YAZARLAR

Eril şiddet politiktir ve bugün iktidarın seçim taktiği olmuştur

Erkek şiddetiyle mücadele mekanizmalarını birer birer yok etmek, işlevsiz kılmak için iktidar hamleler yapıyor. Çünkü şiddet politiktir. İktidarın kadın politikasının bugün seçim stratejisine dönüşmesi nedeniyle artık kat kat daha önemli bir politik araç kadına yönelik erkek şiddeti. Çünkü bu baskılar iktidarın kendisi için elverişli gördüğü seçim taktiğidir. Peki ya muhalefet ne yapacak?

Adı konmamış seçim kampanyasının büyük taarruz ayağında Cumhurbaşkanı, 2023 seçimleri için stratejisini açıkça ortaya koydu: Kazanmak için her yol mubah. Kamu tasarruf tedbirlerinden azade tutulmuş devasa Cumhurbaşkanlığı bütçesi cepte tutuluyor. Ayrıca Cumhurbaşkanı ödeneği olan kocaman paralar belki cepte belki midede duruyor. Yörük sırtından kurban kesiyor. Hepimizin payı olan kamu kaynaklarından seçim kampanyası yürütmek hayli zamandır mubah sayılan yolların başında, bilindiği gibi. “Şahsım” ülkesinde tek kişinin tüm topluma dönüp “senin malın, benim malım” muamelesi çekiyor oluşu neredeyse kanıksandı. Ancak hatırladığım kadarıyla ulusal günleri bu denli uluorta seçim kampanyasının bir ayağı şeklinde kullanmamıştı şimdiye kadar. Büyük Taarruzun 100’üncü yıldönümü etkinlikleri bağlamında kamu kaynaklarıyla gerçekleştirilen resmî törenlerdeki hitabetiyle seçim kampanyası yürütmesi yetmedi; gelecek seçimleri büyük taarruza benzeterek siyasi rakiplerini düşman ilan etmesi yetmedi; büyük zaferi siyasi rekabete indirgeyerek değersizleştirmeye kalkışması yetmedi; kendisine oy vermeyenleri, vermeyecek olanları Akdeniz’e dökülecek hedef haline getirdi. Kısacası bizi malımızla malamat etti. Kamu kaynaklarıyla hepimizi aşağıladı.

Büyük zaferin 100’üncü yılında toplumun her kesimini kucaklamayı hiçbir zaman başaramayan belki daha yerinde bir söyleyişle kucaklamayı hiç istemeyen Cumhurbaşkanı, bu defa seçim kazanabilmenin tek yolu olarak toplumu düşmanlaştırmayı seçiyor gibi. Ulusal günleri kullanmak bile bunun için fırsat olarak kullanılıyor. Kutuplaşma, kamplaşma vesaire diyoruz ama artık özellikle düşmanlaştırma demek zorunda kalacağız sanki.

Toplumun birlik ve beraberliğini sağlama yükümlülüğü olan Cumhurbaşkanının, görevinin tam tersine yönelip toplumu düşmanlaştırmayı seçmesi kurduğu sistemin kaçınılmaz sonucu bir bakıma. Bugünler için kuruldu bu sistem. Herkes görevinin tam aksini yapacak ki ucube sistem işlesin. Örneğin Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu, sermaye piyasasının hukuka ve ticari ahlaka uygun işlemesini sağlamakla yükümlüyken tersine, rüşvet çarkı kurduğu iddialarına karşı hiçbir doyurucu açıklama, savunma vesaire duyulmuyor. İnkar duyulmuyor ya var mı ötesi? Cumhuriyet savcıları harekete geçmiyor, Devlet Denetleme kurulu harekete geçirilmiyor. Duruma bakılırsa “SPK Başkanınca rüşvet çarkı kurulmasından daha doğal ne olabilir ki?” der gibiler.

Kamu kaynaklarını cukkalama sistemini işletenlerin ceplerine giren olmazsa eğer sistem çöker elbet. Neyse ki bazen malı götürenler arasında ganimeti bölüşürken çatışma yaşanıyor da tencere dibin kara misali kimlerin ne kadar kirlendiğine dair fikir sahibi olabiliyoruz. Seçim kampanyası olarak toplumu düşmanlaştırma yolunun seçilmesi, kamu kaynaklarının savaş ganimeti sayılmasının yanı sıra kadınların da elverişli araçlar olarak görülmesi, AKP tarafından kurulan yeni paradigmanın vazgeçilmez unsuru olabilir.

Diyanet inkâr etse de yapılan toplantılarda seçim hedefiyle görevlendirilen imam, vaiz, müftülerden kimileri talimatı almış kabul etmiş olmalı. Minberlerden, vaaz kürsülerinden yükselen ve giderek sıklaşan, söylemin şiddeti artan kadın düşmanlığı, seçim çalışmalarının bir parçası olarak görülmeli, kanımca. Ve seçim tarihine kadar beterin beterini göreceğiz muhtemelen. Gülşen’in ev hapsine dönüştürülen tutukluluğu, Sezen Aksu’nun ‘koparılacak dilinden’ yasaklanan, iptal edilen konser ve festivallere, sanatçılara kadar yaşananların hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Laik hukuk devletini askıya almak yetmedi. Tümüyle yok ederek ama özellikle ve öncelikle aile hukukunda dini yasa altında yaşanan bir toplum inşa etmek için kadınları baskılamak yolu seçiliyor. Aynı zamanda bu yöntem şu an için seçimi kazanmayın tek yolu olarak görülen düşmanlaştırma politikasını başarıya ulaştıracak bir araç. Bir taşla iki kuş yani. Planlanıp uygulamaya geçirilmiş olarak görünen bu yöntem akıllarınca hem şimdi seçim kazanmalarını sağlayacak hem de seçimden sonra istedikleri toplumu inşa etmelerini kolaylaştıracak. Topluma, ülkenin bugününe geleceğine kurulan tuzak apaçık ortada duruyor. Bakalım kim düşecek bu tuzağa?

Tuzağın bir parçası da kadına yönelik şiddetle mücadele mevzuatı idi. İstanbul Sözleşmesi hakkında karalama kampanyaları yıllardır sürerken toplumun erkek yarısı tehlikeye gözünü kapadı. Siyasetin erkek aklı yarım ağız konuşurken elini taşın altına koymadı. İktidara yakın kadınlar, kara propaganda yürüten marjinallere direnmeyerek iktidara teslim oldu. Danıştay ise iktidarın kurmak istediği dini yasaya dayalı aile hukuku sistemine yargı aracılığıyla yol verdi. Şimdi 6284 sayılı yasayı yok etmek, en azından etkili maddelerini budayarak tanınmak ve işlemez hale getirmek için hep kara propaganda işliyor hem de hükümet içinde hazırlıklar yürütülüyor.

Adım gibi eminim ki iktidar mensubu kadınlar büyük bir özgüvenle “yok öyle bir şey” diyecekler. Delil, ispat soracaklar. Hiç zahmet etmesinler. Kendileri henüz idrak etmiş görünmeseler de rahatlıkla biliniyor ki iktidarın eril aklı kendilerinden izin, icazet istemiyor. Talimat veriyor onlara. AKP’li kadınlarda rıza üretmeye bile ihtiyacı kalmadı artık. O defter İstanbul Sözleşmesi hukuksuz kararı aşamasında havuç-sopa yöntemiyle rıza ürettikten sonra kapandı. Bundan böyle sadece talimat işler.

Eğer AKP Kadın Kollarında kadın hakları savunusu adına eser miktar duygu ve düşünce kaldıysa seçim çalışmalarına katılmazlar. Kendilerine ve tüm kadınlara “fahişe” diyen Abdurrahman Dilipak’a karşı açtıkları davaya sahip çıkar ve bu davayı kazanmak için bağımsız kadın örgütlerinin müdahillik talebine itiraz etmek yerine ortaklaşma yolunu seçerler. Her ideoloji ve toplum kesiminden kadınların dayanışmasıyla kazanılabilecek bir dava bu ve sembolik öneme sahip. Dikkat edilirse Cumhurbaşkanının önce “sürtük” şimdi “edepsiz” ifadelerine itiraz etmeliler bile demiyorum. Bir parça cesaretlerini toplayıp Abdurrahman Dilipak’a açtıkları davayı sahipsiz bırakmasınlar diyorum. Hepsi o kadar, fazlasını beklemiyorum. Sadece bu kadarını bile yapsalar 6284’e uzanan elde bir tereddüt yaratırlar. Aksi takdirde seçim kampanyasında deli gibi çalışarak kocalarına, kardeşlerine, ailelerine rant aktarımı, kariyer, makam-mevki kazandırmaya, çocuklarına iş bulmaya hizmet ederler. E, böylelikle makbule geçerler mi, onu da Zehra Taşkesenlioğlu’na sorsunlar bi zahmet.

Siyaset, iş çevreleri ve sanat dünyasında kadınlara yapılan baskı, hak ihlalleri devleti, şiddet faili yaparken sıradan kadınların unutulduğunu sanmayalım. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin zayıflaması tesadüf değil. Melih Bulu’ya 6284 kapsamında uzaklaştırma kararı aldırma hakkı tanınması boşuna değil. Şiddetle mücadele yasasında odak kaydırma hamlesiydi. Sonra Bakan Derya Yanık’ın o anlaşılmaz tanımıyla “kadına yönelik şiddet zımnen kategorik suç oluyor” diyerek tanıttığı TCK ve bazı kanunlarda yapılan son değişiklik, KEFEK aşamasındayken bir AKP milletvekilinin ‘artık sıra 6284’e geldi” sözleri akıllarda. O düzenleme şiddet yasasını işlevsizleştirmek içindi. Yasayı uygulamaz oldular. Kadınları ve kız çocuklarını erkek şiddetine karşı korumuyorlar artık. Nitekim elektronik kelepçeleri kolayca ve bol bol Boğaziçili öğrencilere takmışlardı kayyım rektörü güya korumak için. Ancak İçişleri Bakanlığının kendi beyanıyla beş yüz bine yakın korunma talebi varken bütçede kadınları erkek şiddetinden korumak için ayrılan elektronik kelepçe sayısı sadece bin. Beş yüz bin korunma talebine karşılık bin kelepçelik sistem kurulması devletin kadınları erkek şiddetinden korumak istemediğine dair niyet beyanı niteliğinde. Nitekim korumuyorlar. Uzaklaştırma ve koruma kararları etkin uygulanmıyor, kağıt üzerinde kalıyor. Kadınlar şiddet görüyor, ağır yaralanıyor, öldürülüyor. Katilleri yakalamıyorlar ya nice zamandır Deniz Özarslan hala kaçak örneğin. Yakalasalar tutuklamıyor, tutuklasalar kısa sürede bırakıyorlar. Hükümlüleri bile ceza evinde tutmuyorlar işte. Seçim sonrasına kadar uzattılar Covid iznini. Tüm pandemi tedbirleri gitti geriye konser, müzik yasağıyla Covid affı kaldı. Sistematik biçimde kadına yönelik şiddetle mücadele isteksizliği hükümete yerleştiriliyor. Seçim kampanyasının bir parçasına dönüştürülüyor şiddet.

Erkek şiddetiyle mücadele mekanizmalarını birer birer yok etmek, işlevsiz kılmak için iktidar hamleler yapıyor. Çünkü şiddet politiktir. İktidarın kadın politikasının bugün seçim stratejisine dönüşmesi nedeniyle artık kat kat daha önemli bir politik araç kadına yönelik erkek şiddeti. Evlerde, sokaklarda, siyaset meydanında, cami minberinde, vaaz kürsülerinde ve sosyal medyada seçim gününe kadar kadınlara had bildiren, aşağılayan, baskılayarak susmaya, yaşam ve giyim tarzını değiştirmeye zorlayan saldırılar artacak. Çünkü bu baskılar iktidarın kendisi için elverişli gördüğü seçim taktiğidir. Peki ya muhalefet ne yapacak? Her iki muhalefet oluşumunda da, iki ayrı altılı masada da Akit ağzıyla konuşan, kadına yönelik şiddeti yok sayıp genel şiddet kültürü içinde eriterek görünmez kılmak isteyen partiler olduğu malum. İktidarın seçim taktiğine hizmet edecekler mi hala muhalefet kanadında durarak? Muhalefet partileri hala 6284’ün seçim sath-ı mailinde iktidar eliyle budanması hazırlığını görmezden mi gelecek? Siyasal, sorunların başında kadına yönelik şiddetin geldiğini ve bu gerçeği bugün çok daha belirginleştiği idrak edilmeyecek mi? Dindarı ve seküleriyle, hangi siyasi eğilimden yana, hangi örgüte mensup olursa olsun tüm kadınlar, seçimler için girilen bu son düzlüğün evrensel haklar için, kadının insan hakları için de son düzlük olma ihtimalini görmeli ve güç birliğine acilen girişmeli. Siyasetin erkek aklını birlikte dönüştürmeli.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.