YAZARLAR

Otoriter konsolidasyonun kapısı aralandı-I

Yapısal krize karşı çözüm başkanlık sistemine geçmek ve milliyetçi-muhafazakar yeni bir ittifak ile yola devam etmek oldu. İktidar bloğunun siyasi ve bürokratik bileşenlerinde yaşanan bu değişim ve yeni rejimin inşa edilmesi olarak otoriter konsolidasyon girişimi, sermaye fraksiyonları arasındaki güç dengesine de yansıdı. Yapısal krizden çıkış için TÜSİAD’ın değil, MÜSİAD ve diğer sermaye gruplarının desteği ile yola devam edildi.

Seçim sonuçlarını anlamlandırma çabasına ve buraya nasıl geldik sorusuna yanıt aramaya devam ediyorum. Zira buraya, bir anda yükseliveren bir milliyetçilikle, iktidarın propaganda gücüyle ya da sadece muhalefetin yanlış siyasi iletişim stratejisi nedeniyle gelinmedi. Altılı Masa’nın yenilgisi, bu masayı oluşturan düşünsel çerçevelerin de yenilgisi anlamına geliyor. Geçen haftaki yazımda Altılı Masa'nın temel stratejisinin, 'ekonomik sorunlar iktidarı götürecek' önermesine dayandığını ve bunun neden hatalı olduğunu anlatmıştım.

Bu kısa bir makale olduğu için örneklere yer vermedim ama Altılı Masa etrafındaki entelektüellerde ekonomik zorlukların iktidarı götüreceği fikri, 2018 döviz krizi sonrasında özellikle 2019’da pekişti. O tarihten itibaren her iki ayda bir iktidarı götürecek büyük bir krizin geldiği öngörüsünde bulunmalarının nedeni buydu. Oysa 2019, tam da iktidarın otoriter konsolidasyon girişiminin, yani yeni kurulan rejimin kurumsallaşmasının kritik bir dönüm noktasıydı. Kanımca bunun muhalefet çevrelerince algılanamaması ve 2018 sonrası kurulan rejimin yeterince ciddiye alınmaması, 2023 seçim yenilgisinin önemli nedenleri arasındadır. Bu yazıda, 2019’da sözünü ettiğim tartışmaların yaşandığı dönemde yazdığım bir yazının başlığını kullanıyorum: ‘Otoriter konsolidasyonun kapısı aralandı’. Bu yazıda kullandığım kavramsal çerçeveyi kısaca hatırlatmanın uygun olacağını düşündüm. Önümüzdeki haftalarda bu tartışmayı sürdüreceğim.

YAPISAL KRİZ

Yapısal kriz, birikim/büyüme modeli krizi ile devlet krizinin birleşmesinden oluşan özgün konjonktürleri açıklamak için geliştirilen bir kavram. Çeşitli bağlamlarda kullanılıyor ancak ben Nicos Poulantzas, Claus Offe ya da Joachim Hirsch gibi Marxist devlet teorisyenlerinin 1970’lerin sonunda Avrupa’da refah devletinin krizini açıklamak için kullandıkları özel bağlamdan ilham alarak kullanıyorum (bu çerçevenin daha geniş ve akademik versiyonu için şu makaleye bakılabilir).

BİRİKİM/BÜYÜME MODELİ KRİZİ

Bu çerçeveyi Türkiye’ye uygularsak, birikim/büyüme modelini şekillendiren borç temelli ve sermaye girişlerine dayalı bağımlı finansallaşma modelinin 2013 itibariyle krize girdiğini söyleyebiliriz. Bir hatırlatma yapmak gerekirse, birikim/büyüme modeli krizi, ekonomik daralma yani resesyon değildir. Ekonomik daralmaları içerir, ancak daha genel olarak, ekonomik gidişatın nasıl şekilleneceğine dair stratejide bir belirsizlik anlamına gelir. 2013 sonrasında ekonomi yönetiminin doğrultusunda görülen zikzaklar bunun bir tezahürüdür.

Birikim/büyüme modeli krizi, bu modelin işlemesini sağlayan temel unsur olan canlı sermaye hareketlerinin, 2013 sonrasında yavaşlamasından kaynaklanmaktadır. Sermaye hareketlerinin yönü, Türkiye gibi ülkelerin ne yaptığından çok, merkez ülkelerin ve özellikle de ABD’nin para politikasını nasıl şekillendirdiğine göre belirleniyor. Bununla ilgili değerlendirmelerimi ileride detaylandıracağım ancak şu kadarını söyleyeyim:

2013 öncesinin alamet-i farikası, göreli olarak düşük faizin TL’deki değersizleşme ile sonuçlanmamasıdır. Yani değerli TL – (göreli) düşük faiz formülü, AKP’nin büyüme koalisyonuna (şimdilerde yok olduğu ileri sürülen orta sınıflar dahil) geniş kesimleri dahil edebilmesine olanak vermiştir. Bir başka ifadeyle 2013 öncesindeki büyüme koalisyonu sadece farklı sermaye fraksiyonlarından oluşmuyordu. Aynı zamanda, sermaye dışı kesimlerin de borçlanma olanakları sayesinde içerildiği bir büyüme koalisyonu vardı. 2013 sonrasında bu artık mümkün değil. 2013 sonrasını şekillendiren, önceki modele dönüşün siyaseten uygulanabilir olmaktan çıkması ve yeni bir modelin formülasyonundaki güçlüklerdir. Yani, Antonio Gramsci’nin kullandığı anlamda bir ara dönemden (interregnum) geçmemizdir.

DEVLET KRİZİ

Yapısal krizin ikinci bileşenine, devlet krizine gelelim. Devlet krizini tanımlayan, devlet içindeki güç mücadelesinin yoğunlaşması ve çeşitli parlama anlarında daha görünür olmasıdır ve bu parlamalar, genellikle birikim/büyüme modelindeki tıkanıklıklarla paralel ilerler. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2010 Referandumu gibi kritik dönüm noktalarına girmeden, 2013 sonrasına dair kısa bir dönemlendirme vermek gerekirse, devlet krizinin özellikle 2013-2016 arasında yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Zira bu yoğunlaşma ancak 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilerek, yani rejim değişikliği ile aşılabilmiştir.

Örneklendirmek gerekirse; 2013’te ilk olarak Gezi eylemleri AKP’yi sarsmıştı. AKP’nin Refah Partisi’nden ayrılırken giydiği yeni Muhafazakar-Demokrat gömlek, Gezi sonrasında çıkarıldı ve bu süreç liberallerle AKP arasındaki köprüleri yıktı. Gezi sonrasında, o zamana kadar AKP’yi can-ı gönülden desteklemiş pek çok liberal aydının muhalefet saflarına geçtiği görüldü. Aynı yıl Gülencilerin gerçekleştirdikleri 17-25 Aralık operasyonlarıyla devlet içindeki iktidar mücadelesi açık bir şekilde görünür oldu. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin hükümet kurma çoğunluğuna 2002’den beri ilk kez ulaşamaması, yeni bir milliyetçi-muhafazakar ittifakın doğmasıyla sonuçlandı.

Barış sürecinin sonlandırılması, HDP’nin marjinalize edilmesi ve dışarıda da Suriye’nin kuzeyindeki Kürt özerklik denemelerinin engellenmesi üzerine kurulan bu yeni ittifak ile MHP muhalefet saflarından iktidar saflarına katıldı. Yapısal kriz, iktidar bloğunda oluşan bu yeni şekillenmeyle aşılmaya çalışıldı. Bu şekillenmenin son adımı 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ile geldi. Gülenciler bürokrasiden tasfiye edildi ve sonuçta iktidar bloğundaki yeni milliyetçi-(hatta ulusalcı)-muhafazakar ittifak kurulmuş oldu.

OTORİTER KONSOLİDASYON GİRİŞİMİ

Kısacası, iktidar bloğunun yapısal krize karşı çözümü başkanlık sistemine geçmek ve milliyetçi-muhafazakar yeni bir ittifak ile yola devam etmek oldu. Bu geçiş sürecinde, ‘normal’ yönetim askıya alındı ve 2016’daki başarısız darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal, 2017 referandumunu ve 2018 seçimlerini kapsayacak şekilde 2 yıl sürdü.

İktidar bloğunun siyasi ve bürokratik bileşenlerinde yaşanan bu değişim ve yeni rejimin inşa edilmesi olarak otoriter konsolidasyon girişimi, sermaye fraksiyonları arasındaki güç dengesine de yansıdı. Yapısal krizden çıkış için ekonomi alanında girişilen yeni denemelerde TÜSİAD’ın değil, MÜSİAD ve diğer sermaye gruplarının desteği ile yola devam edildi.

Değerlendirmeyi burada kesiyorum. Haftaya, 2019-2023 arasında otoriter konsolidasyon sürecinin önemli dönüm noktalarını ele alacağım.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.