YAZARLAR

Sarhoş gezmeler diyarı

Sabah geliyorlardı ofise çiftçiler. Ortak bir dilimiz yoktu. Birlikte toprakta çalışırken, Kamboçya’daki Pol Pot rejimi canlanıyordu gözümde...

Çiftçi sendikasında kalıyordum. Dongpirang, küçük bir Kore kasabasıydı. Yere bir şilte atıp yatıyordum. Zaten bütün Kore yerde yatıyordu. Her şey yerdeydi. Bir şeyin üstünde duran sadece televizyondu. O da sanki çok gerekliymiş gibi, beyin çalıcı, akıl çelici, keyifsiz afyon…

Brezilya’da bir favelada ‘Burada mafya var mı?’ diye sormuştum. Bir hip hop müzik grubu ile konuşuyorduk. "Eğer uyuşturucudan bahsediyorsan her yerde var. Her eve girdi televizyon" demişti solistleri. Üstünde Brezilyalı bir siyah devrimci liderin tişörtü vardı. 

Duş ihtiyacı olunca tuvalette yapıyorduk. Sifona gelen hortumu çıkarıp biraz ileri uzatıyorduk. Ucuna bir süzgeç parçası takıyorduk önce, ufak bir şey, çay süzgecinden yapılmış gibi gelmişti bana ve iyi iş görüyordu. Aynı aparatı çay yaparken kullanmadıkça sorun yoktu.

Ulysses’te vardı: "Ben çay yaparsam, çay yaparım, çiş yaparsam çiş yaparım" diyordu biri "İkisini aynı kaba yapma da" diye cevap veriyordu başkası. Süzgeci sifona takarken aklıma geliyordu hep. İlahi James Joyce diyordum. Sonra su çarpınca unutuyordum edebiyatı filan. Soğuktu su.

Sabah geliyorlardı ofise çiftçiler. Ortak bir dilimiz yoktu. Gülüşerek anlaşıyorduk. Bir İngilizce öğretmeni geliyordu sonra, öğretmenler sendikasından. Birlikte çiftliklere gidiyorduk. İnce gözlükleriyle, ince birisiydi. Birlikte toprakta çalışırken, Kamboçya’daki Pol Pot rejimi canlanıyordu gözümde. Yaşamı anlamaları için entelektüelleri tarlada çalıştırıyorlardı Pol Pot zamanı. İlk hafta ölürdü bizimki. Kelimeler, toprak çapalamakta faydasız kalıyordu, İngilizce olsalar da. 

Ama ben, hayatın senin için meydan okuma demek olduğunu gayet iyi biliyorum, otoriteyi asla kabul etmediğini; beni ve oyunlar oynayan diğerini kenara bırak, sırf bu yüzden dinlemediğin ya da gülerek dinlediğin biri olmak zorundayım hep, bu yüzden hiçbir anlamı yok sana söylememin.*

Sonra yemek yiyorduk. Yerde tabii ki. Pirinç pilavı ve pirinç rakısı mutlaka oluyordu ve lahana turşusu. Politik olarak iyi anlaştığımız söylenebilirdi. Hiç tartışmıyorduk. İnsanın birbirini anlamaması iyi bir şeydi sanırım. Rakıyı çok içeyim diye ısrar ediyorlardı sadece. Pek itiraz etmiyordum. Bizim öğretmen onları engellemeye çalışıyordu. Her zaman, ılımlı olmaya davet ederdi orta sınıf…

‘Hep sarhoş gezmeli’ diyordu halbuki Baudelaire, ‘Aşkla, Şiirle ya da Şarapla’…

Pirinç rakısı daha ağır tabii ki…

Şiir ise politika gibi değil, kelimelere tutsak. Bu yüzden yalan söylenemiyor şiirde.

Geriye aşk kalıyor ki onun da ağzı var dili yok…

*62 Maket Seti, Julio Cortazar, çeviri: Aslı Biçen, Everest Yayınları, 2016.


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...