ve Euro 2020 için erken bitirilme gerekliliğinden doğan sıkışık fikstür gibi olağanüstü faktörler söz konusuydu. Ancak bu faktörlerin daha derin kadrolara ve günlük pragmatik yaklaşıma sahip hocalara avantaj sağlaması bekleniyordu. Hâlbuki daha dar rotasyonla oynayan, oyuncu rollerini net olarak belirlemiş, takımıyla sağlıklı ilişki kurmuş ve prensiplerine sıkı tutunan hocalar ve takımlar başarılı oldu. Kısacası yaşananlar kadroların değil, “hocaların zaferi” gibi görünüyor.

Kaldı ki pandemi kaynaklı olağanüstü şartların etkisi olağanüstü olsaydı, geçmişteki Leicester, Wolfsburg, Hellas Verona örnekleri gibi “şok” şampiyonlar çıkabilirdi. Ama yukarıda sayılan ekiplerin hemen hepsi, sanki tam da Trapattoni’nin ifade ettiği o yüzde 10’luk farkı yaratarak zirveye ulaştı. Tek sezon üzerinden büyük çıkarımlar tabii ki bizi yanıltabilir. Üstelik bir sonucu tek bir sebeple açıklamak ve bu tek etkene aşırı anlam yüklemek de aldatıcı olabilir. Ama hocaların süregelen yükselişinin hem maddi hem manevi gerekçeleri ve yansımaları var.

HOCAYA BONSERVİS ÖDENİR Mİ?

Maddi taraftaki nispeten yeni ve ilginç göstergelerden biri, “teknik direktör bonservisleri”. Bayern Münih bu sezon başından itibaren Julian Nagelsmann’ı takımın başına getirmek için geçtiğimiz nisan ayında Red Bull Leipzig’e 25 milyon Euro ödedi. Sporting Lizbon, Braga’dan 10 milyon Euro bonservisle göreve getirdiği Rúben Amorim’le 20 yıldır ilk lig şampiyonluğunu yaşadı. Leicester City ise Celtic’ten 10.5 milyon Euro’ya transfer ettiği Brendan Rogers’la üst üste müthiş sezonlar geçiriyor. Ekip geçen yıl tarihinde ilk kez Federasyon Kupası’nı kazandı, ligde ise iki yıldır ilk dördü son anda kaçırıyor.

Teknik direktöre bonservis ödemek ilk bakışta tuhaf görünse de, bu bedellerin büyük liglerde vasat altı oyunculara ödendiği düşünülünce, dev kadroları yönetecek hocalar için böyle bir yatırıma girişmekte yadırganacak bir taraf yok. Hatta zaman içinde bu durum sıradan hale gelebilir. Belki de 15 yıl sonra “elit” kulüplerin birden fazla hocanın bonservisini elinde tuttuğunu, bunları “pişmeleri” için farklı takımlara kiraya verdiğini, ardından vakti gelince içlerinden en uygununu seçip kendi ekiplerinin başına getirdiğini görebiliriz.

Bonservisin yanı sıra teknik direktör maaşları da son yıllarda büyük bir yükseliş içinde. Ama burada anlamlı bir farklılık görünmüyor. Daha ziyade futboldaki paranın genel olarak çok büyümesiyle ilgili bir durum. Ne de olsa, Burnley teknik direktörü Sean Dyche’ın dediği gibi, “Bugün teknik direktörlük yaparken 25 CEO ile, hatta 25 şirket ile uğraşıyorsunuz.” Bu kadar şirketi yönetecek kişiye verilen para da doğal olarak büyük oluyor.

FARKLAR VE PROFİLLER

Hocaların daha çok ilgi ve değer gördüğünün tek göstergesi, artan maaşlar veya bonservisler değil. Geçmişte de Mourinho ve Villas-Boas gibi isimler için bonservisler ödendi; Rusya Milli Takımı veya Çin Süper Ligi ekipleri bundan 15 yıl önce de Capello ve Scolari gibi dev profillere büyük paralar verdi. Aslında teknik direktörlere gösterilen hürmet de bugün doğmadı. Geçmişte de Viktor Maslov, Rinus Michels, Bob Paisley, Giovanni Trapattoni, Johan Cruyff, Ottmar Hitzfeld gibi büyük saygı gören teknik direktörler vardı. Ama sayıları çok azdı ve genellikle büyük başarılarla veya devrim sayılabilecek yeniliklerle anılıyorlardı. Üstelik daha ziyade futbol camiası içinde takdir görüyor, taraftarın bilincine çok sık uğramıyorlardı. Neticede oyun sahada oynanıyordu, yani asıl kahramanlar oyunculardı.

Bugün ise Nagelsmann, Favre, Sarri, Pochettino, Bielsa gibi hocalar, kariyerlerinde büyük zaferler olmamasına rağmen marka olmayı başarabiliyor. Oyunun zirvesinde bulunan Guardiola, Klopp, Conte, Allegri, Ancelotti, Zidane, Tuchel gibi isimler ise futbolseverlerin gözünde en az oyuncular kadar güçlü bir etkiye sahip. Bu yaz Aston Villa’dan Manchester City’ye giden Jack Grealish, transferi sonrası yaptığı ilk açıklamada, “Dünyanın en iyi hocasıyla çalışma fırsatına” özel bir vurgu yaptı. Bu yaklaşım giderek yaygınlaşıyor ve sebepsiz değil.

Oyuna dair bilgi arttıkça, seviyeler birbirine yaklaşıyor. Aradaki nüansı yaratmak ise mahir hocalara kalıyor. Artık birçok üst düzey oyuncu, kariyerinin gidişatını belirleyen küçük farkların hocasına bağlı olduğunun farkında. Eskiden kulüp odaklı olan tercihler, bugün hocalara doğru kayıyor. Sırf hoca için daha düşük kontrata razı olan oyuncular bile çıkıyor. Kalitelerin aşağı yukarı denk olduğu ortamda, verimin önemi ister istemez artıyor. Para=Başarı formülü futbolda – gerek oyunun yapısı gerekse oyuncu sayısından dolayı – örneğin basketbol kadar net işlemediğinden, hocaların aracılığına fazladan bir ihtiyaç duyuluyor.

Bunun içinse eski buyurgan figürlerden ziyade, oyuncularla konuşan ve onları belli bir oyuna ve plana ikna edebilen yeni profiller tercih ediliyor. Bugünün yıldız hocalarından hemen hiçbiri, bundan 30 yıl önceki “babacan” antrenörlere benzemiyor. Daha profesyonel, daha metodolojik, daha kesin ve keskin talimatların yer aldığı bir anlayış hâkim. Geçmişin büyük oyuncuları olmaları da gerekmiyor. Mesela yukarıda adı geçen, bonservis ödenen hocaların ilginç bir ortak noktası var. Amorim hariç hiçbiri üst düzey futbol oynamadı. Yani verili gerçeklere takılıp kalmak yerine, kendi stillerini yaratmak zorundaydılar. Bu sürekli zihin egzersizi bazen başarı için ekstra avantaj getirebiliyor. Üstelik oyunculuk kariyeri yerine teknik direktör becerisine odaklanmak liyakati öne çıkardığından, Avusturya’da futbol yazıları yazan bir genç, on yıl sonra kendini bir Bundesliga ekibinin başında bulabiliyor. Havuz genişledikçe, içinden kaliteli teknik direktörler çıkma ihtimali de doğal olarak artıyor.

HEPİMİZ HOCAYIZ

Teknik direktörlerin daha değerli ve önemli görünmesinin ana nedenlerinden biriyse, daha fazla göz önünde olmaları. Bu da internet çağının getirdiği, ortalama bilgi düzeyindeki artıştan kaynaklanıyor. 25 yıl önce bir “futbol üstadının” sahip olduğu teorik bilgi, bugünkü genç bir futbolseverin kolayca ulaştığı malumatın yanında çok mütevazı kalır. Üstelik o zamanlar sadece kendi liginizi – belki birkaç tane de büyük yabancı kulübü – takip edebilirken, şu anda dünyanın her ligine dair her tür istatistiğe, görüntüye ve analize ulaşmak mümkün. Bu durum, oyun üzerine daha çok kafa yormayı, teknik ve taktik incelikleri daha detaylı ele almayı beraberinde getiriyor.

Bilgisayarın, futbol simülasyonlarının ve özellikle menajerlik oyunlarının etkisini de yadsımamak gerek. 1990’ların sonundan bu yana genç futbolseverler oyuncuların pozisyonlarını, rollerini, dizilişleri, taktikleri ve stratejileri bu oyunlardan gördü; öğrendikleri sayesinde sahaya taze bir merak ve iştahla baktı. Üstelik aynı kuşak ve devamı, oyunu sokakta ve sahada değil, televizyon ekranında ve bilgisayar monitöründe deneyimlemeye alıştığı için, kendini oyunculardan ziyade teknik direktörle özdeşleştirmek gibi yeni bir davranış biçimi geliştirdi. Dijital taktiksel okuryazarlık son derece yaygın. Çoğu seyirci o yuvarlakların, sayıların ve okların ne anlama geldiğini gayet iyi biliyor.

Sosyal medyanın sunduğu sonsuz ahkâm imkânı da yardımcı oldu. Hocaların her tercihine ve kararına yorum getirmek kolaylaştıkça teknik direktör hamleleri daha titiz incelendi. Neticede ilgi ve popülarite artışı yaşandı. İşin içine örtük bir imaj kaygısı da eklenmedi değil. Oyunculuk en nihayetinde bedensel bir işti, hocalık ise zekâya bakıyordu. Kendini hocayla özdeşleştirmek, oyunculuk gibi basit bir görevle değil, teknik direktörlük gibi kompleks bir yapıyla bağ kurabildiğiniz anlamına geliyordu. Bu bindirilmiş hiyerarşi hocalığın statüsünü daha da yükseltti.

YENİ SAHİPLER, YENİ FORMÜLLER

Her hiyerarşiyi olduğu gibi bunu da ilk benimseyenler, gücü elinde tutanlar oldu. 21. yüzyılla birlikte ortaya çıkmaya başlayan milyarder kulüp sahipleri, bu zekâ fetişizmini kucakladı. Abramoviç Chelsea’nin takımın başına Mourinho’yu getirerek futbol dünyasına öncülük etti. Premier Lig, önemli hocaları ithal ederek standardı belirledi ve belki de ilk kez gerçekten zirveye çıktı. Kulüp başkanları – özellikle de sahipleri – yıldızlara ederinden çok daha fazla para ödeyen “kafasız sonradan görmeler” değil, akla ve bilgiye önem veren “zeki zenginler” olmak istiyorlardı. Bu sayede Chelsea, City ve sonradan gelen Liverpool gibi kulüplerin sahipleri, kaynağı belli olmayan – daha da kötüsü, çoğu zaman belli olan – paralarını hoş, kendilerini akıllı gösteren bu formüle tutundular.

Haklı da çıktılar. Çok iyi takımlar kurup büyük başarılar yakaladılar. Önce kaliteli bir hocayı – bazen yanında bir de sportif direktörü – göreve getirip ardından oyuncu transferine yönelmek ve bir iki sezon sabır göstermek, üst düzey futbolda başarının yeni formülü oldu. Bugün Guardiola ismi Manchester City’den ve takımın tüm oyuncularından daha değerli hale geldi demek abartı olmaz. Klopp belki Liverpool’dan büyük değil, ama kadrosundan daha üstün bir marka olma konusunda Guardiola’dan farksız. Tuchel aynı yolda ilerliyor. Paris Saint-Germain ise henüz bu formülü yeterli olgunlukla uygulamadığı ve sabırsız davrandığı için vizyonsuz sayılıyor.

Yeni sezonda da özellikle İspanya ve Türkiye’de, hatta nispeten İtalya ve İngiltere’de, şampiyonluk için çok sayıda aday var. Yarım sürprizler tekrarlanır mı bilinmez, ama yaşanırsa farkı yaratan yine büyük ihtimalle hocalar olacak. Hatta bazen hocalara aşırı anlam yüklenecek, her iyinin ve kötünün sorumluluğu onlara yıkılacak, kimileri haksız yere işsiz kalacak. Ama teknik direktörler üzerine yapılan tartışmalar içi boş kavgalara değil, oyunu kavramlar üzerinden düşünmeye ve konuşmaya katkı yaptığı sürece, futbolla ilişki kurmanın farklı ve eğlenceli bir yolu olarak değerli olmayı sürdürecek…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.