YAZARLAR

Desinler için!

Akşener’in “masadan kalkışı”, “teorik olarak kavranamayacak kadar irrasyonel” bir hamleydi. Bu akıldışılığı anlamak için akıl dolambacında kaybolmanın gereği yoktu. Erdoğan iktidarında hiç memnun olmadığımız bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı değiştirme iradesi, sadece o dünyaya direnmeyi değil, aynı zamanda kendimizin o dünyaya katılmaya teşne taraflarına direnebilmeyi de içerir. Toplumsal antipatiler yaratan kolaycı kategorilerle konuşmak bize dayatılan gerçekliğe direnmek filan olmuyor.

Estetikte “kitsch” diye bir şey var, bildiğiniz gibi.

Kitsch belli bir tarzın değerce düşük bir ifadesine deniyor; bayağı ve banal olanı ifade ediyor. (Gelin öncelikle şunu bir halledelim; hiç zorlaştırmadan, kolaylaştırarak, okunduğu gibi yazıp “kiç” diyelim biz buna.)

Kiç, özünde estetik bir etki yaratan fakat sanat kapsamında da değerlendirilemeyecek olan ürünleri tanımlamak için kullanılıyor.

Kiç, estetiğin konusu ama illa sanatta olmak zorunda değil, her şeyin kiçi olabilir.

Oluyor da zaten.

Kişisel gelişim kitapları mesela… En âlâsından felsefi kiç’tir bunlar.

Veya bilgisayarlı yıldız falı ya da depremi ışın çubuklarıyla açıklamak... Bilimsel kiç arayanlara bunlardan örnek verebiliriz.

Her alanın benzer şekilde kendine özgü kiçi ya da kiçleri vardır, yoksa da her an üretilebilir.

Politikanın da var.

Şu Altılı Masa ve Akşener olayı mesela…

Tipik bir politik kiçti bu. Çünkü bir “tarz” olarak “politika” değil, politikanın bayağı ve banal bir temsiliydi.

Neyse ki bir kiç olarak değil de politika olarak sonlandı; başlarken gerçek bir kiç olarak başladı, biterken gerçek bir politikayla sonlandırıldı. Kılıçdaroğlu’nun uzlaşı arayan tavrı, Akşener’in ayak diretmemesi, politika denilen tarzın gerçek ifadeleriydi.

Ama bu şekilde sonlanmadan önce, "teorik kitsch" diyebileceğimiz bir şeye, derin fikirlerin ucuz ve sığ taklitleri olup verimli tartışmaların önünü kesen bir teoriye de sürükledi bizi.

Akşener’in neden böyle yaptığını açıklamaya çalıştık. Televizyonda, Youtube kanallarında iddialar, tespitler, teşhisler havada uçuştu. “Truva atı” denildi; “Cumhur İttifakı’na yanaşacağı” söylendi; “derin devlet ve kontrgerilla projesi” olduğu hükmüne varıldı, vs  vs...

On yedinci yüzyılda Blaise Pascal’ın olasılık hesabına ilişkin ilk girişimlerinden, Amerikalı matematikçi John Nash’in (oyuncuların oyun içinde olası eylemlerden birini seçme stratejisine dayalı) “Nash Dengesi”ne, insan soyu henüz kendini bütünüyle ele vermemiş olanı, tam mânâsıyla olgu düzeyinde netleşmemiş olanı bilebilme, en azından tahmin edebilme arzusu taşıyor. Ama bu saygın çaba, bu köklerle hiçbir ilgisi olmaksızın, bazen çığırından çıkıyor işte.

Rahmetli annemin kullandığı bir deyim vardı: “Desinler için!”.. Bir şey yapıyor, bir iş beceriyor gibi görünmek için, başkaları “Vay be!” desinler diye girişilen beyhude tavırlar için kullanırdı bu deyimi. Bu tarz akıl yürütmeler de böyle, onlar da sanki sadece “Desinler için”!

Akşener’in “masadan kalkışı”, “teorik olarak kavranamayacak kadar irrasyonel” bir hamleydi. Bu akıldışılığı anlamak için akıl dolambacında kaybolmanın gereği yoktu. Ama kaybolduk. Politik zekâ gösterisi henüz kendini bütünüyle ele vermemiş olanı ele geçiremedi. Akşener masadan kalkıp yeniden oturana dek geçen süredeki anlama çabamız sadece anlaşılmazlığın artmasına yaradı.

Günümüzün güya zekiliğinden kendi güya zekiliğimizi arttırarak değil, o çeşit zekiliğin en nefret ettiği şeyi, basit fikirliliği kabul ederek kurtulabiliriz.

Burada da her şey çok basitti. Öyle de oldu zaten. Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş'ın arabuluculuğu, Meral Akşener'in teklifi, diğer liderlerin bu teklifi kabul etmesiyle her şey değişti.

Böylelikle ne “Cumhur İttifakı’na yanaşma” kaldı, ne “derin devlet” projesi!

Ayrıca, şu bizim müzmin “kendine muhaliflik” halimizi de “güncelledi” Akşener krizi, bunu da konuşmamız gerekiyor.

Sosyal medya hesaplarından “giderse gitsin” paylaşımları yapıldı, “safralar atıldı” denildi, hem zaten “aramızda faşistlerin ne işi var”dı vs vs...

İYİ Parti, ittifak içinde "giderse gitsin" denilebilecek bir ortak değildi, seçmen aritmetiği ortada.

Neredeyse trajik ve dramatik bütün şeylerin geçen yirmi küsur yılda yaşandığı ve en az onun kadar trajik ve dramatik olabileceklerin yarın yaşanmasının muhtemel olduğu tekinsiz bir dönemdeyken, ön yargılara teslim olunmadan ülkenin farklı ideolojik, politik, kültürel uğraklarındaki herkesin demokrasi ilkelerinde buluşabilmesi gerekirken, bunun dışındaki her türlü yolun muhalefete kaybettireceği ayan beyan belliyken, takınılacak tavır mıydı bu?

Akşener, evet, zaman zaman ülkenin farklı ideolojik, politik, kültürel uğraklara sahip bütüncül gerçekliği içerisinden değil de o gerçekliğin kendi milliyetçi uğrağının kısmi sınırları içerisinden konuştu, muhtemelen daha da konuşur. Fakat görüldüğü üzere, olaylara ya da olgulara kendi uğrağından bakıp oradan değerlendirmek, muhalif kesimlerde de son derece yaygın bir tavır.

Bilinç, kendine gerçekliğin bütününe hakim bir konum edinmeyip onun bir uğrağında donup kaldığında, o şucu, bu bucu gibi artık hiçbir şekilde politikayı belirlemeyen, yalnızca bir takım toplumsal antipatiler yaratan kolaycı kategorilerle konuşmaya başlıyor. Politik alandaki mevcut “ahvâl ve şerait”i hiçbir şekilde değiştirmeyen, sadece muhalif kimlikleri aynı “ahvâl ve şerait”te yeniden ve yeniden üretmeye yarayan bir tavır bu. Nihayet “giderse gitsin”, “safralar atıldı”, “aramızda faşistlerin ne işi var” demek de, her zamanki gibi, belirleyici bir dinamiğe dönüşemeyip kendi başına kalarak, can sıkıcı gerçekliğe gösterişli bir tepki olabildi sadece.

Bu türden aşırılaşmış muhaliflik vurgusu bütün muhalefet olanaklarının önünü tıkar. Kişinin kendini muhalif hissetmesinin bireysel hazzı dışında bu tavrın politik, toplumsal vs hiçbir faydası da yoktur. Bu tür tavırlar yalnızca yakın gelecekte ortaya çıkacağından endişe duyulan şeyleri hızla olgunlaştıran ânın gerçekliğine bağlılık gösterirler, ona müdahale iradesine değil.  

Erdoğan iktidarında hiç memnun olmadığımız bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı değiştirme iradesi, sadece o dünyaya direnmeyi değil, aynı zamanda kendimizin o dünyaya katılmaya teşne taraflarına direnebilmeyi de içerir. Dolayısıyla, toplumsal antipatiler yaratan kolaycı kategorilerle konuşmak bize dayatılan gerçekliğe direnmek filan olmuyor. Belki bu da sadece, “Desinler için”!