YAZARLAR

İkinizin resmini çıkarırlar yan yana!

Gazetecilik ne efendi buyruğu kaldırır, ne efendi kuyruğu. Ne tokada uzat yanağını, ne bir yanağa tokat salla! Ne boynunu eğ, ne birinin boynuna kalksın elin!

Muharrem’i uzaktan “beyefendi” bilirdim…
Ama TV stüdyosunda yakınına sokulan genç, onun “efendi” olmak istediğini gördü, yüzüne gelen darbeyle.

Kimimizin içindeki “efendi-köle” diyalektiği, güçlü birileri karşısında kendini köle görüyor… Güçsüz sandığı birilerinin suratında ise şahsını efendi sayarak tokatla, buyrukla tezahür ediyor.

Soma’da da, efendisi karşısında dik bile duramayan kravatlı takımlı biri, onca işçiyi öldüren o iş katliamının hemen ertesinde, polisin yere yıktığı işçiyi tekmelemişti.

Acı olan; bir kadının, Gaziantep Belediye Başkanı’nın mesela, her iki olayda da seyirci kalmak bir yana, vuranın yanında yer alabilmesi, her iki olayda da “efendiler”e “Seni seviyoruz” diyebilmesiydi.

İşini yapmak için uğraşırken, o tokat ile Türkiye’ye yayılan o görüntü altında kalan genç çalışan, kendisini Soma’daki işçiyle özdeşleştirsin ve hiç sıkılmasın, üzülmesin.
Dilerse, bir zamanlar ısrarla yazdığım bir olayda, sakat “Gazi” ayağıyla içtimada dik duramadığı için herkesin önünde “Paşa tekmesi” yiyen askerle de özdeşleştirsin.

Her tekme, her tokat, her kin, her nefret tarih içinde kendi sonunu da hazırlıyor.
Ama hemen, ama zamanla!

Katı olan her şey aslında buharlaşıyor!
Sadece sırasını bekliyor belki.


2000’di.
O sene, bir süre önce Milliyet’in yazı işleri yönetiminin görevine son verilmişti; her gazetenin sansürlediği Egebank vakasında Murat Demirel-Nail Keçili fotoğrafını yayınladıkları için. Ben de vardım.

19 Aralık 2000 olduğunda, yeni yönetimiyle Milliyet, belki de tarihinin en vahim manşetlerinden birini, cezaevlerinde devlete emanet tutuklu ve hükümlüler “Ölüm orucu” baskınında katledilirken attı:
Sahte Oruç, Kanlı İftar!

Alt başlıkta, İçişleri Bakanı Tantan’ın, “Ölüm orucu yapıyoruz diye kandırdılar. Hastaneye kaldırılanların çoğu sağlam çıktı” sözü vardı.
“Telefonda Ölüm Emri: Kendinizi Yakın!” diye bir yancı haber de, “Hayata Dönüş” denen, ama esas kod adı “Tufan” olan operasyonda, gazeteciyi katliam silahı şeklinde tescil ediyordu.

Çok acıydı ki, daha bir süre önce güçlüleri eleştiren haberleri yazan, spotlayan, başlıklayan genç gazeteciler de, şimdi emir-komuta altında, bir katliamda güçlülerin peşine istiflenmişti.

Gazete de o gün aynı yerde manşetlerin tersine yazdıklarım da arşivlerde.
O kadar açıktı ki gelen fotoğraflar: Alevle yakılmıştı içeridekilerin bir kısmı.
Ama muhabirlerin getirdiği o haberler, fotoğraflar değil; devletle, hükümetle, TSK ile kotarılan haberler manşet oluyordu, şimdi artık bu iktidarın olan üç büyük gazetede de.

Sonra başka gazetelerde de defalarca bu konuyu yazdım.
Orgeneral Aytaç Yalman, bilmiyorum, o katliamın vicdani sorumluluğunu hiç hissetmiş miydi, sadece terhis olmuş birkaç erin yargılanmasını sindirmiş miydi vefatından önce.
Sadettin Tantan, sadece bir süre sonra, banka-medya operasyonları yüzünden kendisini hedef alan, bakanlıktan söken büyük medyayı görünce hiç pişman olmuş muydu?
Peki, o manşetleri atanların vicdani muhasebesi olmuş muydu? Dün bir paylaşımda gördüğüm gibi, “Muhalif duayen abi” rolü bunları çoktan unutturmuş muydu?

Aralık bitti, 2001 oldu ve iki ayda ekonomik kriz de patladı.
Bugünkü gibi rezil olmasa da o gün pespaye, sefil olan büyük medyanın Ecevit (Özkan)-Yılmaz-Bahçeli koalisyonuyla birlikte gizlediği krizin sorumluluğu, bizzat kendileri tarafından Cumhurbaşkanı Sezer’e yıkıldı.
O gece nasılsa adeta korsan çıkarıldığım CNN Türk’te “Anayasa kitapçığı atıldığı için ekonomik kriz çıkmaz, sadece gizlenen kriz üzerindeki medya-iktidar örtüsü kalkar” dedim; medyadaki sansür, otosansür, iktidar manipülasyonu üstüne konuştum…
Milliyet’in “hakiki duayen” isimleriyle birlikte kovuldum.

O medya sefaleti olmasaydı, bugünkü rezalet belki bu kadar kolay yerleşmezdi.
O iktidar-medya ilişkisi içtihat olmasaydı, bugünkü yandaşlık yüzsüzlüğü belki bu kadar kolay arsızlaşmazdı.
O katliamlar haber olabilseydi, belki sonrakiler o kadar rahat yapılamazdı.

Ama devlette de tıynette de devamlılık vardı ve “Tufan” sırasındaki Cezaevleri Müdürü’nü taze iktidar AKP de aynen korumuştu.
Daha sonra başka her gazetede de bu konuda yazdığım her yazı için tekzip gönderiyor, davalar sıralanıyordu.

2011’de yine bu konuda yazdığım “Tufan Medyası”ndan bir bölümle bitireyim:

“Bir cezaevinde kıstırılmış insanların katledilmesinin “dost kuvveti”, yandaş gazetecisi ol; sonra bugün gel, cezaevi konuş.
Birçoğu sadece tutuklu olan insanların katline çanakçı ol; sonra gel tutukluluk cezasından bahset.
İktidar yandaşlığıyla kana bulaşsın kalemin; sonra gel “yandaşlık rezaleti” üstüne nutuk at.
Bir linçe katılmışsan; başka bir linçe feveran ederken elinin kiri ve kanı sırıtıyor!
Hücre ve tecride karşı çıkan 30 kişinin öldürülmesine, 122’sinin ölüme terkine dair en ufak insani hissin olmamış, bilakis köşe bucak, haber manşet fetvalar yazmışsan; şimdi “hücre” dediğinde, muhtemelen önce vicdan hücreleri çatırdıyor!
Habertürk TV’de Didem Yılmaz’ın programında az söylediğimle bitireyim bahsi:
O medya çirkinliği, sadece katliam organizasyonu ve kamuoyu manipülasyonunda, haber-manşet imalatı ve rezil yazılarda yatmıyordu.
Hürriyet, Milliyet, Sabah’ın “büyük medya cemaati”; tek el, tek ses bir kartel halinde, iktidarla maddi alışveriş de yürütüyordu. Cezaevi katliamları, iki ay sonra güm diye patlayacak ekonomik-mali krizin arifesiydi.
Hiçbir ekonomi, iki ayda, hele bir günde, cumhurbaşkanı hükümete kitapçık fırlattı diye, öyle yaygın, derin ve yıkıcı krize girmez. Cezaevi hakikatini çarpıtıp gizleyenler; hepinizden, evladınızın geleceğinden ekonomik hakikati de gizleyenlerdi.
Cezaevi katliamını “Hayata Dönüş” diye boyayan Tufanlar; ekonomik tufanı, “iş ve aş katliamı”nı da son ana kadar gizleyip pembe ekonomi resmi yapan badanacılardı.
Cezaevinde can alanlar ile yandaş ve paydaş medyası; aşınızı ve işinizi de çalanlardı.
Cezaevi Tufanlar’ı, genel yayın yönetmenleri, mecburi Ankara temsilcileri, kimi yazar; bir yandan da banka, tüyo, hortum kulislerinde Başbakanlık ve Meclis binası aşındırıyordu.
Cezaevi Tufanlar’ının Ekonomi Tufanlar’ı, “Tufan Medyası”nda piyasanın nasıl iyi gittiğini anlatıyordu.
Sonra kriz patladı; Tufan Medyası o gece bile Ankara’da devalüasyon tüyosu almakla meşgûldü; gazeteci kimliğiyle, utanmadan!
Hepsi “yandaş” oldukları hükümetle ortak karar aldı; manşet, haber, yayın öyle düzüldü:
Cumhurbaşkanı Sezer, hükümete Anayasa fırlatınca kriz patladı” diye imal ettiler haberleri. Sezer’e de şantaj yapmış olan büyük, cumhuriyetçi, laik medya!
Bugün de “iktidar yanaşması” olmayı, yandaş ve paydaşlığı, iktidar arzuhalciliğiyle kifayeti, herhangi bir gücün kendine biçtiği kıyafeti gazetecilik sananlara da bir hatırlatma olsun 11 yılın hayaletleri:
İktidarlara, birtakım güçlere yapışarak hakikat yamultan herkes, bir ötekinin suretidir!
Gün gelir resminiz birlikte çıkar!
Saadet Karaca’nın türküsüyle: “İkinizin resmini çıkarırlar yan yana”.
O yüzden, “pembe haber yakışır gence” dememeli, “döne döne” oynamamalı!
Vicdanınızı bi rahat bırakın!”

 

Bugün şunu söyleyebilirim bitirirken:
Gazetecilik ne efendi buyruğu kaldırır, ne efendi kuyruğu.
Ne tokada uzat yanağını, ne bir yanağa tokat salla! Ne boynunu eğ, ne birinin boynuna kalksın elin!


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.