YAZARLAR

Ders merak, konu öğrenmeyi öğrenmek

Bir 'merak' dersimiz olsaydı… Matematik, fen, sosyal bilgiler, dil, din kültürü ve ahlak, vatandaşlık bilgisi dersleri gibi bir ders, merak dersi. Süresi de hepsinden daha fazla olsaydı… Hayal kuruyoruz ya, mevcut derslerin birçoğundan kısıp, hatta bazılarını tümden iptal edip 'merak' dersine ekleyebiliriz. Peki o derste ne öğrenirdik?

1.

The Atlantic’de David Brooks’un bir makalesinde rastladım. Yunanca’da dinlence ve boş vakit anlamındaki sözcük şu: σχολή. Skhole. Latince’de ise schola. Anglosaksonlardaki “school” kelimesinin buradan geldiğini tahmin edersiniz. Biz okul sözcüğünü, Fransızca’daki “école”dan almışız; onun da kökeni schola’ya dayanıyor. Anlayacağınız, bizim “okul” da aynı hikâyenin devamı.

İlginçtir, eğitim öğretim yaptığımız yerin birçok dildeki ismi boş zamandan, eğlenceden türemiş. Neden?

Bunu öğrenmek için bir sözlükten daha iyi yer var mı? İngiliz dilinin sözlüklerinden Merriam-Webster, sözcüğün nereden gelip nereye gittiğini tane tane açıklamış. Buna göre, ‘school’ sözcüğü Yunanca’daki ‘boş zaman’dan geliyor çünkü Antik Yunan’da, boş zamanın, serbestliğin, bir ölçüde keyfiyetin, insanı düşünmeye, meraklı konular hakkında araştırma yapmaya sevk ettiği kabul ediliyormuş. Bilginin peşine düşme telaşıyla, dinlenme ve boş zamanın bu şekilde buluşması, zaman içinde bilginin öğretildiği yerin de aynı bağlamda isimlendirilmesine yol açmış. Romalılar, Yunanlılardan aldıkları çerçeveyi aynen kullanmış; onlardan sonrakiler de… Boş zamandan, dinlenmeden okula böyle gelinmiş. Serbestlik, merak ve bilgi… Zincir bu.

Bugünün okulunda bu zincir kopuk. Dünyanın hemen her yerinde kopuk. Okul, merakın ödüllendirildiği bir yer değil; aksine okul, önceden hazırlanmış, formüle edilmiş, hap haline getirilmiş bilgilerin çocukların zihnine birer ikişer yerleştirildiği ve bu sürece uyum sağlayamayanların dışarıya itildiği bir yer. Bir fabrika bandı. Okul, ismini inkâr eden bir yer. 

Çoğu okulda, bir konuyu merak edip, bir hayal kurup, o konunun, o hayalin peşine düşemiyorsunuz. Bunun için büyümeniz, okulu bitirmeniz bekleniyor. “Okullar böyle yerler değil” diyorum ya, çoğu akademi veya işyeri de meraka alan açan ortamlar sağlamıyor. Bir ezberin içinde, belli bir standardı tutturmanız bekleniyor. Bu kadarı kâfi. Ezberi bozmak risk. Merak peşinde koşmak risk. Ezberi bozan birkaç kişinin yön verdiği hayatları yaşıyor olsak da, ezber bozmamak gerektiği bir şekilde hep hissettiriliyor. Tavsiye edilmiyor. 

2.

Ya tavsiye edilseydi? Okul sahiden merakın peşinden koşmak, bir dinlence ortamında bilgiyle buluşmak anlamına gelseydi? Ne olurdu?

Fazladan ne öğrenirdik?

Hepimiz okuduk, okulda bize neler öğretildiğini hepimiz biliyoruz. Nelerin öğretilmediğini ise bilmiyoruz. Bunu hayal etmiyoruz bile. 

Bu çok uzun bir konu, buralara sığmaz ama yine de üzerinde beyin jimnastiği yapmaya değer. O halde başlayalım. Mesela bir “merak” dersi olsaydı… Matematik, fen, sosyal bilgiler, dil, din kültürü ve ahlak, vatandaşlık bilgisi dersleri gibi… Merak dersi. Süresi de hepsinden daha fazla olsaydı… Hayal kuruyoruz ya, mevcut derslerin birçoğundan kısıp, bana kalırsa çoğundan “fena halde” kısıp, hatta bazılarını tümden iptal edip “merak” dersine ekleyebiliriz. Evet, merak dersinde ne olurdu?

3.

Evvela, öğrenmeyi öğrenmek olurdu. Bütün derslerin anası… Meta ders. Madem hayat, en ideal biçiminde, yazar ve yönetmen Ercan Kesal’in de deyişiyle “bir öğrenmeler manzumesi”, madem hakkını vererek yaşamak için, tüm filozofların, bilgelerin, kafası azıcık çalışan herkesin de kabul ettiği üzere, öğrenmeye hiç ara vermemek gerekiyor; o halde tüm yaşam boyunca sürecek bu çabanın temellerini okulda atmak iyi olmaz mı? Neden öğrenmenin kendisinin öğretildiği bir dersimiz yoktur bizim?

Biraz romantik ifadeler kullandım ama bu sert ve epey realist bir mesele. Öğrenmeyi öğrenmek hayatın en önemli meselesi. Özellikle de eğitim sürecinin başında, ortasında, hatta sonunda bir çocuk veya gençseniz…

Çünkü daha okulun birinci gününün birinci dakikasından itibaren, herkes birbirinin aynı olarak kabul ediliyor. Altı yedi yaşlarındaki bütün çocuklar... Herkesin zekâsının aynı şekilde işlediği ve aynı şekilde işleyeceği öngörülüyor. Tüm süreç boyunca… 

Ama takdir edersiniz ki, kimse birbirinin aynı değil. Kaşımız gözümüz farklı olduğu gibi, öğrenme süreçlerimiz de farklı. Bazılarımızın görsel zekâsı güçlü; imajlarla öğreniyor, uzamda başarılı oluyorlar; bilgileri görselleştirince, onları bir diyagram, bir zihin haritasına çevirince içselleştiriyorlar.

Kimisi mantık yürütmeyle iş görüyor, şeylerin, fikirlerin arasındaki bağlantıları arıyor; akıl yürütüyor. Müzikle öğrenenler var; hafife almayın, ezberle öğrenenler var. Sadece sözel iletişimle, dinleyerek öğrenenler var. Konuşarak, anlatarak öğrenenler var. 

Başkaları da öğrenme sürecini dokunarak, fiziki ilişkiler kurarak idrak ediyor. Kinestetik öğrenme deniyor buna. Zihni böyle çalışan çok insan var. Herkes her şeyi soyutlayamıyor ya da hayata böyle bakmıyor. “X”ler, “Y”ler herkesin kafasında aynı işi, aynı etkiyi yapmıyor. 

Sonra bazılarımız tek başına öğrenmeyi seviyor; kendi iç süreçlerini yaşıyor, kendi hızlarında ilerliyorlar. Ama tamamen aksi yönde yürüyenler de var: Tartışıyorlar, oynuyorlar, canlandırıyorlar… 

Velhasıl hepimiz farklıyız. Birbirimize değmeyen yollardan geçiyoruz, farklı süreçlerde öğreniyoruz. Ama bunu kabullenmiyoruz. Hayatta birçok şeyi kabullenmemize, mesela zevkleri tartışılmaz bulmamıza rağmen, zihnin yollarının da farklı farklı olabileceğine inanmıyoruz. Domatesi sevmemeyi, ağza yumurta koymamayı, soğuktan ya da sıcaktan nefret etmeyi anlıyoruz ama matematikten, dilbilgisinden hazzetmemeyi, en azından bunların uygulama ve öğretilme biçimlerini benimsememeyi bir tür tembellik sayıyoruz. 

Bizim hikâyemiz böyleydi. Çocuktan ve ruhtan anlayan iyi öğretmenlerin eline düşmeyenler, iyi niyetli olsa bile onlara pek bir şey katmayan eğitim sisteminde heba oldu ya da kapasiteleri işlenmeden kaldı. Üniversitede bile işe yarar bir şey öğrenmeyenlerimiz var. Şimdi aynı süreçten çocuklarımız geçiyor. Nereye gidiyor bunca yatırım?

4.

Doğru, hiçbir ülkede hiçbir eğitim sistemi, çocukları tek tek eğitecek lükse sahip değil. Ama çocukların kim olduğunu onlara göstermek, kendilerini tanımaları için onlara bir yol sunmak, dahası bir eğitimci, hatta anne baba olarak onları tanımaya çalışmak lüks müdür? Öğrenmeyi öğretmek, öğrenmeyi öğrenmelerini teşvik etmek, aruz vezninden, integralden veya trake solunumdan önemsiz midir sahiden? 

Daha da el artırarak sorayım: Matematik, dilbilgisi, tarih, kimya ve diğerleri, öğrenmenin kendisinden daha mı önemlidir? Neden öğretiyoruz ki? Bir şey öğretmiş olmak için mi? Yaşam boyu işlenmeye müsait yetenekler kazanmak için değil mi?

Okul serüveninden geriye sizde ne kaldı? Ne öğrendiniz?

5.

Şimdi bir soru daha: Yapay zekânın bir sonraki aşamasının “kendisine öğretmeye” başlamasıyla mümkün olacağı yazılıp çiziliyor. Buna göre, yapay zekâ öğrenmeyi öğrenince, dünya değişecek. Biz neden kendi doğal zekâlarımıza bu süreci çok görüyoruz? Peki bilgiyle alışverişimizin değiştiği, daha da değişeceği bu dünyada mevcut eğitim sistemi de bu şekliyle devam edecek mi? Yoksa yeni yollar düşünecek miyiz? Çok işe yaramış bazı eski yolları zenginleştirmeye çalışacak mıyız?

Bu soruları acilen cevaplamamız gerekiyor. Okulla boş zaman, bilgiyle merak arasındaki zinciri koptuğu yerden birleştirmek gerekiyor. En azından daha çok denemek, daha çok düşünmek gerekiyor. Zihin kapasitemizi arttırmamız gerekiyor. 

Hiç şakasız, insanlık olarak kendimizi boy aynasında göreceğimiz bir çağın şafağındayız. Etimiz budumuz pek fazla değil; dünyanın gidişatına bakılırsa zekâmız ve vicdanımız da pek yerli yerinde görünmüyor. Bari aynayı kırmayalım, gelecek nesillere lazım olabilir. 

*

PS 1: Bu konuya, öğrenmeyi öğrenmenin yolları üzerinden devam etmeyi planlıyorum. 

PS 2: İki hafta evvel, “okul ve oyun” üzerine yazmıştım. Bugünkü yazı, o yazının da doğal devamı.  


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.