YAZARLAR

Emek hareketinin tasfiyesi ve seçimler

Emek hareketinin tasfiyesi, birkaç sendikanın kapanmasından çok öte bir anlam taşıyor. Zira bu tasfiye, siyasetin aksını değiştirdi. Emek hareketinin denklemde olmadığı bir siyasi düzlem, siyaseti Ankara’ya sıkıştırdı, siyasi elitler arası mücadeleye indirgedi ve apolitikleştirdi.

İki haftadır, içinden geçmekte olduğumuz özel bir konjonktürün (otoriter konsolidasyon sürecinin) farklı yönlerini tarif etmeye çalışıyorum. Önceki yazılarda özetle şu hususu vurgulamıştım: 2018’de geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, hemen ilk aylarda karşılaştığı döviz kriziyle sarsıldı ancak 2019’da küresel finansal konjonktürün sağladığı olanaklar sayesinde bir IMF anlaşması olmadan krizi aşabildi. Yani bir IMF anlaşması yapmamak, yeni rejimin kurumsallaşmasında kritik bir adımdı.

Bu yazıda açmak isteğim görüş şu: Emek hareketi -en azından- 1990’lardaki kadar güçlü olsaydı, AKP açısından ekonomik zorluklarla baş etmek bu kadar kolay olmayacaktı. Bu argüman, sadece bugüne nasıl geldiğimizi açıklamada analize dahil edilmesi gereken kritik bir değişken olması açısından değil, ileride gerçekleşebilecek olası demokratikleşme sürecinin temel akslarından birini işaret etmesi açsından da önemli. Açmaya çalışayım.

EMEK HAREKETİNİN TASFİYESİ

İşçi sınıfının geniş kesimlerinin Cumhur İttifakı’na oy verdikleri bir sır değil (bu vesileyle Cemil Aksu’nun İrfan Kaygısız’la yaptığı röportajı öneririm). Zaten burada işaret etmek istediğim konu, işçilerin seçim davranışı da değil daha temel olarak emek hareketinin kurumsal, siyasal ve örgütsel gücünün gerilemesinin siyasete etkileri. Bu bağlamda emek hareketinin gücü, özellikle iktidarların ekonomideki hareket alanlarının sınırlarını belirlemesi açısından önemlidir. Galip Yalman hocanın vurgusuyla söylersek, siyasetin koordinatlarının ve siyasi çatışmanın temel tartışma konularının sınıf ekseninden çıkarılması girişimi, 1980’deki 12 Eylül askeri darbesiyle başladı. Darbe sonrasında sendikalar kapatıldı ve 1978-1980 krizinin yükü çalışanların üzerine yıkılarak Türkiye ekonomisi dışa açıldı.

Ancak, otoriter devlet biçimi eşliğinde gerçekleşen bu liberalleşme 1989 sonrasında işçi sınıfının güçlü direnişi ile karşılaştı. Dahası, emek hareketi 1990’lar boyunca pek çok girişim karşısında özelleştirmeleri yaptırmamayı başarmıştı. Ek olarak, bugünden farklı şekilde, yüksek enflasyon ortamında dahi reel ücret kazanımları elde edebildi. Ancak 2000’li yıllarda AKP, 1980’lerde ‘asker postalı’ ile yapılamayanı piyasa ilişkileri yoluyla yaptı: Emek hareketinin gücünü kırabildi.

İktidara gelmesinin hemen sonrasında 2003’te yaptığı düzenleme ile AKP alt sözleşme (taşeronluk) ilişkilerini yasalaştırarak iş güvenliğini aşındıracak bir çalışma ortamı oluşturmuştur. AKP’nin ikinci kritik adımı, özelleştirmelerdir. Özelleştirmeler, 1980 öncesindeki ithal ikameci dönemde kurulan Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) tasfiyesini amaçlıyordu. Ancak konumuz açısından daha önemli olan yanı, bu işletmelerle birlikte oralarda çalışan işçilerin ve sendikaların tasfiye edilmesidir. Dolayısıyla KİT’lerin tasfiyesi, daha güvenceli ve sendikalı işçi kategorisinin genel çalışanlar içindeki yerinin daha da aşınmasını beraberinde getirdi.

AKP’nin bu yönde attığı üçüncü adım, bireysel borçlanmanın alt gelir gruplarını da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasıdır. Artan borçlanma, dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi, Türkiye’de de bir yandan çalışma koşullarına ya da ücretlere itiraz etmeyi daha maliyetli hale getirdi. Diğer yandan da anlamlı reel ücret artışlarının olmadığı durumda dahi belirli bir tüketim seviyesinin korunabilmesini mümkün kıldı.

OTORİTER ÇALIŞMA DÜZENİ

Tüm bu bileşenleri bir araya koyduğumuzda, karşımızdaki tablo şu: İş güvenliğinin sadece bir maliyet unsuru olarak görülmesi sonucu gerçekleşen iş cinayetlerinin bir türlü azalmadığı, uzun çalışma saatlerinin hakim olduğu, ortalama ücretin asgari ücrete yaklaştığı, yüksek borçluluk nedeniyle itiraz etmenin maliyetinin giderek arttığı, otoriter bir çalışma rejimi inşa edilmiştir.

Dikkat edilirse, bu yapı liberal analizlerin sıklıkla başvurduğu ‘iyi AKP’ – ‘kötü AKP’ karşılaştırmasındaki ‘iyi AKP’ tarafından hayata geçirilmiştir. Bir başka ifadeyle, 2000’lerin başında Avrupa Birliği’ne üyelik gündemiyle liberallerin desteğini alan AKP, esasında bu süreçte 12 Eylül 1980 darbesinin başlattığı ancak tamamlayamadığı emek hareketinin tasfiyesi misyonunu hayata geçirdi. Burada iki sürekliliğe işaret etmek önemli.

İlki, 1980’lerdeki ANAP ile 2000’lerdeki AKP arasındaki paralellikler. Her ikisi de ‘sivilleşme’ ve ‘demokratikleşme’ görünümünde emek hareketinin ezerken, siyasi müttefik olarak yanlarında liberalleri bulmuştur. İkinci süreklilik ise, AKP’nin kendi serüveni içinde görülebilir: 2000’lerin başında kurulan bu otoriter çalışma düzeni olmasaydı, Cumhur İttifakı ne 2018’deki döviz krizinden, ne de 2021’deki enflasyonu patlatan para politikası deneyinden bu kadar az hasarla çıkabilirdi.

Bir başka ifadeyle, 1980 darbesi ile örselenen, ama yıkılmayan emek hareketi, 2000’lerdeki piyasa disiplini ile atomize edilerek parçalara ayrılmıştır. Bunu sendikalaşma oranının 2010’ların ilk yıllarına kadar süren gerilemesinden de görebiliriz. Ancak AKP’nin stratejisi burada sonlanmadı. Cihan Tuğal’ın yerinde bir şekilde vurguladığı gibi AKP farklı kitle örgütlerini kendi siyasi stratejisi etrafında mobilize etti. Sendikalar ve emek alanı da bu stratejiye dahildir. Dolayısıyla AKP önce örgütsüzleştirerek atomize ettiği emekçi sınıfları daha sonra kendi finansal ve sosyal içerilme ağları içerisinde yeniden kurdu. Sonuçta, geniş anlamda işçi sınıfının sosyolojik varlığı sürse de, siyasal aktör olma kapasitesi büyük ölçüde erozyona uğradı.

2023 SEÇİMLERİ

Kısacası emek hareketinin tasfiyesi, birkaç sendikanın kapanmasından çok öte bir anlam taşıyor. Zira bu tasfiye, siyasetin aksını değiştirdi. Emek hareketinin denklemde olmadığı bir siyasi düzlem, siyaseti Ankara’ya sıkıştırdı, siyasi elitler arası mücadeleye indirgedi ve apolitikleştirdi. Tüm bu süreci seçimlere bağlarsak iki gözlem yapabiliriz.

İlki, güçlü bir emek hareketinin yokluğu, yaşanan ekonomik zorlukların siyasallaşmasını engelleyen en önemli etkenlerden biridir ve bu durum iktidara kendi projesini hayata geçirirken neredeyse ‘pürüzsüz’ bir alan sunmaktadır. Kanımca, ‘boş tencere’ metaforu üzerinden yapılan tartışmadaki eksik halka bu.

İkincisi, temel hareket noktalarına ve emek hareketine yaklaşımına baktığımızda, ana-akım muhalefetin siyaseti tam da bu dar alan içerisinde kurguladığı görülebilir. Zira ana-akım muhalefetin, 2022’de biraz olsun canlanan ücret artışı taleplerini twit atarak geçiştirip sandığı adres göstermesi, kendisi açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.

Tartışmayı ileriki haftalarda sürdüreceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.