YAZARLAR

Kadına şiddet uygularken, kravat şart değil!

Bu “kollama postüla”sıdır. Hakkını kollamasa da pek; esas haksızlıklarını kollar. Bu silsilenin nihayetinde tüm gücüyle abandığı kişi ise, genellikle kadındır; hemen hepsi elbette, ama özellikle de en yoksul, en kimsesiz, en ıssız kadınlar!

İktidar, içinde “İstanbul Sözleşmesi” olmayan bir “Ankara Gözlemesi” yaparak “Kadına Şiddet”e karşı yeni bir kanun hazırladı.

Ne görüyoruz hemen:
1.Öldürülen, şiddet gören kadınlar iktidarın da sorunu…
2. Fakat öldüren, döven, ezen, mobbing uygulayan erkekler de iktidarın sorunu.
İkisi eşitmiş, denge gerekirmiş gibi!

O yüzden ohal ile iyi hal arasında kalıyor.
Kadınları korumak ile erkekleri kollamak arasında kalıyor.
Bir elini kadınlara birazcık uzatırken, diğer eli erkeklerin omuzunda kalıyor.

Milyonlarca kadın; bilhassa yoksul, ezilen, hırpalanan, eve kapanan, üniversitede okuyabilip bu hayatta istediği bir yer edinmek için uğraşan nice kadın ve genç kız AKP’ye oy verdi, bir kısmı elbet yine verecek…
Ve esas onların omuzunda yükselirken, “Erkek Adalet Partisi” olmayı asla terk edemedi.
Çünkü oradakilerin çoğu buna inanıyor, çünkü oradaki birçok erkek; kadından, kadının özgürlüğünden ürküyor, çünkü kadın üzerine “en sevgili” sözlerinde bile erkek erkek duruyor “ana kuzuları!”

Mesele sadece iktidar, AKP değil.
“Milliyetçi” ortağı, muhalefetin nice mensubu, kimi “çağdaş” temsilcileri “kadın-erkek eşitliği”ne dair güzel sözler ve uygulamalar ilan etseler de iş dünyası, en modern plazalardaki erkek sesleri, otoriteleri de bundan sıyrılamıyor.

Çünkü ailelerde, aile reislerinde, hatta kimi annelerin erkek çocuk tabusunda, masalların destanların çoğunda, okullardaki nice öğretmenin şahsında, kahraman imajlarında, elbette her erkeğin içinden bir geçtiği askerlikte, otorite merkezlerinde, erkek otoritesinin mukallitliğiyle başka kadınları ezen kadınlarda da, işyerlerinde, sokaklarda hep “erkek ideolojisi” kavuruyor ortalığı.

O yüzden mesele sadece “Sözleşmeler” de değil.
Kadınların bu kavrukluğa, çoraklığa, dünyayı zehir eden “erkeksel ısınma”ya isyanının büyümesi, içine erkekleri de katması; dinin, kültürün, milletin, tarihin, cumhuriyetin, demokrasinin, ortak yaşamın, işin gücün, onurun, gururun, eğitimin, bilhassa ilk mektebin, kızları da erkekleri de hayatın, tabiatın, hakların ve özgürlüklerin ortaklığına hazırlaması, bunun kabulü, sindirilmesi.

“Aşağılama” ayrıca, sadece “cinsiyet” sorunu değil.
Kadınlar da başka kadınları veya erkekleri, başka ırk, din, milliyet, sınıf veya konu komşuyu aşağılayıp aşağılamadıklarına bakabilir isterlerse.
“Aşağılama” aklımızın, kalbimizin, dilimizin en kıdemli, en kalıcı ve en yıkıcı zehirlerinden.
“Mücadele” belki önce kendimizden, içimizden, muhakememizden de başlamalı o yüzden.

Çünkü cinsiyetçiliğin, kadını aşağıda görmenin kökenindeki “ortak” bileşen aşağılama.
Aşağılama kültürü pandemik, epidemik, bulaşıcı… Yeniden üretildiği o kadar çok alan var ki.
En acısı da bizatihi kendisi aşağılananların başkalarını aşağılamaya, aşağı görmeye, onlara boyun eğdirme tutkusuna, histerisine yapışıp durması.
İkinci acıyı da söyleyeyim:
Bir aşağılama türüne karşı çıkanların, başka aşağılama tür ve biçimlerine sıkı sıkı sarılması.
Bunu en net askerlikte de görebilirsiniz…
İşyerinde kendisi aşağılanırken; sokakta, mahallede, ülkesinde, hatta evinde bir başkasını tam teşekküllü aşağılayanlarda da.

Bu meseleyi görüşen Meclis Komisyonunda, muhalefet “Kanunun, şiddet uygulayan, uygulayacak erkeğe iyi hal uygulaması”na dair tasavvurunu da, “akıl veriyor” diye eleştirmiş.
Kısaca, “mahkemede kravatlı, takım elbiseli olmak iyi hal için yetmez” deyip “Pişmanlık dikkate alınır” diye yazılmasını.
Sanırım “Pişmanım” demek, kravat bağlamaktan ve şiddet dünyasının nice yoksul erkeği için takım elbise temin etmekten daha kolay zaten.

Fakat kesinlikle Komisyon’da Cumhuriyet Başsavcısı Başyardımcısı’nın sözlerinin tamamını okumalısınız Duvar’da.
Burada benim de yazdığım “Hatice Kaçmaz Cinayeti”nde, “tasarlayarak cinayet” kararı ve en ağır cezanın neden çıkmadığını anlatmış Sayın Savcı.
Kısaca, “Hanımefendiyi bir mahlukat evlilik teklifi reddedilince öldürdü. (Tamam, belki biz deriz ama bir savcı bir katile de “mahlukat” demeli mi?)
Bana göre tasarlama idi. Yerel mahkeme de öyle dedi. Birinci Dairemiz tasarlama yok, dedi. Başsavcımız başkanlığında 8 erkek ise itiraz komisyonunda ‘tasarlama’ dedi. Ceza Genel Kurulunda 5’e karşı 14 üye ‘tasarlama yok’ dedi.”

Sayın yüksek yargı mensubu 14’ü bu kez cinsiyete göre ayırmamış, ama mesele tam o değil zaten. Yargıda kadın kadına, erkek erkeğe sahip çıkar diye bir “postüla” yok. Olabilir ama kural değil.

Nasıl bir “postüla” var?
Bunu sadece “kadın cinayetleri”ne bakarak anlamamız belki zor olabilir.

Bu “kollama postüla”sıdır.
Atış alanında vurulan, yanan çocuğa karşı devlet görevlisini…
Newroz’da öldürülen üniversiteliye karşı ateş açan polisi…
Yaşından bir fazla 13 mermiyle evinin önünde delik deşik edilen çocuğa karşı ona mermi yağdıranları…
Manevi-fiziki şiddet yüzünden intihar eden polise karşı amirini, ezilen askere karşı ona tekme, tokat atan komutanını kollama ideolojisidir.
Aşağıladığı kadınlara karşı, Türkiye’nin en önemli kulüplerinden birindeki “kravatlı, takım elbiseli” şahsı orada kollama, yanında bir kadınla poz verdirme ideolojisidir.

İçine nice kadının fikrini, aklını, ötekilere nefretini katıp sürüklese de… Bu “erkek ideoloji”dir.
Otoriterlikten beslenir, otoriterliği besler; “Devlet baba” gibi; babayı, kocayı, abiyi, amiri, erkeği kollar.

Yanlış anlaşılmasın:
Hakkını kollamasa da pek; esas haksızlıklarını kollar.
O yüzden, hakkını alamadığın bir düzende, haksızlıkların derin ve uzun bir haksızlıklar silsilesinin mensubu olarak, genellikle şefkat, anlayış, hoşgörü, koruma-kollama görür.

Bu silsilenin nihayetinde tüm gücüyle abandığı kişi ise, genellikle kadındır; hemen hepsi elbette, ama özellikle de en yoksul, en kimsesiz, en ıssız kadınlar!


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.