YAZARLAR

Cambrigde'de yaz

Arkamızda çayırda Cambridge şehir orkestrası klasik müzik çalıyordu. Acemi puntingcilerden biri bazen nehre düşüyordu. Uzun sopadan kayık uzaklaşıyor, ayakları kayıkta, elleri sopada kalıyor ve bir an, havada yıkılmadan durduktan sonra, uzun sopasıyla çamurlu suyu boyluyordu.

Cambridge’in yaz mevsimi güzel olurdu. Gün uzadıkça uzuyordu. Mesai sonrası güneş artıyordu çalışanlara. Hem de en güzel tarafından, öyle delice ve yakıcı değil. Gazete kağıtlarına sarıp, çantaya koyuyordum kadehleri. Kağıt bardaktan içmiyorduk şarabı, kırmızı genellikle. Geleneklerimiz vardı. Şarabı hep marketin ucuz reyonundan alıyorduk ama güzeldiler. Şili şarabıydı daha çok, bu raflara düşen. Fena kırmızıydı ve damağına yerleşip, kalıyordu uzun süre. O sırada Cam nehrinden punting yapanlar, nehrin çamurlu dibinden, uzun sopalarla destek bulup hızla kayıyorlardı suda, acemi olanları, oldukları yerde dönüp duruyordu, üstünde turistler en az 10-12 fotoğraf çekiyordu, arkada şehir orkestrası, klasik müzikte bir es kadar çalmış oluyordu ve ancak şarabın tadı damaktan kayboluyordu, yavaşça…

Punting’de acemi olanları oldukları yerde dönüp duruyordu, hala...

Amele olmanın iyi tarafı da bu, pek işten konuşmuyorsun. Bugün duvar ördük, dün de duvar örmüştük ve yarın da duvar örecektik mesela. Yoksa insan işi yanında taşıyordu. Şarabın içine düşüyordu mesai saatleri, kara sinek gibi. Geri geri yüzer daha çok bardakta mesai, kanatları şarap. Dedim ya amelelik iyiydi. Bu yüzden felsefeden konuşabiliyordu insan.

-Çok havalı oldu-

Gelenchsiter’de ev inşaatında çalışıyorduk o günlerde. Cambridge’nin bir köyüydü. Bertrand Russell, Virginia Woolf, John Maynard Keynes, E.M. Forster, Augustus John, Ludwig Wittgenstein filan da felsefe konuşmuşlardı orada çok..

Bir de fena para da almıyorduk. 3-4 ayda yeni bir yolculuk için para birikmiş oluyordu. Şili şarabımız da eksik olmuyordu, kristal bardaklarda. Belki kristaldi ama bilemiyorum, vurunca çın çın ötüyordu. İkinci el pazarından almıştık. Kaç şato görmüş kim bilir? ‘Şarabınız leydim’ diyordum kadehe koyduktan sonra. Birbirimizin gözlerine bakarak şerefe diyorduk. Çok önemli bu, yoksa kötü sevişir insan. Bir İspanyol inanışıydı bu. O zamanlar cep telefonu da yoktu. İnsanlar daha çok birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı.

Arkamızda çayırda Cambridge şehir orkestrası klasik müzik çalıyordu. Acemi puntingcilerden biri bazen nehre düşüyordu. Uzun sopadan kayık uzaklaşıyor, ayakları kayıkta, elleri sopada kalıyor ve bir an, havada yıkılmadan durduktan sonra, uzun sopasıyla çamurlu suyu boyluyordu. Orkestra o sırada Agitato- hızlı, sarsıntılı ve heyecanlı- bir bölüm çalıyor oluyordu genellikle. Belki de bize öyle geliyordu. Sanki orkestra, düşen acemi puntingci, şarabın kırmızısı, günün son güneşi bizim için toplanmış ve koşarak gelmişti kristal kadehler yanımıza eski icralık bir şatodan.

Neden cenneti beklemeli ki ve kesin kristaldi bence kadehler…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...