YAZARLAR

‘Sor bakalım neden duyu(ru)ldu?’ savunması üzerine

FETÖ, Biden, Trump gibi ulusal ve uluslararası politik gerekçeleri kullanarak yaptığı savunmada benim için asıl sorun kız çocuğunun haysiyetinin yok sayılmasıdır. Kadınların ve kız çocuklarının ikincilleştirilmesinin düşünsel planda ne denli yaygın olduğu ve meşru sayıldığı açığa çıkıyor. Bu savunmadaki problem sadece suçu gizlemek, inkar etmek veya dikkati siyasi çekişmelere yöneltmekten ibaret görülemez.

Fiil değil fail ve ‘sır açma’ nedenleri(!) üzerine kurulu bir savunma yaptı Eyüp Fatih Şağban. Cinsel istismara uğratılan çocuğun beden dokunulmazlığı, kişilik hakları ihlal edildiği halde işlendiği inkar edilmeyen suç, savunmanın odağında değildi. İsnat edilen suç, sadece abartıldığı iddiasıyla savunmada kendisine yer buldu. Basına yansıyan bilgilere göre hakim sorgusuyla bir nevi köşeye sıkıştığında ikrar ettiği anlaşılan suç isnadını fail, duruşma öncesinde de savunmasında da hiç inkar etmedi. Aksini ispat yoluna kesinlikle gitmedi. Fiili hafifseyerek Türkiye yargısına musallat olan o ‘babacan tavır’ illetine sığındı.

Politik atmosferi savunmasında bir araç olarak kullanıp uluslararası İslamafobik söylemi ve ulusal kutuplaşmışlık gerçeğini kendisine dayanak yapmak istediğini görüyoruz. Ataerkil şiddet faillerinin sıkça başvurduğu, dikkati mağdura çevirme kurnazlığının ötesine geçen taktiksel savunma sergilemesinin nedenlerine eğilmekte yarar var. Duruşma öncesinde kamuoyunu ama daha çok istismar ettiği çocuğun ailesini, müritlerini, bağlılarını ve elbette rakip ya da refik tarikat/cemaat ehlini, inkar etmediği fiilin suç teşkil etmeyeceğine ikna için mistik bir bulut yaratma yoluna gitmişti. ‘Sır, sır açma, zuhurat’ gibi tasavvufî kavramlara yaslanarak giriştiği bu ikna çabası yargı aşamasında yerini politik gerekçelere bıraktı. Gerçi olayın duyulmasından itibaren iktidara yönelik ‘sır açma’ anlamına gelen şantaj siyasetini devreye sokarak yargıya taşınmasını engellemek için kendince önlem almaya çalıştığını da görmüştük. İktidar ile ilişkilerini açık eden ‘onca bekçi verdik’ sözüne bir mim koymak gerekir. O ‘verilen’ bekçilerin anayasa ve yasaya uygun, amirlerin emrinde mi yoksa ‘şeyh’ emrinde mi görev yapacağı sorunsalını siyasi şantaj olarak şimdilik bir kenara bırakalım çünkü -belki de kulağı çekildiği için- hukuki savunmasında sır açmak yerine aleniyeti kendi sırrı gibi sunma yoluna gittiği görülüyor.

Cezadan kurtulmak amacıyla suçu perdelemek gibi görülen politik savunmanın düşünsel arka planı cinsiyetçi kodlardan besleniyor. Burada kız çocuğuna yönelik cinsel istismar eyleminin gerçekleşmiş olması tümüyle önemsiz gösterilmiş. Fiilin işlenmiş olması sorun değil ona göre. Hedef kitlesi için de aynı şekilde o fiilin suç teşkil etmesinden, kız çocuğunun beden dokunulmazlığı ve kişilik haklarından daha önemli olan işlenen suçun açığa çıkması. Hani “şüyuu vukuundan beter” sözünün arkasına saklanma alışkanlığından söz ediyorum sanılmasın. Bundan daha fazlası var. Kız çocuğuna verilen değerin göstergesidir bence bu yaklaşım.

FETÖ, Biden, Trump gibi ulusal ve uluslararası politik gerekçeleri kullanarak yaptığı savunmada benim için asıl sorun kız çocuğunun haysiyetinin yok sayılmasıdır. Kadınların ve kız çocuklarının ikincilleştirilmesinin düşünsel planda ne denli yaygın olduğu ve meşru sayıldığı açığa çıkıyor. Bu savunmadaki problem sadece suçu gizlemek, inkar etmek veya dikkati siyasi çekişmelere yöneltmekten ibaret görülemez. O kız çocuğunun insan haklarından soyutlanmış bir beden olarak kabulünün yaygınlığını ortaya çıkartışıdır asıl sorun. Kadınların ve kız çocuklarının insan haklarından soyutlanmış bedenler sayıldığını ve bu anlayışın halen çok yaygın olduğunu ortaya koymasıdır. Geçmişte kaldığını sandığımız cariyelik hukukunun çeşitli tarikat ve cemaat yapılarında halen canlı tutulduğunu gösterir. Cariyelik, egemen erk-ek için iktidarının ona bahşettiği, ‘elinin altındakilerin’ bedenine hükmetme yetkisinin norm haline getirilişidir. Günümüzde ev emekçilerinin cinsel saldırılar karşısında yalnız ve savunmasız bırakılışı bu anlayışla ilişkili kuşkusuz. Nadira Kadirova cinayetinin acele örtbas edilişi buna en yakın örneklerden olabilir. Örtbas edilmenin ötesinde baş şüpheli olması gereken patron, ev sahibi Şirin Ünal her türlü soruşturma ve kovuşturmadan kaçırıldı. Yetmedi tam da kadın haklarıyla ilişkili ve kadına yönelik şiddetle mücadelenin konuşulacağı oturumda, plan ve bütçe komisyonuna başkanlık yaptırılıp adeta kadınlara meydan okunmasıyla ev çalışanlarına cariye muamelesi yapılabileceğine yönelik zihniyeti açığa çıkaran olaylardan.

Eyüp Fatih Şağban da tüm bu alışkanlıklara dayanarak suçu değil suçun açığa çıkışı üzerine kuruyor savunmasını. Komplo sever toplumun kumpas hassasiyetini de kaşımayı ihmal etmeden görünmez kılıyor çocuğun haklarını. Nazif Cifci’nin Homo-sacer için her gün bayram başlıklı yazısındaki şu satırlar bu yönden son derece açıklayıcı: “Temel amaç bir çıplak hayat alanı (belirli bir belirsizlik alanı) yaratmaktır. Kapıyı herkes için açık bırakmak ama kimseyi almamak ve bu durumun yani belirsizliğin ve kuraldışılığın kural olduğu alanın güncelliğini korumaktır. En nihayetinde ortaya çıkacak sonuç çıplak hayat içindeki kutsal insan cinayet olmaksızın, kurban olmaksızın, ölümü kendine reva görülen kişidir.” Tarihin derinliklerinde kaldığını zannettiğimiz cariyelik hukukunu kavramayı kolaylaştıran bu satırlar aynı zamanda kadınlara ve çocuklarına yönelik ataerkil şiddet faillerinin günümüzde bile nasıl olup da korunaklı alanda tutulabildiğini anlamaya da yardımcı olacaktır.

Çıplak hayatlar inşa edilerek “belirli belirsizlik alanı” yaratılmasına ilişkin bir başka örnek de kadın üniversitesi girişimi olmalı. Tıpkı mor taksi, pembe metrobüs gibi kadınlara mahsus alan yaratma teşebbüsleriyle oluşturulacak belirli belirsizlik alanlarının tüm kadınları, insan haklarından soyutlanmış/çıplak hayatlar kategorisine savuracağını düşünmek aşırı yorum olmaz. Kadın üniversitesi ilhamının Japonya’dan alındığını ve cinsiyet eşitsizliğinin bu ülkede ne denli yaygın, ataerkil şiddetle mücadelenin ne kadar zayıf olduğunu da hatırlayalım. Ayrıca cariye ve geyşa arasındaki inkar edilemez benzerliğin yarattığı kadını ikincilleştiren kültürel kodları dikkate alırsak aşırı yorum olmaz. Ancak şu var ki Japonya’daki kadın üniversiteleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarında kurulup günümüzde önemini yitirmiş ve bazıları erkek öğrenci de kabul eder hale gelmişken Türkiye bu köhne uygulamayı yirmi birinci yüzyıla taşımak istiyor.

Tarihin tersine akıtılma çabası, sadece Japonya-Türkiye kıyasından ibaret değil kendi geçmişimize baktığımızda da tarihi tercine çevirme olarak görebiliriz kadın üniversitesi meselesini. Dünyanın pekçok yerinde üniversitelere kadın öğrenci kabul edilmez, Japonya, cinsiyetçiliği aşmak ister gibi görünen kadınlara mahsus üniversite ihdas ederken aynı tarihlerde İstanbul Darülfünunu dinleyici olarak dahi olsa kadın öğrenci kabul ediyordu. Cumhuriyet döneminde ise cinsiyet ayrımcılığı ortadan kaldırılmıştı. Cinsiyetler arası fırsat eşitliği kurulamamış olması bir bahsi diğer elbette. Konumuz açısından önemli olan akademiye öğrenci kabulünde cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldıran bir eğitim geçmişimizin tersine çevrilmesidir.

İmam hatip liselerinde ve bazı ilahiyat fakültelerinde karma eğitim ilkesinin hilafına uygulamaları, tevhid-i tedrisat ilkesinin bir başka yönden yok sayılmasıydı. Cinsiyet açısından tefrik-i tedrisat uygulamasıydı ve ayrımcılığın yarı resmi kurumsallaştırılması oldu. Şimdi baştan kadınlara özgü bir üniversite kurulmakla tüm kadın üniversite öğrencileri, insan haklarından soyutlanmış/çıplak hayatlar sayılma riskiyle karşı karşıya diyebiliriz. Kadının toplumsal statüsünün ayrımcılık üzerine yeniden ikincil konumda inşası gibi ileri bir sonuç doğurma ihtimali olması nedeniyle kadın üniversitesi kurulmasını, diğer ataerkil şiddet biçimlerinden ayrı bir yerde tutmak, ilişkisiz konular saymak lüksüne sahip değiliz. Kadın kazanımlarının saldırı altında olduğu bu yıllarda kadın üniversitesi kurulmasını, ‘akademide çeşitlilik’ gibi masumane bir teşebbüs saymak gerçekten ciddi bir zihin konforunu işaret eder. Şağban’ın ev hizmetindeki çocuğa yönelik cinsel istismarını ve Ünal’ın ev hizmetindeki Nadia’nın şüpheli ölümünün örtbas edilişini, kadın üniversitesi kurma çabasından çok farklı, apayrı olaylarmış gibi değerlendirmek gerçekten gaflet olur.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.