YAZARLAR

Eski normalin arızaları

Değerli TL üzerine kurulan yeni bir büyüme koalisyonu, 2000’lerde farklı toplumsal kesimleri AKP projesi etrafında birleştirebilmişti. 2013 sonrasında bu denklem değişti. ABD Merkez Bankası Fed’in parasal sıkılaştırma adımları sonrasında Türkiye gibi ülkeler için sermaye girişine dayalı ve borç-çekişli büyüme modelleri tıkandı. Esasında Altılı Masa’nın dönmeyi vadettiği eskinin normali böyleydi.

Seçim sonrasında iktidar cephesinde yaşanan kadro değişikliği sonrası, ekonomi ve uluslararası ilişkiler odaklı gündemler birbirini takip ediyor. Ekonomik doğrultunun ipuçları belirginleşmişken daha bütünlüklü bir çerçevenin ancak Eylül’de, Orta Vadeli Plan ile birlikte ortaya çıkacağı anlaşılıyor. Muhalefet cephesinde ise içe dönük tartışmalar hakim. CHP’de gündeme gelen değişim talebinin, parti başkanlığı dışında bir gündeminin olup olmadığı ise halen belirsiz. Kısacası, güncele dönmek için halen zamanımız var diye düşünerek, birkaç haftadır sürdürdüğüm tartışmaya devam etmek istiyorum.

Geçen hafta şurada kalmıştık: Altılı Masa’nın eski normale dönüş ve kurumları onarma vaatleri büyük sermaye kesimleri, piyasa analistleri ve ekonomi medyası dışında, geniş toplum kesimlerinde pek ‘heyecan’ yaratmadı. Bunun gerisinde ise, Altılı Masa’nın esas olarak halka değil sermayeye ve piyasalara güven vermeyi amaçlaması yatıyordu.

Bu yazıda şunu tartışacağım: Altılı Masa’nın dönmeyi vaat ettiği ‘eskinin normali’ bugünkü rejimi üretmiştir.

YAPISAL UYUMUN AÇMAZLARI

Biraz geriye, 1990’lara dönelim: 1990’larda 10 yılda 11 hükümet gelmiş ama hiçbiri IMF programını tamamlayamamış ve özelleştirmeleri gerçekleştirememişti. Küçük bir parantez açayım. Geçtiğimiz haftalarda Duvar’da çıkan ‘Emek Hareketinin Tasfiyesi ve Seçimler’ yazıma bazı eleştiriler getiren Galip Yalman hoca, özellikle 1990’larda özelleştirmelerin engellenebilmesinde Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi’nin (KİGEM) yürüttüğü hukuki mücadelenin etkili olduğunu hatırlattı. KİGEM’le ilgili kısa ve öz bir değerlendirme için Oğuz Oyan’ın şu yazısına bakılabilir. Galip hoca başka noktalara da dikkat çekmişti ama şimdilik bu kısa ek ile yetinip parantezi kapatayım.

1990’larda yapısal uyum politikalarının açmazları (şimdilerde ‘yapısal reform’ olarak adlandırılan piyasa reformlarına 1980’ler ve 1990’larda ‘yapısal uyum politikaları’ denirdi), siyaseti şekillendiriyordu. Üretici kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, tarımda sübvansiyonların kaldırılması ve daha önceden bedelsiz ya da çok düşük bedelle sağlanan mal ve hizmetlerin paralılaştırılması gibi uygulamalar, bunları uygulayan hükümetlerin iktidar ömürlerini kısaltıcı etkide bulunuyordu.

Kısacası, piyasa reformlarını uygulamaya kalkan bir koalisyon hükümeti toplumsal muhalefetten gelen güçlü itirazlar sonucunda erken seçime gitmek zorunda kalıyordu. Bu, siyasi istikrarsızlığı yaratan temel dinamiklerden biriydi. Buna ek olarak, 1990’larda merkez sağ ve sol kurumsal olarak çok parçalı olsa da ekonomik program olarak aynılaşmış; bunun dışındaki ‘merkezkaç güçler’ ise 12 Eylül rejiminin getirdiği kalıpları kırmaya başlamıştı.

TÜRKİYE’NİN ‘ŞOK TERAPİSİ’

2001 krizine giden süreçte Bülent Ecevit liderliğindeki DSP’nin ANAP ve MHP ile kurduğu üçlü koalisyon, yapısal uyum açmazının son kurbanı olmuştu. 1999 depremi sonrasında gelen 2000 Kasım ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ve sonrasında uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş programı ve buna karşı gelişen geniş çaplı kitlesel eylemler, dönemin üçlü koalisyon hükümetini erken seçime gitmeye zorlamıştı.

2001 yılında, bir IMF programı yürütülürken patlayan bu ekonomik kriz sonrası yenilenen IMF programı, AB’ye üyelik gündemiyle (o zamanlar çifte çıpa olarak adlandırılıyordu) desteklendi ve Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelmesiyle uygulanmaya kondu. Bu Türkiye’nin ‘şok terapi’ programıdır. Rusya ve Doğu Avrupa’dan 10 yıl sonra, benzer bir ekonomik program, Türkiye’deki devlet-toplum ilişkilerinin piyasa temelinde yeniden kurulması amacıyla hayata geçmiştir.

2002 seçimlerinde bu programı uygulayan partiler seçim barajı altında kaldılar ve AKP, ANAP’tan sonra ilk kez tek başına iktidar olan bir parti olarak, 1990’ların hegemonya krizine bir yanıt üretebildi. Refah Partisi’nin ve MÜSİAD’ın ‘adil düzen’ programını rafa kaldıran AKP’nin, Derviş’in başlattığı ve TÜSİAD’ın desteklediği IMF programını sahiplenmesi, ‘Milli Görüş gömleğinin çıkarılmasının’ en önemli simgelerindendi. Kısacası 1990’lar boyunca süren yapısal uyum açmazı, piyasa reformlarını uygulayan siyaset sınıfını tasfiye etti. AKP, buradaki boşluğu doldurarak, bu reformları uygulamaya talip oldu.

ESKİNİN NORMALİ NEYDİ?

Fark edeceğiniz gibi, 1990’lar üzerine konuşmaktan 2000’lere bir türlü gelemedim. Bu, biraz da geçtiğimiz pazartesi günü Berlin’de Cihan Tuğal’ın bir sunuşu vesilesiyle yaptığımız kısa sohbetin, 1990’lardaki toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin hem iktidar hem de muhalefet açısından ne kadar tayin edici olduğunu hatırlatması nedeniyle oldu. Gerçekten de, 24 Ocak 1980’de sendikaların ve emek örgütlerinin ezilmesiyle ve ticari serbestleşmeyle başlayan neoliberal reformlar, 1989’daki finansal serbestleşme ile sürdü. Ancak 2001 programı, öncekilerin yapamadığını yaptı: Özelleştirmeleri hayata geçirdi. Bunun, emek hareketinin tasfiyesi bağlamında geri dönülemez sonuçları oldu.

IMF programı çerçevesinde uygulanan mali disiplin ve verilen yüksek pozitif reel faiz sayesinde ve TL’nin değerlenmesi yoluyla enflasyon zamanla kontrol edilebildi. Küresel finansal çevrimlerin genişleme evresinde olması sayesinde, ülkeye sermaye çekmek için gerekli olan pozitif reel faiz oranı da zamanla azaldı. Sonunda, sermaye girişleri sürdüğü sürece enflasyon düşürülebildi ve faizler de geriledi. Yani, değerli TL ve göreli düşük faizden oluşan bu sihirli formül, sermaye girişleri sayesinde gerçekleşiyordu.

Anlatımı kolaylaştırmak için şöyle söyleyeyim: Değerli TL üzerine kurulan yeni bir büyüme koalisyonu, 2000’lerde farklı toplumsal kesimleri AKP projesi etrafında birleştirebilmişti. Esasında Altılı Masa’nın dönmeyi vaat ettiği eskinin normali, sermaye girişlerine dayalı ve özel borç-çekişli bu ekonomik büyüme modeliydi.

ESKİ NORMALİN ARIZALARI

Yükselen ortalama işsizlik, imalat sanayiinde ve tarımda aşınan üretim altyapısı, cari açığın kronik yüksek seviyelere gelmesi ve ekonomik büyümenin giderek daha fazla sermaye girişlerine dayalı hale gelmesi, değerli TL etrafında şekillenen büyüme koalisyonunun, yani eskinin normalinin en önemli arızalarındandır. Kısacası, eskinin normali sürdürülebilir bir seçenek değildi. Zaten sürdürülemedi de.

2013 sonrasında bu denklem değişti. ABD Merkez Bankası Fed’in parasal sıkılaştırma adımları sonrasında Türkiye gibi ülkeler için sermaye girişine dayalı ve borç-çekişli büyüme modelleri tıkandı. Bu serinin ilk yazısında belirttiğim, yapısal kriz konjonktürünün iki bileşeninden biri olan birikim/büyüme modeli krizi, bu andan sonra başladı.

Bir sonraki yazıda, bugünün ‘yeni normali’ üzerine, biraz uluslararası gelişmeleri de gören bir çerçeveyle devam edeceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.