YAZARLAR

Kanalizasyon kapağı açılınca…

Sonraki adımların yine kadın kazanımları olduğu billurlaşıyor. Yakın tehlike yine kadının insan hakları. Kriz anında ilk feda edilenler ya da toplum mühendisliğinde öncelikli olarak şekillendirilmek istenenler kadınlar olduğu için. İktidar ve azgın azınlık bu cüreti nereden buluyor? Muhalefetin de kadın örgütlerinin de düşünme zamanı…

Erdoğan’ı aklama yarışı tam gaz…

Bu yarış şimdi de Danıştay 10’uncu Daire üyelerinden üç yargıç üzerindeki siyasi karar verme şaibesini perdeleme şekline büründü.

Kadın düşmanı iktidarı ve yargıda ona tam bağımlı olanları temize çekme anlamına gelen sidik yarışı, ülkenin her sokağını basan lağım suyu havası yaymada.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararı, kadın düşmanı, eşitlik karşıtı ve aynı zamanda hukuk dışı olduğu halde üç yargıç tarafından Erdoğan aklanmış oldu. Birbiriyle rekabet halindeki diğer kadın düşmanları da “biz başardık” yarışıyla üç yargıcı akladılar akıllarınca.

“Altın, yere düşmekle sâkıt olmaz değerinden.” Altın standart denmişti İstanbul Sözleşmesi için. Erkek şiddetiyle ve iktidar tarafından, Erdoğan tarafından resmi politika haline getirilen erkeklik kriziyle mücadelenin primadonnası olduğu gerçeğini, hukuksuz Cumhurbaşkanı kararı da, kendi varlığını sorgulatacak şekilde idari işlemi onaylayan Danıştay hükmü de, muhalefetten görünüp iktidarı besleyenler de yok edemez.

Mevlana’dan Horoz ve İnci hikayesini hatırlayalım. Darı tanesi arayan horoz ne bilsin incinin değerini? Bu iktidar ve bu iktidarı besleyenler ne bilsin İstanbul Sözleşmesi’nin kıymetini? Eskilerin deyimiyle harcıâlem yani pazar işidir kadın düşmanlığı. Kolay satılır, alıcısı boldur ama insana, insanlığa, medeniyete kalıcı etkisi yoktur. İyilikte değil kötülükte yarışanların seçtiği yoldur, kadın düşmanlığı ve kadın düşmanlığının adı bugün İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı. Tarihin çöplüğünü kendilerine menzil seçenlere yol açıklığı dileyelim. Tez kavuşsunlar menzile.

Danıştay kararı hakkındaki etkili değerlendirmelerden birisi, Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Serap Yazıcı’dan geldi. Duruşmada yaptığı etkinin benzeriyle gündemde önemli yere sahip bir yazı yayınladı.Böylece Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar Cumhurbaşkanının inisiyatifine terk edilecektir. Bundan sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni neden feshetmesin?” Evet, güzel soru. Türkiye’nin geleceğini karartan bu karar yargı sürecinin ilk aşamasında geçer not alınca eksen kayması açığa çıkmış olduğundan ilk düşünülenlerden birisi olması normal.

Ancak eksen kaymasının itici gücü, kadın düşmanlığı olarak doğru şekilde tespit edilince sonraki adımların yine kadın kazanımları olduğu billurlaşıyor. Çok daha ilerisi için hedeflenen adımlarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden çıkış hedefi olabilir. Ancak yakın tehlike yine kadının insan hakları. Kriz anında ilk feda edilenler ya da toplum mühendisliğinde öncelikli olarak şekillendirilmek istenenler kadınlar olduğu için.

Anayasa’nın pek çok maddesini ihlal ederek hukuku çiğneyen karar Erdoğan’a, tek karar verici olan Cumhurbaşkanına ait olduğu halde biz yaptık yarışına girenler Erdoğan’ı aklamakla yetinmiyor. Onun yeni hedeflerini de kendi söylemleriymiş gibi ayyuka çıkarmaya başladılar bile.

Erdoğan’ın hukuksuz kararı tek başına yetmezdi, destek güçlerinden Danıştay, kanalizasyon kapağını açtı bir kere. Yedek kuvvetler teyakkuzdaydı zaten. Sonuç olarak toplumca çirkefte boğulmak üzereyiz. İktidar önceden çizdi hedefi ama aklayanlar kendi söylemi sanıyor.

TCK ve bazı kanunlarda değişiklik teklifinin KEFEK görüşmelerinde iktidar vekilinin “sıra 6284’de” sözleri biliniyor. “Suç kadına karşı işlendiğinde, boşanılmış eşe karşı işlendiğinde, ısrarlı takip suçu” gibi yüzeysel değişikliklerin altında yatan 6284’ü işlevsiz gösterme hedefiydi.

Tıpkı 2021 yılının 1 Temmuz'unda Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4’üncü Ulusal Eylem Planı, saraydan ilan edilerek yürürlüğe konulduğunda –ki bir yıldır yürürlükte ama esamisi okunmuyor- İstanbul Sözleşmesi’nin yerine ikame edilmiş yeni bir uygulama algısı yaratıldığı gibi. Oysa beş yıllık eylem planlarının dördüncüsüydü.

6284 sayılı şiddet yasası artık açık hedef ve “kadük oldu” çığlıkları ayyuka çıktı. Bunun yanı sıra çocukların cinsel sömürü ve cinsel istismardan korunması için hazırlanmış olan bu suçlarla mücadele için yazılmış Avrupa Konseyi Sözleşmesi, açık adını söylemekten özellikle kaçındıkları Lanzarote var sırada.

Çocuklara yönelik cinsel suçlar genellikle cinsel istismar adı altında anılır. Yani çocukları hedef alan cinsel taciz ve tecavüzle uluslararası ölçekte güçlü bir mücadeleye girişilmesine niçin karşı çıkarlar? Ve çocuklara yönelik cinsel sömürüye karşı uluslararası ortak mücadeleden niçin rahatsız olurlar? Çocukların fuhşa zorlanması ve çocuk pornosu ile mücadeleden kaçınmanın altında ne yatar?

Sırada CEDAW var. Kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını konu alan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi de kadın düşmanlarını rahatsız ediyor. Henüz iktidar bu sözleşmeye dair açık bir ifade kullanmış değil ama uygulamıyor da. Özellikle erkek şiddetiyle mücadele için hazırlanmış 34 ve 35 sayılı Genel Tavsiye kararları resmi çevirisi bile yapılmayarak, kadın düşmanlarına hedef olarak işaret edilmiş oldu. Bu yüzden onların dilinden düşmediğini bilelim.

İktidar ve azgın azınlık bu cüreti nereden buluyor? Takkeyi önümüze koyup düşünmek gerek. Küçük olsun benim olsun mantıksızlığıyla hareket ederek toplumun her kesimini ve geniş kitleleri yanına çekmek yerine otuz kırk kişiyle gösteri yapmak adına ortaklaşmayı ret edenler, özellikle düşünsün.

ABD kırk yıldır CEDAW’ı imzalamadığı ve kendisine kadınlara ayrımcılık yapma imtiyazı tanıdığı, uluslararası toplum ve ulus ötesi feminizm de ABD’nin ayrımcılık yapma ayrıcalığına sessiz kaldığı için Yüksek Mahkeme kürtaj hükmünü bu denli kolayca kaldırabildi. Tecavüz nedeniyle hamile kalmış 10 yaşındaki kız çocuğunu eyaletler arası yolculuk yapma travmasına da maruz bırakan bu körlük.

Avrupa Konseyi de Birleşmiş Milletler de bu körlükten azade olmadığı gibi devletlerin erkeklik krizinin eseri olan politikalarına duyarsız.

Kadın yaşamını cehenneme çeviren, kadınların yaşam hakkını bile temel haklardan saymayan politikalar geliştirilmesi yargının da desteğiyle mümkün olup kolayca yükletiliyor.

Eylemlerde üç yüz kişi olmak yerine otuz kişi kalmakla yetinildiği için mümkün oluyor bir de.

Muhalefetin de kadın örgütlerinin de düşünme zamanı…


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.