YAZARLAR

İktidarın performans siyasetinde figüranı oynamak

Performans siyaseti, her seferinde daha fazlasını ve aslında sorunlara çözüm olmayı değil, bizzat bu sorunların sürüp gitmesini ve baş edilmesi gereken yeni sorunların ortaya çıkmasınını gerektiriyor.

Gönül belediyeciliği sınır tanımıyor. Biz Ankaralılar Melih Gökçek’in bitmek bilmez zihni sinir projelerinden biliriz. 10 milyon liraya satın alındığı söylenen plastik dinozorlar bir yana, Mansur Yavaş’ın Ankaralılara 750 milyon dolara mal olduğunu açıkladığı, zamanında Gökçek’in “orası benim kişisel zevkim” diyerek lanse ettiği Ankapark fiyaskosu, AKP’nin gönül belediyeciliğinin, tüm siyasal alana nüfuz eden yozlaşmanın öyle gizli saklı değil, tam tersine kent halkının gözüne sokarak, apaçık ifşasından başka bir şey olmadığını bizlere göstermişti. Nitekim, geçtiğimiz hafta Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin asgari ücretli bir çalışanının lüks bir arabada destelerce parayla görüntüleri yayınlandığında yetkili ağızlardan “para onun değilmiş canım, izne ayrıldığında telefonculuk yapan bir arkadaşına yardım ederken çekilen görüntülermiş” gibi bir açıklamayla geçiştirildi. Zaten ondan önceki hafta AKP genel merkezinde 3 bin TL maaşla çalışan Kürşat Ayvatoğlu’nun uyuşturucu kullanırken lüks otomobilinde çekilen görüntüleri yayınlandığında, yirmili yaşlardaki gencin kendi anlatımıyla Kastamonu Belediyesi'ndeki üstün başarılarının ardından genel merkeze transfer olduğunu öğrenmiştik. Lüks otomobillere ilgisi daha o zamanlar başlamış ve servetini otomobil alıp satarak edinmişti. Nevşin Mengü’nün Deutsche Welle’deki programına çıkıp hayatını bir başarı öyküsü olarak lanse eden Ayvatoğlu, habersiz çekilen görüntülerinin yayınlanması ile ne kadar mağdur olduğunu anlatmaktan da geri durmuyordu.

Şimdi, bunlar tekil örnekler, biri Melih Gökçek’in kişisel zevki, öbürü gençlerin lüks otomobil tutkusu, diyebilirsiniz. Ne var, çocuk heves etmiş, gitmiş maaşından artırdıklarıyla, hadi yetmedi babadan kalan evden aldığı kirayı da üzerine ekleyip bir lüks otomobil alıvermiş, sonra onu satmış, bir başkasını almış, ondan kazandığıyla bir tane daha almış, böyle böyle Amerikan rüyası, pardon AKP rüyası gerçekleşmiş ve bir de bakmış zengin oluvermiş… Neyse ne, herkesin zevki kendine diyeceğim de, dün gazetelere düşen başka bir haber bu işlerin öyle kişisel zevklerle, gençlik hevesleriyle sınırlı kalmadığını düşündürtüyor. Habere göre, Malatya’da AKP’li Yeşilyurt Belediyesi, eylül ayında hizmet pasaportlarını ve vizelerini alarak Malatya Kişisel Gelişim Dünyası Derneği’ne üye 45 kişiyi Almanya’ya göndermiş. Dernek üyeleri, bir proje kapsamında çevreye duyarlılık eğitimi alacaklarmış. Anlaşılan kişisel gelişimlerini tamamlamak adına aldıkları eğitimden pek memnun kalmışlar ki, bu 45 kişinin 43’ü Almanya’dan geri dönmemiş. Dönen iki kişi de belediye başkan yardımcılarıymış. Yani anlayacağınız, belediye yönetimi hizmet pasaportu sağladığı 43 kişiyi kendi elleriyle adrese teslim edip geri dönmüş. Kendilerince bir açıklamaları olacaktır mutlaka. Belki “kandırıldık” derler. Belki “arkadaşlar” dönmemeye heves etmişlerdir.

Ancak bu gibi olayların ortak bir yanı da var. Özal’ın sonradan pek çoğu yurtdışına kaçan, banka dolandıran, hayalî ihracat yapan prensleri de zamanında kendi başarı öykülerini yazıyorlardı. Süleyman Demirel’in, Mesut Yılmaz’ın, Tansu Çiller’in adlarının anıldığı dolandırıcılık hikayeleri, araştırmacı gazetecilik örnekleri olarak zaman zaman muhalif gazetelerde yer buluyordu. Bu dönemin bir farkı, artık bu gibi işlerin gizli-kapaklı değil, bir güç gösterisi olarak aleni biçimde yapılıyor olması. Yapabiliyor olmanın kendisi bir siyasî performans olarak sergileniyor. Neredeyse tüm dünya salgınla mücadele için çok sert önlemler alırken, pek çok ülke defalarca tam kapanma yaşamışken, her türlü sosyal etkinlik kısıtlanmış ve okullar dahi doğru düzgün açılamamışken, Türkiye’nin her yerinden otobüslerle getirdiği 300 bin kişiyle cami açılışı yapmak da, on binlerce kişinin katıldığı parti kongreleri düzenleyebilmek de, lise mezunu bile olmayan parti çalışanı gençlerin sefahat içindeki görüntülerini sıradan olaylarmış gibi sergilemek de bu performansın bir parçası. Sandıkta rızasını alamayacağının emareleri güçlendikçe, iktidar açısından seçmeni kuraltanımazlık da dahil her şeyi yapabileceğine ve her şeyi yapmaya muktedir olduğuna inandırmaktan başka bir seçenek kalmamış gibi görünüyor. Dilediğini tutuklayıp dilediğini serbest bırakabilen, yargı kararlarını tanımayan, uluslararası ilişkilerde anlık pozisyon alışlar ve taraf değiştirmelerle dilediği yöne savrulabilen, neredeyse hiç yönetemediği aşikâr olan salgın karşısında hayalî başarı öyküleri yazdığı kitapçıklar basıp dağıtabilen iktidar, bunları yapabildiği için, ekonomik krizde yoksullukla baş başa bıraktığı kitlelere hesap vermek bir yana, 128 milyar doların nereye harcandığını sormayı da yasaklayabiliyor. Gençleri, kadınları şiddetle susturabiliyor. Onca yıllık kadın hakları mücadelesinin kazanımlarını, bir gece yarısı Resmî Gazete’de yayınladığı kararnameyle silip atabiliyor. Ne akla, ne bilime, ne de insaniyete sığmadığı ortada olan, rant çevrelerinden başka kimseye bir faydasının olmayacağı apaçık bir projeyi, Kanal İstanbul’u “inadına yapacağız” diye savunabiliyor. Çünkü performans siyaseti, her seferinde daha fazlasını ve aslında sorunlara çözüm olmayı değil, bizzat bu sorunların sürüp gitmesini, sürekli baş edilmesi gereken yeni sorunların, krizlerin ortaya çıkmasını gerektiriyor.

Muhalefetin buna karşı yapabileceği pek çok -arasında bu yozlaşmanın “normal” olmadığını anlatmak da, çaresizlik içindeki milyonlarca insana karşı karşıya olduğu gerçek sorunların gerçek çözümlerinin mümkün olduğunu göstermek de sayılabilir. Zaman zaman bunu yaptıklarını da biliyoruz. Ancak aynı muhalefetin Türkiye’deki Suriyelileri gönderme vaadi gibi gerçek sorunlara işaret etmekten uzak söylemlerle performans siyasetinin rüzgarına kapıldığını da görüyoruz. Bunu yapanlar, belki kısa vadede belli bir seçmen grubunun öfkesini, tepkisini içinde bulunduğu adaletsizliğe ve kötü koşullara sebep olanlara değil, Türkiye’nin de rol oynadığı savaş politikaları nedeniyle bu topraklara sığınmış, burada bir yaşam kurmaya çalışan masum insanlara yöneltmesi üzerinden öyle ya da böyle bir oy desteği sağlamayı hesaplıyorlar. Diğer yandan, iktidarın istediği de tam bu şekilde, bütün bu yaşananlardaki rolünün değil, yerinden yurdundan edilmesine katkı sunduğu milyonlarca insanı Avrupa ile bir pazarlık aracı olarak kullanabilme gücünün sergilenir olması. Bir nevi 'evdeki yüzde elliyi zor tutuyorum' tehdidinin, bu sefer muhalefetin desteğiyle sahneleniyor olması. Mülteci düşmanlığını ve nefret söylemini körükleyen muhalefet, iktidarın mülteciler üzerinden sahnelediği performansta böylece kendi figüranlığını ilan etmiş oluyor.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.